Ulus ve civarını keşfetmenin tam zamanı!
Eski Ankara Gezi Rehberi
Dört sene önceydi sanırım. Çalıştığım üniversitede, öğrenci gruplarından biri, her yıl bölüm öğrencileri için yaptığımız geziyi duyduklarından olacak, onlar için de bir gezi düzenlememi istedi. Şimdi tam sayıyı hatırlamıyorum ama beni heyecanlandıracak bir miktar olmalı ki hemen kabul etmiştim. Gezi günü ise buluşma yerine gelenlerin azlığı bir yana, geziyi düzenlemek için ısrarla peşime düşen grup sözcüsü de aralarında yoktu. Ulustaki heykelin altına gelen dört beş kişi gelince, şehrin ortasına uzaydan getirilip bırakılmış turist grupları gibi aceleyle değil de, bir arkadaşı ziyarete gider gibi gezdik biz de şehri. Sonraki günlerde karşılaştığımızda geziyi ayarlayan cevval öğrenciye, biraz da sitemkar, kendi düzenlediği geziye neden gelmediğini sordum, “ben” dedi “ zaten oralarda oturuyorum”.
Hazır cevap biri olamadım hiçbir zaman. Haliyle yukarıdaki bahaneyi duyduğumda olumlu ya da olumsuz bir cevap da vermedim. Şimdi düşünüyorum da, o öğrenci, içinde yaşadığı şehri gezmek istememekte haklı bile olabilir. Öyle ya, “gezmek” biraz da “görmeyi” hatta belki de “ilk defa görmeyi” içerdiği zaman heyecanlandırıyor insanları.
Belki de bunun için, yani bir bahaneyle daha önce oralara gidip, gördüğümüz için Ankara’nın tarihi köşeleri meraklandırmıyor bizi. Hacıbayram Cami’nin hemen yanındaki, Ankara’yı biricik kılan August Anıtı’na, belki orayı canımızı yakan bir cenazede gördüğümüz için bir daha gitmezsiniz. Şehrin en güzel, en insani müzelerinden biri hemen tren garının yanı başındadır ama, eğer şehir dışına çıkmayacaksanız garda ne işiniz var. Ankara Palas’ı da görmüş, hatta bir zamanlar vals, tango, fokstrot gibi dansların en seçkin örneklerinin gösterildiği parke salonunda, bir arkadaşın düğünü sayesinde, kasap havası eşliğinde kurulan uzun bir halayın en sonuna katılmışlığınız bile olabilir. Şehrin bir asrı çoktan deviren Hükümet Konağı’nı ve onun hemen önündeki Belkıs Sütunu’nu bürokrasinin zoruyla görmüş olabilirsiniiz. Yine, Ankara’da “Denizciler” ismini taşıyan bir caddenin garipliğini, oradaki vergi dairesine gittik diye düşünmüşsünüzdür. Kaleye ise, çoktandır restore edilip restoranlara çevrilen eski evlere gitmek için, o da çoğunlukla güneş battıktan sonra çıktınız. Öyleyse sadece onları tekrar görmek için bir geziye katılmanın ne anlamı olabilir?
Şimdiye kadar gezilere katılanlardan edindiğim izlenimler belki de bu soruya verilecek cevapları kapsıyor. Yaşadıkları şehri gezmek isteyenler, öğrencileri saymazsak şöyle sınıflandırılabilir. Ankara’ya gelen misafirlerine mihmandarlık yapmak için geziye katılanlar, başka şehirleri gezdikten sonra Ankara’ya dair duydukları suçluluk duygusunu telafi etmek isteyenler, o haftasonu Ankara’yı gezmekten daha çekici bir program bulamayanlar, yaşadıkları şehri gezmek için bile emekli olmayı beklemiş Ankara’ya ve onun ruhuna sadık memurlar, İstanbullular İstanbul’u geziyormuş biz niye Ankara’yı gezmeyelim fikrine kapılan nispet avcıları ve öyle ya da böyle merak edenler. Ama bu gezginlerin belki de bütün bunlardan daha farklı bir dertleri olabilir. Belki de, nasıl sevgililer sürekli birbirlerine kendi geçmişlerini sorar ve anlatırlarsa ve onların arasındaki bağ biraz da o anlatılanlar sayesinde kurulan ortak hafızayla güçlenirse, bazı Ankaralılar da, bu şehri sevdikleri ve sevmeyi sürdürmek istedikleri için, onun geçmişini merak ediyorlar. Çok, hem de çok iyimser bir cümle oldu, farkındayım. Dengelemek için hemen söyleyeyim. Elbette gezmek için zamanı olanlar yani boş zamanı satın alabilecek kadar parası olanlar yapabiliyor bunu.
