İlk yazımda da değindiğim üzere Anadolu toprakları, bulunduğu enfes coğrafyası sayesinde müthiş çeşitlilikte ayak izine ev sahipliği yapmıştır. Devletlerin ve çağların en katıksız kültür aktarıcıları ise bu ayak izlerinin sahiplerinden biri olan seyyahlardır. Seyyahlar kültürün aktarılmasında büyük ve önemli yere sahiptir. Gelin birlikte Ankara’ya ayak basmış seyyahların Ankara için neler dediğine bakmaya devam edelim.
Bu yazı dizisinin ilk seyyahı Joseph Pitton De Tournefort. Osmanlı’ya uğramış seyyahların içinde en popülerlerinden biri olan Tournefort’un asıl amacı, Avrupa’da bulunmayan bitki çeşitlerini Avrupa’ya götürmektir. 1701 Kasım’ında Ankara’da bulunan Tournefort, şehirde var olan değişik ve çeşitli üzüm türleri karşısında şaşkınlığını gizleyememiştir. “Angora” yahut “Angori” olarak telaffuz edilen bu şehri Doğu’daki diğer tüm şehirlerden daha çok beğendiğini de dile getirmiştir. Aynı zamanda bu şehrin meyve bahçelerine ve bostanlara da bir yuva olduğunu belirtmiştir. Ankara armudunun çok leziz olduğundan da söz etmiştir.
19’uncu yüzyıl ve Birinci Dünya Savaşı sırasında Ankara’da bulunmuş olan seyyahların yazıları ise bir hayli ilgi çekicidir. Anadolu’nun içinde bulunduğu zor koşullar, kıtlık, yoksulluk kısaca savaş şartlarından neredeyse tüm yazar seyyahlar bahsetmiştir.
19’uncu yüzyılda Ankara’da bir nevi check-in yapmış olan Andreas David Mordtmann, Anatolien adlı kitabında bu zorlu koşullardan şöyle bahsetmiştir:
“…Ankara (Galatya ve Frigya) … vilayetleri topraklarının bereketi nedeniyle eskiden beri Türkiye’nin en zengin bölgeleri arasına yer almaktaydı. Burada yetişen buğday, Rusya’nın güneyindeki en dolgun başaklı türlerden daha ağırdı. Bölgede ayrıca arpa, meyva, akdiken vs. yetişmektedir. Tiftik keçisi tek başına bile bitmez tükenmez bir zenginlik kaynağıdır. Bakır, gümüş ve tuz madenleri de bulunan bölgeden geçen Kızılırmak ve Sakarya nehirleri rüzgar gülünün 32 yönüne kıvrıla kıvrıla akmaktadır. Fakat devletin doymak bilmez iştahı, bölgeye en ufak hizmeti vermezken o kadar ağır vergiler koymuştur ki sanayi tamamen ölmüş, sadece ziraat ve hayvancılık ayakta kalabilmiştir. Fakat ulaşım imkanlarının olmayışı b geçim kaynaklarını da kısır hale getirmektedir. Ürünlerin en yakın limana nakledilmesi o kadar masraflıdır ki tiftik (Ankara keçisinin Angora denen yünü) hariç, yerli malların Avrupa pazarlarında rekabete dayanabilmesi söz konusu bile değildir. Çeşitli yörelerde konuştuğum çiftçiler, alınacak yeni mahsule ambarlarda yer açmak için, yolların olmayışı yüzünden satamadıkları eski stokları suya atmak zorunda kaldıklarını anlattılar. Tam da bu yörelerde 18 ay boyunca, yani 1873 kışından 1875 ilkbaharına kadar, yakın tarihte benzeri görülmemiş bir kıtlık yaşandı. Bu felaketin tarihçesini yazmak amacımın dışındadır fakat bazı önemli olaylara parmak basmak ve vilayet idaresindeki aksaklıkların felaketin bu kadar korkunç boyutlara varmasında oynadığı rolü özellikle belirtmekte yarar vardır.” [1]
Bu alıntıyı bu kadar uzun uzadıya tutmamın asıl sebebi, Mordtmann’ın o günün koşullarını neredeyse tüm yönleriyle anlatabilmiş olmasıdır. Osmanlı’nın çöken ekonomik sisteminin nedenlerini görebildiğimiz bu anlatıda, çiftçinin, sanayicinin kısaca halkın beli bükülmüş ve eskiden yapılan güzellemelerin yerini bu tür gerçekler almaya başlamıştır.
