MeselelerYaşam

Ankara’da Nasıl Yaşanır?

Ankaralının Ankara’ya, fanatikliğe varmayan bir sempatisi vardır. Herhangi bir şehrin en iyi yanının Ankara’ya dönüşü olduğunu düşünmeyiz biz; tüm şehirleri birbirinden bağımsız sever veya sevmeyiz. Ankara’nın bize ait köşelerini sever, kedi gibi oralara kıvrılır, sevdiklerimizi oralara götürürüz. İstanbulluların Ankaralılara muhallebi çocuğu muamelesi yapması pek medeni bir durum olmasa da kabul etmek lazım, mülayim bir yanı var Ankara’nın. Kimse İstanbul’u yenmeye geldiği gibi cengaver bir tavırla Ankara’yı yenmeye gelmez. Zırhlarımız, olsa olsa koyu renk paltolarımız ve KPSS hazırlık kitaplarımızdır. Diyelim ki siz de bir sebepten Ankara’ya geldiniz ve hoş geldiniz. Görür görmez âşık olmadınız. Haklısınız. Pek çoğumuz olmamıştık.

Buralı olana daha yakından, daha dar bir çemberde yaşayarak bakmaya başladığınızda Ankara sizin için herkesin adınızı bildiği bir kasabaya dönüşmeye başlar. Eskinin Ezgi’si, Filiz’i, Sakal’ı biraz böyleydi. Tuhaf ama, sizi taşralı olmaktan koruyacak şey de aslında bu yerellik ve aidiyet olacaktır. Sonra daha geniş bir ufka baktıracak, yeni dünyaları merak ve kabul ettirecektir. Az seçenek, odaklanma mecburiyetini; mecburiyet ise madem buradayız, daha yakından bakalım ve anlaşmaya çalışalım’ı getirecektir.

Fotoğraf: Jorge Franganillo

Ankara’da insanlar tanımalısınız. Zaten burası six degrees of seperation* teorisinin harman olduğu yer. Ankara’da, birinin kağıt parasının döne dolaşa sizin cebinize girdiğinden emin olursunuz.** Bu yazıyı okuyan herkes bir masada bir araya gelse hepsinin bir ortak tanıdığı vardır. (Bu, bizim üniversite yıllarımızda bir korsan CD’ciydi örneğin). Aynı zamanda pek çoğumuz, karşılaşmak istemediği “o kişiyle” er ya da geç, Kızılay’da karşılaşacaktır.

Fotoğraf: Yiğit K.

Ben kendime bir Ankara kurana kadar 7 ayrı evde yaşadım. Sonra, oturduğum sitelerden birinin adı öyle güzeldi ki (Umut Yolu), oradan başlayarak yürüyüş rotaları çizmeye başladım. Kırmızı İkarus’un körüklerinin önündeki demirlere tüneyip walkman dinledim; Adilhan’da sahaf gezip Philip Roth ve Truman Capote kitapları aradım; İpekçi Cemal’den keçeler, kurdeleler ve kim bilir hangi harika projem için daha ne malzemeler aldım; sevgilimle Batıkent metrosu girişinde oturup dondurma yedim; kendimizi Cinnah’tan aşağı bırakıp, uçar gibi yürüdük. Sokaklardan yaprakları süpürüyorlar, mevsimler değişiyor, Kurtuluş’taki buz pateni pistinin yerini boşluk alıyordu. Yıllar geçiyor, bir zamanlar orada bir Kavaklıdere Sineması olduğu ve orada izlediğimiz Buena Vista Social Club filmi Tunalı semalarında asılı kalıyordu. Büyüdük, işlere girdik. Tek bir kitapçımız, tek bir pidecimiz, tek bir çaycımız olan yaşlara geldik. Sevmeyi, değişmeyi, değiştirmeyi, direnmeyi, vazgeçmeyi öğrendik. Şehirde gözü boğan ve gönlü daraltan binaların arasında veya Göksu’nun kenarında yürürken hayattan, sanattan, insanı insan eden şeylerden konuşmayı öğrendik. Ankara ancak insanca şeyler paylaşınca gerçek bir ev oluyordu. Pek çok şehir böyle değil mi?