Bu yazı, öyle ya da böyle, Ankara’yı gezmek isteyenlere bir davetiye çıkarıyor. Türlü bahanelerle gördüğünüz tarihi mekanlara bu kez sadece onları görmek için gitmeyi öneriyor. Gezi rotasının üzerindeki duraklarımıza dair kısa değiniler bunlar. Bundan dolayı her şeyden bahsetmeyeceğim. Hikayeleri gezerken anlatmak için buraya yazmadım desem daha doğru olur. Yazsaydım bu yazı ne zaman, nerede, nasıl biterdi, biter miydi, onu da şehirlerle zamanın içinde kaybolanlar bilir.
Medeniyetlerin Çakıştığı Yer
Buluşma yerimiz, “Ulus” deyince akla ilk gelen yer, Atatürk Heykelinin hemen altı. Ama sadece bir buluşma yeri burası, gezi August Anıtı ve Hacıbayram Cami’nden başlıyor. 19. yüzyıldan beri Ankara’ya gelen Batılı seyyahların şehre gelmelerindeki asıl sebebin buradaki anıt olduğunu söylediğimde belki de gezinin rotasını pek bir oryantalist bulabilirsiniz? Benim için geziye buradan başlamanınsa kronolojik bir sebebi var. August Anıtı’nın sayesindedir çünkü, artık şehrin yüzeyinde hiçbir izi olmayan Galatlardan ve Friglerden bahsedebiliyorum. August Anıtı’nın kendisi zaten, Ankara’nın kronolojisini bir bakıma içinde barındırdığı için bu tür şehir gezilerinde bulunmaz bir nimet rehberler için. Niçin böyle olduğunu hemen söyleyeyim. İlkin bir süreklilik var burada. Şehrin asırlardır dini merkezi burada. M.Ö. 2000’lerde yapılan bir başka tapınağın üzerine yapılmıştır. Şimdi kalıntılarıyla avunduğumuz yapınınsa M.Ö. 25-20 yıllarında yapıldığı düşünülüyor. Burası Ankara’nın Grekoromen devrinde bir Pagan mabedi. Bizans devrinde ise bir kilise. Osmanlı devrindeyse bir medrese. Bahsettiğim kronoloji bu işte.
August mabedinin bu özelliği, Ankara’yı dünyanın diğer köşelerindeki, en azından Roma’nın diyelim, şehirleriyle birleştiriyor belki. Ama İmparator August’un ölümünden bir süre önce Vesta rahibelerine verdiği belgelerden arta kalanlarının da burada olmasıyla ayrılıyor diğerlerinden. Ankara’yı da Roma tarihi için biricik kılıyor belki. Bu belgelerde İmparatorun vasiyeti, cenaze törenine dair istekleri, Roma’nın maddi durumu ve kendi döneminde yaptığı işler varmış. İşte bunlardan sonuncusu hala anıtın duvarlarında. Bir tür “İcraatin İçinden”metni bu.
August Mabedi kronolojinin dışında başka avantajlar da sağlar gezenlere. Yoksa gezdirenlere mi demeli? Herkesin medeniyetlerin çatıştığına taktığı bir çağdayız ya, en başta tarihçiler, bilimadamları, siyasetçiler, ama ille de turizmciler sürekli bir “medeniyetler buluşması”nın keşfi peşindeler. August Mabediyle Hacı Bayram Cami’nin içiçe geçmiş çatıları işte bu medeniyetler çakışmasının duru bir örneği olabilir belki de.
Bahsettiğim kaşif cevvallığı bir tür işgüzarlık aslında. Kiliseden devşirilmiş camilerin duvarlarında, o camiler de şimdi müze olduğu için, görülebilen ikonaları hoşgörünün bize hediyesi diye açıklamaktan bahsediyorum. O ikonalar, üzerleri boyandığı için şimdiye kalmıştır ya, medeniyetler buluşmasının kaşifleri de badana boyalarıyla gururumuzu süsler. Oysa siz söyleyin, elinizde bir çakıyla, ne kadar ikona varsa onların yüzlerini kazımak mı daha kolaydır yoksa bir fırçayla üzerlerini tamamen kapamak mı? İkinci cevabı verenlerdir işte Hacı Bayram Veli’nin hemşerileri. “Veli” kelimesini görünce aklınız yine “hoşgörü”ye gitmesin. Çünkü “pratik”likten bahsedeceğim.