Kıtlığın yaşanmasının en büyük sebeplerinden biri bu tür olumsuzluklara ek olarak 1873 yazında görülen kuraklıktır. 1873-1875 yılları arasında yaşanan bu kıtlık yüzünden artık ne Ankara’nın bostanları ne de meyve bahçelerinden hiçbir seyyah bahsetmemeye başlamıştır. Maalesef bu kıtlığın en çok vurduğu şehirlerden biri Ankara olmuştur.
Benim son dönem Osmanlı hakkında aktardıklarına en çok değer verdiğim isimlerden biri Yüzbaşı Frederic Burnaby’dir. İngiliz ordusunun istihbarat subaylarından biri olan Burnaby neredeyse bir sosyolog edasıyla gördüklerini gelecek nesillere bırakmıştır. Osmanlı mutfağının bir yabancı gözüyle daha iyi anlatılamayacağını düşünüp bu gözlemlerle sizi baş başa bırakıyorum:
“Konuklardan biri, “Türk müziği, Türk yemekleri gibidir” diye görüş belirtti. “Bir dizi sürprizdir. Orkestra şefi , andante’den, herhangi bir crescendo’ya gerek görmeden, ani bir yarış temposuna geçer. Aşçı da aynı şekilde davranır; bize bal kadar tatlı bir yemek yedirdikten sonra, midelerimizi, sirke kadar ekşi bir sosla şaşırtabilir. Bir an balık yerken, bir sonra da muhallebi yiyebiliriz. Derken, önümüze bir sebze konulur, midelerimiz buna alışamadan ise tatlı bir çorbanın lezzetli bir tatlıyla servisi yapılır.” [2]
Yediği yemeklerin hem alaturka hem de alafranga olması aynı zamanda mutfağın 19’uncu yüzyıldaki değişimi ve dönüşümünün görülmesi açısından müthiş kıymetlidir. Batı etkisinin gündelik hayatın neredeyse her alanında gördüğümüz bu yüzyılın mutfak kültürünü kaburga dolmasının ardından servis edilen Noel pudingi olarak bir cümlede özetlemek hiç de yanlış olmayacaktır. Tabii ki bu bahsedilen halkın mutfağı değil, elitlerin mutfağıdır.
Anadolu’daki savaşın izlerini aktaran bir diğer seyyahımız ise Bela Horvarth’dır. 19’uncu yüzyıl sonu, 20’nci yüzyılın başında oldukça fazla Anadolu şehrine gitmiş olan Horvarth, Türkoloji alanında araştırmalar yapan bir doktordur. Ankara’ya doğru olan yolculuğunda hasat mevsimi gelmesine rağmen tarlaların neden biçilmediğinin nedenini soran Horvarth, cevap olarak bu işleri yapacak kimsenin kalmadığını, herkesin siperlerde olduğunu öğrenmiştir. Bu sayede savaşın, Anadolu ekonomisini ne denli etkilediğini görebilmekteyiz. Horvarth, kahvaltıda mısır ve çikolata yediğinden de bahsetmiştir. Bu bahis bize bir kere daha Batı’dan gelen tüketim maddelerinin ne denli insan hayatının gündelik pratiklerine adapte olduğunu gösteriyor.
Ezcümle, Ankara’nın seyyahlar arasında bu kadar popüler bir uğrak noktası olması esasen şehrin kimliğiyle yakından ilişkilidir. Antik çağdan bu yana, üzerinde nice devletlerin onu ele geçirmek için savaş verdiği Ankara’nın kültür tarihi, seyyahlar sayesinde enine boyuna okunabilmektedir.
Kaynakça:
[1] Ankara Kalkınma Ajansı, Ş. Nezih Kuleyin (haz.), Seyyahların Gözüyle Ankara, 2017, s. 59-60.
[2] Kuleyin, s.63.