Coğrafyanın kader olduğu söylenir. Ancak insanın coğrafyayı yeniden yarattığı da olur. Kıyısında soluklanacağınız bir deniz olmadığı için kendi manzaranızı kendiniz kurmanız gerekecek ve bunu yapmak vakit alacaktır. Peki bir şehirde, hele ki ahım şahım manzaraları ve ilk görüşte gönül çelen simgeleri olmayan bir bozkır şehrinde gerçekten yaşamaya başlamak ve onu sevmek için ne yapmalı?

Pinterest

  • İnsanlar tanıyın ve yapabiliyorsanız kendinize iyi bir dost bulun.
  • En az iki tane yürüyüş rotası çizin ve yürümeye başlayın
  • Kendinize manzaralar icat edin. Bunun için şehre bir orasından bir burasından, gün doğumundan, günbatımından ve gecesinden bakın. Mümkünse yanınızda sizinle birlikte bakan biri olsun.
  • Bir kursa yazılın. En az dört hafta/seans sürsün.
  • Şehirde yürürken müziği deneyin. Kolej’in bir şarkısı olsun. Opera’nın bir şarkısı olsun.
  • Farklı yerler keşfetmeyi sevebilirsiniz ama tek bir çaycınız/kahveciniz olsun. Adını bilin, adınızı bilsin.
  • Bir kitapçınız olsun. O kitabı her yere sorun ama orada bulun. Bulamazsanız siz internetten sipariş vermeyi düşünürken sizin için kitabı o getirtsin.
  • Bir komşu seçin ve onu tanıyın, onu dinleyin, tatile gittiğinde kedisini size emanet edebilsin.
  • Anahtarı içeride unutup kapının önünde kaldığınızda kapısını çalabileceğiniz, “çilingir gelene kadar bizde bekle” diyecek biri olsun.
  • Sanat rehberlerine, bültenlere abone olun. Belki şehre bir film gelir, müzik dinlemeye veya bir sergiye gidersiniz.
  • Sevdiğiniz bir yer bulun ve oraya sevdiklerinizi götürün.
  • Sevdiklerinizi birbirleriyle tanıştırın.
  • Ve elbette bir tek sevgilinin dünyanın ve şehirlerin gerçeğini değiştirebileceğine de inanın.***

Ankara’nın denizi gökyüzüdür, derler. Ankara’da gökyüzünün açmadığı, hani Güvenpark’ın, Gar’ın içinden geçmeye gönlünüzün elvermediği günlerde, insanlarınıza, müziğinize ve daha iyi bir ihtimale inanmaya tutunmanız lazım. Gerisi gelir. Sonra bir bakmışsınız mevsimler dönerken oturmuş On the Sunny Side of the Street eşliğinde Ankara güzellemeleri yazıyorsunuz.


*Six degrees of seperation: Bir insanın dünya üzerindeki herhangi bir insana yalnızca 6 kişi uzaklıkta olduğunu söyleyen teori.
**Bülent Ortaçgil-Eylül Akşamı
***Murathan Mungan-Sevgili (Şarkısını da Sezen Aksu söylemiştir)
**** Yazıda bahsi geçen tüm şarkıları Lavarla Spotify hesabından dinleyebilirsiniz. 

1 Comment

  1. How I Met Your Mother’da Subway Wars adlı bir bölüm vardır. Neredeyse altı yıldır New York’ta yaşayan Kanadalı Robin, hâlâ gerçek bir New Yorker olamamıştır. Gerçek bir New Yorker olmak içinse belli şeyleri tecrübe etmek gerekir: Metroda yüksek sesle ağlamak, başkasının binecek olduğu taksiyi çalmak, çıplak elle bir hamam böceği öldürmek. Ben bu yazıyı her okuduğumda o bölümü hatırlıyorum. Gerçek bir Ankaralı olmanın kurallarını listeliyorum sonra; karşılaşmak istemediğin o kişiyle Kızılay’da karşılaşmak mesela (o kişi aslında başka bir şehirde yaşıyor olsa bile, karşılaşıldı) ya da bir masada arkadaşınla otururken diğer bir masada ikinizin ayrı ayrı tanıdıklarınızın oturuyor olması kalkıp ayrı ayrı selamlaşmanız, koştura koştura Büyük Tiyatro’daki bir oyuna yetişmek, Konur’da ara katlardaki bir barın müdavimi olmak gibi gibi. Hasılı kelam, Ankara’nın bana ait köşelerinde kedi gibi kıvrılmayı ve arkadaşlarımla beraber olmayı özlemişim.

Bir Cevap Yazın