Çünkü hoşgörünün timsali Mevlana ve sürekli vecde dalıp zikreden müridlerine nispeten pratik biriydi Numan. Hacı Bayram Veli’nin asıl ismidir bu. Ankara’nın kuzeyinde Zulfazıl köyünde doğmuştur. (O köy şimdilerde bir semt, ismi de Solfasol. Ne değişim ama!) Babası Koyunluca Ahmet. Babasının aksine kendisi çiftçilikle uğraşır. Hem kendisinin hem de “mürşidi” olan Hamidüddin Aksariyi’nin hem de takipçilerinin özelliğidir bu. Hayattan el ayak çekip kendilerini zaviyelere kapatmak yerine hep hayatın içinde yer almaktan bahsediyorum. Kendisi çiftçi, hocası Aksarayi fırıncıydı. Sonra onun adına açılan yolun takipçileri yani Bayramilerin de hep bir mesleği vardı.
Belki de şimdi burada yeralan caminin sadeliği bu tür bir pratikliğin eseridir. Camiye dair anlatılacak mimari ayrıntıların azlığından burada Hacı Bayram’ın kendisi çıkar öne. Bana kalırsa Hacı Bayramın düşünce dünyasının en belirleyici etkenlerinden biri Ankara’nın kendisidir. İşte biliyorsunuz belki, Ankara fetih yoluyla değil, burada yaşayan Ahilerin kararıyla Osmanlı topraklarına katılır. Ahiler aslında Bizans dönemindeki şehir loncalarının bir devamı. Ve benzerleri bütün Loncalarda olduğu gibi dinsel aidiyet bu örgütlenmenin en güçlü çimentosu. Bunlar şehrin asıl sahiplerinin kendileri olduğuna inanan zanaatkar. Ankara’da ise 13 ve 14. yüzyıllarda hani romantik bir deyişle bir “Ahi Cumhuriyeti” varmış. Şimdi, esnaflar pratik çözümlerin ustasıdır, desem buna kim karşı çıkar. 1361/62’de I. Murad’a şehrin anahtarını veren Ahilerin torunları değil mi asırlar sonra Vahidettin’e şehrin valisi Muhittin Paşa’yı tanımadıklarını söyleyenler. 1920’de şehirlerine gelen kurtarıcıları (Heyet-i Temsiliye’den bahsediyorum) maddi manevi her anlamda destekleyen o Ahilerin torunları yani Ankara esnafıdır. Birden bire başınız döndü biliyorum. Ama hem şehirde hem de geçmişin içinde geziyorsanız, bu böyledir, çağrışımların ve tesadüflerin kurbanıyız.
Şehir Kronoloji Sevmez
Nasıl Hacıbayram’dan, ilk Büyük Millet Meclisi binasına yürüyorsak biz şimdi gezilerimizde, 23 Nisan 1920’de de, ilk meclisin üyeleri bu camide kılınan Cuma Namazı’ndan sonra meclis binasına doğru yola çıkmışlardı. Ama bizden çok daha hızlı gitmiş olmaları lazım. Çünkü bu hatta gördüklerimizden dolayı anlatacak o kadar çok şey var ki. Kronolojiye de aykırı üstelik.
Eğer Cami’nin çevresindeki dolmuş kalabalığı izin verirse, taş yapısıyla etrafındakilerden hemen ayırt edilen Ulus Oteli’nin hikayesinin içine gireriz. O hikayenin içinde Cumhuriyet’in ilk dönem bakanlıkları, Hukuk Fakültesi, Polis Karakolu vs. vardır ama binanın ilk katında bulunan matbaasından dolayı Tan gazetesinin sahibi ve ilk meclisin muhalif ismi Ali Şükrü Bey, bütün bunların önüne geçer. Trabzon mebusu Ali Şükrü’nün, “muhalif” tavırlarından dolayı o dönem Mustafa Kemal’in muhafızlığını yapan Topal Osman tarafından öldürüldüğünü söyleyelim. Topal Osman’ında bunun üzerine tutuklanmak üzerine takip edildiğini, kaçtığını, çıkan çatışmada öldüğünü ekleyelim bir de. Ankara’ya gelmeden önce Rum çetecilere karşı savaşmış merhumun adına düzenlenmiş anıt mezarsa Giresun Kalesindedir. Merhum diye Ali Şükrü’den değil Topal Osman’dan bahsediyorum. Yanılanları iyi niyetlerinden dolayı kutlarım.
Meclise giderken hükümet meydanından geçeceğiz. Meydanın ortasında ise bir antik sütun.
Julien Sütunu bu. Güneye sefere giderken şehirden geçen Roma İmparatoru’nun anısına dikilmiş. Dördüncü asırdan beri Ankara’da. Sütunun kendisinden çok tepesindeki Leylek yuvası ilgi çekicidir bence. Ankara’nın İstanbul’a dönüşlerini seven Yahya Kemal, şimdi yerinde olmayan Taşhan isimli binada kalırken, bu sütunun üzerindeki leyleğe “hadi, biz mecburiyetten buradayız ama senin bu bozkırda ne işin var” diye sitem edermiş.
Hükümet Konağı ise iki katlı, “kargir” yani taştan bir bina. Nasıl Hacı Bayram Veli’nin kendisi ismini taşıyan caminin önüne geçerse, burada da öyledir. Hükümet Konağı’ndan çok burada çalışanlar öne çıkar. İsimleriyle de olsa hala şehirde yaşayan ikisinden bahsedelim biz. Abidin Paşa ve Nevzat Tandoğan. Biri Osmanlı diğeri Cumhuriyet dönemi valilerinden.
Abidin Paşa, Arnavutluk hanedanından Ahmet Dino’nun oğluydu. Artık ressam Abidin Dino’nun kim olduğunu sormayın lütfen, paşa torunudur. Paşa hakkında en bilindik hikaye, konağının yerini seçmesiyle ilgili ciğer efsanesi, biz onu tekrarlamayalım. Paşa’nın pek bilinmedik özelliklerinden, Mevleviliğinden, çok dilliliğinden bahsedelim. Mevlana’nın Mesnevisi’ni çevirmeye kalkılmış Paşa, hatta ilk cildi şerhli olarak yayınlanmış. Türkçe ve Arnavutça’nın yanında Arapça, Farsça, Fransızca bilirmiş ve Rumca şiirler yazarmış. Ankara’daki dokuz yıllık görevi sırasında Elmadağ’dan su getirmiş, en önemli icraatı bu. Tahtal-Kale’de yani bugünkü halin orada bu su fıskiyelerle havalara fışkırtılmış. Su fışkırtmakla Ankara’yı yönetmek arasında bir alaka olmalı!
Nevzat Tandoğan’sa, kendi varoluşunu Ankara’ya borçlu olanlardan. Ankaralı değil. Daha önce İstanbul Adalar’da Şube Müdürlüğü, Malatya’da valilik yapmış. Ankara’ya vali olarak atanmadan önce Konya mebusuymuş. İsminin verildiği meydan daha önce küçük bir Havaalanıymış. Dümdüz bir yer yani. Nevzat Tandoğan’ın kendisi de öyledir, dümdüz, düzgün, kurallı. Atatürk Bulvarı üzerinde pastane, lokanta açtırmazmış. Bulvardan geçen devletlilere suikast düzenlenmesin diye alınmış bir önlem. Geceleri sarhoşları toplayıp şehrin dışına attırırmış mesela. Ankaralı sarhoşlar yürüyüp biraz açılsınlar, evlerine ayılıp öyle gitsinler diye alınmış bir başka önlem işte. Bazı sokaklara şalvarlı köylülerin girmesi yasakmış onun zamanında. Bu da bir başka önlem, yöneticiler ilerlemekten ümitlerini kesmesinler diye. Nasıl Ankara’nın havaalanı o meydana sığmamışsa, Tandoğan’ın valiliği ve intiharının öyküsü de bu yazıya sığmaz ama.
Cumhuriyet’in Ankarası
Meydanın diğer tarafında ise şimdi Maliye Bakanlığına ait bir bina var. Bu aslında ilk Başbakanlık binasıdır. Biz hemen onun yanından Ulus Meydanı’na çıkıcağız. Hakimiyet-i Milliye, Taşhan, ya da Ulus meydanına. Meydanın kendisi isminden daha çok değişmiştir ama. İsterseniz bu meydan, Cumhuriyet’in ilk yıllarında nasıldı, hayalimizde canlandırmaya çalışalım. Bunu yaparken bir yerde durmak lazım. Benim önerim, birinci TBMM binasının hemen yanıdır.
Karşımızda, geziye başlarken önünde buluştuğumuz “Heykel” yani Zafer Anıtı var. Bu anıt, 24 Kasım 1927’de, meydanın ortasındaki göbeğin üzerine yerleştirilmişti. Meydanın genişletilmesi sırasında yeri değiştirilmiştir. Heykelin arkasını ve sağ yanını kapatan Emek İşhanı ise 1950’li yılların ikinci yarısında yapılmıştır. Burada eski Muallim Mektebi varmış. Solda, Sümerbank’ın olduğu yerde ise Taşhan. Taşhan, Cumhuriyet Ankara’sının en önemli yapılarından. İlk meclisin çoğu üyesi Ankara’da kalacakları yer olmadığından Taşhan’da konaklamışlar. Birinci katında hayvanların kaldığı ahırların bulunduğu hanın ikinci katında da bir otel varmış: Hotel Angora. 1928’de sahiplerinin borcu nedeniyle satılınca yıkılıp yerine Sümerbank yapılmış. Bu binaların karşısında, bugünkü Yüzüncü Yıl Çarşısı’nın olduğu yerde, Şehir Bahçesi onun biraz aşağısında da Kızılbey Türbesi. O zamanlardan meydanda şimdiye kalan iki yapı var. İşte biri heykel diğeri de Meclis binası.
Bu küçücük binanın bir zamanlar meclis olduğunu düşünmek zor, ancak hayal edilebilir sanki. Küçük mütevazı bir bina. İnkilap Tarihi derslerinden bile aklımızda kalmıştır: “İttihat Terakki Cemiyeti’nin klüp binası” burası. Mimarı, Milli Mücadele’de şehit olmuş Hasip Bey. Burada da aynı kural geçerli, binadan çok, binanın içinde olup bitenler, binaya girip çıkanlar daha baskın. Bakın kimler var o ilk mecliste: Beyaz sakallı, cüppeli, tespihli hocalar, külahlı ağalar ve kavuklu çelebiler, yazma veya şal sarıklı aşiret beyleri, üniformalı zabitler, kalpaklı “Kuvayı Milliye”ciler, gür sakallı Alevi dedeleri. Belki de gündelik hayatta biraraya gelmeyecek kadar farklı tipler, meclisin küçük salonunda, okullardan getirilmiş küçücük sıralara yanyana oturmuşlar. “Şimdilerde o kadar farklı değil mebuslar ama birbirlerini yiyorlar” gibisinden apolitik bir reflekse cevabım pek bir provakatif olacaktır, baştan söyleyeyim. Onları birbirine benzeten göbeklerinin üzerinde kalan kravatlarıdır efendim.
Birinci Meclis’ten yolumuzu ikincisine kadar uzatalım. Burası memleketin siyasi yaşamında demokrasi görmüş olmasıyla ayrılır diğerinden. Her ne kadar ilkin Cumhuriyet Halk Fırkası’nın parti binası olarak yapımına başlansa da 1935 yılında Meclis buraya taşınır. Meclisin buradaki mesaisini ise varoluşuna da aykırı bir başka olay bitirir: 27 Mayıs 1960, sanırım bazen sadece tarih bile anlatabiliyor her şeyi. Demokrat Parti’nin zaferle çıktığı 14 Mayıs 1950 seçimlerinden sonra yapılan ilk oturumda burada müthiş bir kalabalık toplanmış. Hatta kalabalıktan iki kişi, meclise girip vekilleriyle beraber oturmak istemişler. Bir süre sonra, bu ikisinin seçilmişlerden değil de seçmenlerden olduğunu anlaşılınca, bu kısacık “doğrudan demokrasi” hali de son bulmuş. Ben Ankara gezilerine başladığımda, “bu meclisten şimdikine tek kişi kaldı yadigar, o da Bülent Ecevit” derdim. Ecevit siyaseti bırakalı, meclis bahsini bu afili cümleyle kapatamadığımdan üzgünüm. 1957’de girmiş Ecevit meclise.
Meclisin karşısına bakıp Ankara Palas’ı görelim. Görelim ve şehrimizdeki bir başka sürekliliğin altını çizelim. Her meclisin karşısında bir otel vardır Ankara’da. Birincisinin karşısında Taşhan, ikincisinin karşısında Ankara Palas, hemen birkaç adım sağdaki eski Stad oteli de eklenebilir ona, şimdikinin karşısında ise Büyük Ankara Oteli. Bu rastlantısal sürekliliğin üzerine düşünmeyi başkalarına bırakırım ben, zira şehir rehberiyim.
Yanlarına Kadar Gitmesek De, Görüyoruz!
Bakın, derim, karşıya geçip Ankara Palas’ı anlatmadan. Bu yolun sonunda Ankara Garı var. O garın hikayesi başkalarına, demiryolunun Ankara’ya gelişine, Almanların Bağdat Demiryolu projesine, direksiyon binasındaki müzeye, Mustafa Kemal’le Fikriye’nin dramatik hikayesine açılır. Bakın, derim, oradan buraya gelirken, solunuzda stadyumu görürsünüz. Stadyumdan Gençlerbirliği’nin güzel kuruluş öyküsüne geçerim. Ankaragücü’nün aslında Ankara’da değil İstanbul’da kurulduğundan dem vurup kendimce has Ankaralılığı Gençlere atfederim. Anladınız, bu konuda tarafsız değilim. Ama Hacettepe’nin hikayesini anlatmayı daha çok severim orada. Mor- beyaz renkli, mahalle takımı Hacettepe’nin, mahallenin kendisi gibi kaybolup gitmesinin öyküsüdür bu. Belki de tarihçiler ölüleri seviyor, kendime, işte burada teessüf ederim. Ama bakın, derim, stadyum karşısında Gençlik Parkı var. Gençlik parkının havuzundaki fıskiyenin suları rüzgarla uçup Atatürk Orman Çiftliğinin hikayesine, Marmara ve Karadeniz havuzlarının içine düşer. Bakın, derim, hemen Stad otelinin ordaki kavşak noktası, Atatürk’e anıt mezar yeri olarak önerilmişti. O hikaye de elbette Anıtkabir’e açılır. Şehri gezerken değil anlatırken de içinde kaybolabilir insan.
Kaybolmayalım ama biz, hatırlatayım, Ankara Palas’ın önündeyiz. Burası, karşısındaki İkinci Meclis’in mimarı Vedat Tek tarafından tasarlanmıştır. Tamamlamak Mimar Kemalettin’e nasip olacaktır. Ankara Palas, o yekpare salonuyla Cumhuriyet balolarının tek adresidir. Bir de, yolu Ankara’ya düşmüş her oryantalist yazar, romanlarında bir kez olsun buraya uğrar. Biz de kalıcı değiliz. Buradan yukarıya, hem de çok yukarıya, kaleye çıkacağız.
Kaleye gitmek için Posta Caddesi’nden Anafartalar Caddesi’ne çıkarken bir zamanlar buralarda bulunan Ankara meyhanelerini ve o meyhanelerin müdavimlerini, mesela Orhan Veli ve arkadaşlarını anlatırım. Anafartalarla Çıkrıkçılar Yokuşu’nun kesiştiği yerde, eğer alışveriş kalabalığı yıldırmazsa gezenleri, hemen buradaki bir dükkanın arka kapısından küçük bir boşluğa çıkıp topu topu iki duvar parçasını gösterip, işte bu da Aziz Klemens Kilisesinden geriye kalanlar, derim. Bizans döneminden şehre kalmış nadir izlerden biridir burası. Geriye kalanlardan kilisenin neye benzediğini hayal etmek bile imkansızdır neredeyse. Klemens Roma’nın Hıristiyanlara karşı yürüttüğü büyük takibat sırasında işkenceyle öldürülmüş. Ortodoks kilisesi aziz ilan etmiş. 23 Ocak’mış yortusu. Aziz Valentin bir kez olsun uğradı mı şehre aziz Ankaralılar, derim, daha doğrusu demek isterim, aslında ne demek istediğimi siz tahmin edin.
Kaleye Tırmanırken
Çıkrıkçılar yokuşundan tırmanıp, ikinci sola döneriz sonra. Biraz sonra bedestenin önündeyiz işte. Burası şimdi Anadolu Medeniyetleri Müzesi. Eski ismi Mahmut Paşa Hanı, hemen arkasında Kurşunlu Han. Biraz yukarda Çukur Han’la Çengel Han var. Onlardan biraz aşağıda Pirinç Han. Kalenin çevresi hanlar bahçesidir biraz da. Han demek yol demektir yol demek ticaret. Bunların hepsi Ankara’da gider tiftik keçisinin hikayesinde birleşir. Keçinin parlak beyaz tüylerinden yapılan Sof kumaşı 18. yüzyıla kadar Flemen, İngiliz tüccarların yolunu Ankara’ya çıkarırmış. Bedesten, yani Bezezistan, o kumaşların saklanıp, satıldığı yer.
Hemen önümüzde uzanan yeşil alan ise bir zamanların Hisar mahallesidir. 1917 yılında yanmış. Sakinlerinin çoğu Ankaralı Ermeniler. Refik Halit’ten nakleder ya herkes. Yangından kurtarılmak için evlerden çıkarılan piyanolar sokağı baştan sona kaplamış. Pahada olduğu kadar kantarda da ağır aslında bu piyanolar, yangında ilk kurtarılacaklar sınıfına girebilirler mi acaba diye düşünüyor insan. Piyano refahın göstergesi. Piyanolar yapmıyorsa bile belki Refik Halit bir şeyler göstermek istiyor, kimbilir? Zaten, yanan evlerin birinden kıskanç bir odun düşünce piyanolardan birinin üzerine, birinden diğerine sıçramış da kıvılcımlar, çıkardıkları yaygarayla yanıvermiş piyanolar.
Buradan daha yukarı çıkıp, Kalenin içine girmeli. Cümle kapısından geçmeden Ankara’nın saat kulesine bakıp oradan belki Abdülhamit döneminde yapılan bu kulelerin diğer şehirlerindeki örneklerden bahsedilebilir. Kapıdan girip de dümdüz yürüyünce Kınacılar Evi’nin önüne varır insan. 1922’de yapılmış bu konak, Ankara eşrafından Kınacızadelere aitmiş. Şimdi restoran. İkinci Dünya Savaşı yılları Ankara’sında geçen bir casusluk hikayesini anlatan filmde birkaç saniye görünmüşlüğü vardır. Onun hemen karşısında kalan kale surlarına bakmalı. Bir çok devşirme malzeme görülür burada. Şehirde Roma ve Bizans döneminden kalan ne kadar taş varsa sanki bu duvarlar berkitilmek için kaleye taşınmıştır. Bir ikinci kapıdan geçilip, Alaeddin Camine gelinir sonra. Şanslıysak eğer, caminin hocası hemen yandaki evindedir. Selçuklu Ankarasının bahsini açar Cami. Hoca bulunup caminin kapısı da açılırsa eğer 1198 tarihli ahşap minber görülebilir.
Buradan daha da yukarıya, beton teknolojisinin de yardımıyla kalenin restore edilmiş burçlarından birinin üzerine çıkıp, Ankara’yı tepeden görmek mümkün. Hemen her şehirde bu tür tepeler ya da kuleler vardır aslında. Şehre gelen yabancılara onu çabucak algılama olanağı verir. Ama Ankaralılar, hemen her gün yaşadıkları yere uzaktan bakarlar burada. Balıkların denize uzaktan bakmasına benzer. Hayır kimse oltanın ucunda değil, bir benzetme bu, kötü bir espri. Gözün görülebileceği ne kadar yer varsa burada o kadar kapı vardır Ankara’nın geçmişine açılan. Cebeci Stadyumunu görenlere orada bulunan aynı isimli çayırda Ankara’nın ilk futbol maçlarının oynandığını söylerim. Ulucanlar hapishanesini gösterenlere oranın gediklisi Ankara kabadayılarını anlatırım. Kimse bir yere bakmıyorsa, Ankara’daki yeşil bölgelerin çokluğuna dikkat çekerim önce. O bölgeler askeridir ama yeşilse hâki, hemen sonra, bunu da belirtirim.
Kaleden İniş Mi Olur?
Geldiğimiz yoldan değil bir başkasıyla terkederiz Kale’yi. “Yeni Hayat” isimli ilkokulun önünden geçip, yazıda daha önce bahsi geçen Ahilerden birinin ismini taşıyan Ahi Şerafeddin Camisi’ne gidiyoruz. 13. yüzyılın ilk yarısında yapılmıştır cami. Hemen yanındaki türbenin önündeki aslan heykellerinden dolayı Arslanhane diye anılır daha çok. Ankara’daki ilk ahşap tavanlı camilerinden kabul edilir. Mihrabı, mihrabın alınlığında bitkisel öğelerin ortasındaki ejder motifi de camiyi biricik kılar. Ejderin Orta Asya Şaman inancında bolca kullanılan bir motif olduğunu söyleyelim de kimse “bu da ne!” demesin.
Arslanhane Cami’nden sonra da inişe devam ederiz. İlkönce, Kalenin çevresini almış, antikacı, halıcı, turizme adanmış dükkanların arasından yürüyüp gündelik hayatın içine gireceğiz. Merdivenli kestirme sokaklardan geçerek, Samanpazarı’nın yerli tekstil sokağını dimdik kesip tekrar Anafartalar Caddesi’ne çıkacağız. Karşıya geçer geçmez, bir başka kestirme sokaktan sola girince, işte hemen orada, geçip giden zamandan saklanan bir mahalleyi göreceğiz. İstiklal Mahallesi.
Eski Yahudi Mahallesi burası. Çoktandır ibadete kapanmış, yüksek duvarlarla korunan sinagogu görmek imkansız. Ama Sinagog’un hemen karşısındaki iki ev görmeye değer. Ankara Yahudileri, mahallelerini 50’li yıllarda bırakıp, Sıhhıye’deki Sezenler Sokağı’na gitmişler önce, sonra da dünyanın dört bir yanına dağılmışlar. Belli ki, hiç biri satmamış evlerini. Onun için, mahalle bütün dokusuyla olduğu gibi duruyor. Onun için, zamandan da, eli kazmalı modern yapıcılardan da saklanmaya devam ediyor.
Yahudi mahallesinin güzel sokakları denize değilse de Denizciler Caddesi’ne çıkar. Denizciler Caddesi, ismini bir zamanlar buradaki Aydos Oteli’nin yerinde bulunan Bahriye Vekaleti’nden alıyor. Cumhuriyet’in ilk dönem bakanlıklarından biri bu. Vekil ise Cebelibereket (Osmaniye) mebusu İhsan Bey. Atatürk’ün Çankaya sofrasının ilk dönem müdavimlerinden. İsmi, Yavuz-Havuz diye anılan, Yavuz isimli savaş gemisiyle ilgili bir yolsuzluğa karışınca, önce Çankaya’daki masayı, sonra da buradaki Vekalet Binasını terketmek zorunda kalır. İki yıllık hapisten sonraysa İstanbul’a, Boğaziçi’ne gider. Günlerini balık tutarak geçirirmiş. Şimdiyse caddenin sonunda yemekleri çok güzel bir esnaf lokantası yer alır. İsmi Boğaziçi’dir ve orada tek şey yiyemezsiniz, balık.
Gezi de Yazı da Bitiyor
İşte tam orada yani Denizciler Caddesi’nin başında biter gezi. Hemen ayrılmak isteyenler için ideal bir yerdir. Taksi Durağı üç adım, Kızılay’sa yürüyerek on dakika mesafede. Ama geziyi ve Ankara’yı konuşmak isteyenler olur diye katılanları, bir başka güzel yere, Suluhan’a çay içmeye davet ederim.
Çayımı içerken, hissederim. Herkes biraz daha buralıdır.
“Bir Varmış Bir Yokmuş Ankara” başlığı altında on-on beş yıl önce çeşitli dergi ve gazetelerde yayınlanan yazıları paylaşıyorum, yeniden. Bunu yapmamın nedeni bu yazılarda boncuklar bulmam değil, hatta bazılarını okuyunca “keşke hiç yazmasaydım” dediğim bile oluyor. Ama iyi ya da kötü çok değil on-on beş yıl öncesine dair kayıtlar bunlar. Bazıları şaşırtıcı. On yıl öncesinin mekanları kadar şehre ilişkin bazı davranışlarımızın da aynı kalmadığı aşikâr. Mekan altımızdan hızla kaydığından olacak ona bağlılığımız aynı hızla artıyor. Gerçi aşağıdaki yazının kapsadığı adreslerin çoğu değişmedi. Bir günlük Ankara gezisinde görülebilecek yerlerden bahsediyorum. Ama sanırım onlara bakışımız değişti. Çünkü daha çok geziyoruz Ankara’yı şimdilerde. Daha çok merak ediyoruz. Gezenlere destek, gezmek isteyenlere teşvik olsun!
(Ankara Magazine, Nisan 2006/Sayı 04)