“Çağımızda geçmiş yüzyılların bilmediği, kısa ömürlü bir yaratık yaşıyor. Sinemadan çıkmış insan. Gördüğü film ona bir şeyler yapmış. Salt çıkarını düşünen kişi değil. İnsanlarla barışık. Onun büyük işler yapacağı umulur. Ama beş-on dakikada ölüyor. Sokak sinemadan çıkmayanlarla dolu; asık yüzleri, kayıtsızlıkları, sinsi yürüyüşleriyle onu aralarına alıyorlar, eritiyorlar,” [1] böyle yakınmıştı Bay C., bu satırları okurken, sinemayla böylesi bir bağ kur(a)mamış biri olarak aklımdan geçen, bir oyundan çıktığımda hissettiklerimdi. Elbette biz tiyatrodan çıkmış insanların da 20. yüzyılın hediyesi bu yeni tür yaratıkla, ortak ve farklı yanlarımız vardı. En önemli ayrım ise, kuşkusuz, tiyatronun yüzyıllar öncesinden, etten kemikten ve şimdiden ibaret bedenlere ruh üfleye gelmiş olmasıdır.
Sophokles’in ya da Shakespeare’in tragedyalarını düşünelim, Oidipus her şeyi öğrenip de “Doğurmamalıydı beni doğuran, birleşmemeliydim birleştiğimle, öldürmemeliydim öldürdüğümü,”[2] diye haykırdığında ya da Leydi Macbeth bir türlü temizlenmeyen ellerini derilerini soyarcasına yıkarken, kanımız çekilir, göğsümüz daralır. Anna Karenina, aşkı ve çocuğu arasında kaldığında ya da kocası bağışlasa da kendisi bağışlayamadığında kendini, bavullar yerinden kalkmıyor, sevdadan da vazgeçilemiyorken; bir deli, yeraltından, sahteliklerle örülü ilişki biçimlerimizi kibirli kibirli yüzümüze haykırdığında; bir kadın belki de tüm hemcinsleri adına öldürdüğü bir erkeği küvetinde piranalara yem ediyorken; yine bir kadın kocasının sevgilisiyle aynı evde yaşamaya başlıyorken; abisinin yazdığı gotik öyküleri gerçeğe dönüştüren saf ve hastalıklı bir seri katilin peşinden gidilirken; tüm dünyevi hırslarımız bir beyaz dev balinada cisimleşiyorken ve tüm ateşli silahlar bizim de kalbimize bir kurşun sıkıyorken, bize bir şeyler olmuştur. Az önce seyrettiğimiz oyun, bize bir şeyler yapmıştır.
İnsanlarla olmasa da yazgısıyla barışır tiyatrodan çıkmış insan, büyük işleri başarma arzusuna değil, küçük şeylerin sevincine tutunur. Açgözlü hırsların, haksız kavgaların kaçınılmaz sonunu bilir. Bedbaht yaşamlarla karşılaşmanın bizdeki diğer bir tesiri, o kişilerin yerinde olmamak sevincidir, talihsizliği paylaşmıyor olmak. Bencil fakat iyimser. Böyle şeyler benim başıma gelmez hissi, kötülüğü kendinden ve yakınlarından uzak bilmek öngörüsüzlüğü. Yine de kendimizi onların yerini koymaktan, “ne yapardım” sorgusundan kaçamayız.
İki maskesi var kadim sanatın, biri ağlar biri güler. Shakespeare’in yanlışlıklarla ve tesadüflerle örülü sonu mutlu biten komedyaları, Molière’in abartılı tiplemelerinin çağlar sonra bile etkisi azalmayan güldürüsü. Kızını zengin kocayla evlendirmek isteyen kadınlar, yalnızlıklarından bunalan yaşı geçkin öfkeli erkekler, parayla kendisine bir eş bir kız evlat bir de arkadaş edinenler, radyo-yu hümayun kurulsun da beni paşa yapsınlar diye umanlar, eve gelen satıcılar nedeniyle yuvası dağılanlar, iş başvurusuna diye gidip hayat dersi alanlar… Gündelik hayatımızın olağan aktörlerini, yadırgamamız gereken ama alıştığımız yanlarını dev aynasında izler güleriz. Eğleniriz ama seyrettiğimiz oyun, fark ettirmeden, iğneyi de çuvaldızı da bize batırır.
Oyunu seyrederken ve temsilden çıktıktan hemen sonra, Opera Binası’ndan Kızılay’a yürürken ya da Tunus Caddesi’nden aşağı salınırken, aklımızı kurcalayan, gözümüzün önünde tekrar tekrar dönüp duran sahneler vardır. Bir mizansen de bizim içimizde kurulur, zaten yargılanmış olan bir kez daha yargılanır. Hüküm verdikten sonra, herkesin ilgisi, dikkati öznelliğine dağılır, kendi yaşamına benzeyişler bulur, daha önce anlamlandıramadığı ama şimdi mana kazanmış hatıralara döner bakışları, bu defa o anlar dönüp durur hafızasında. Buruk bir gülümse yerleşir yüze, hayat zamanda iz bırakmaz/ bir boşluğa düşersin bir boşluktan.[3]
Bernhard’ın, ne kadar yavaşsa o kadar düşünmeye imkan veren yürüyüşlerine benzer bir şekilde, kalabalık caddelerin gece tenhalığını usul usul adımlarken, merakım bazen kulise yönelir. Başrollerin birbiriyle aşk yaşayıp yaşamadığını, yaşını başını almış oyuncuların bazı sabahlar yıllar önce canlandırdıkları bir karakterin yüzüyle uyanıp uyanmadıklarını, aynada en çok kimi gördüklerini, sahnede uzun tiratlar söylerken ütüyü fişte bırakıp bırakmadıklarının akıllarına gelip gelmediğini, suflörün günlük hayatta da sufle verip vermediğini, telefonlarını kapamayı ihmal eden seyirciye nasıl tahammül edebildiklerini, Selim İleri’nin Cumartesi Yalnızlığı’nda bahsettiği gibi rolü alabilmek uğruna başarısız estetik ameliyatlar için bıçak altına yatıp yatmadıklarını, acılarını, pişmanlıklarını ya da Tarık Buğra’nın İbişin Rüyası’nda olduğu gibi trajik bir aşk öyküsünün, asıl perde ardında sahne alıp almadığını bilmek ister, oyuncuların mimiklerinin jestlerinin ardındaki hikâyeyi düşlerim.
Sinemadan çıkmış insan, kaba kalabalıkların arasında eriyip gider, tiyatrodan çıkmış insan için de farklı değildir durum: Sokak tiyatrodan çıkmayanlarla dolu. Uzak bir sahneden eve dönerken trafikte yaşanabilecek olumsuz bir hadise, haberleri seyretmekle gelen umutsuzluk, ertesi sabah mesai stresi ve yoğunluklar sebebiyle unutkanlık. Büyü bozulmaktadır, ancak içimizde bir yere işlediği için, gün yüzüne çıkacağı vakti bekleyecektir, kimi zaman oyunun adını, oyuncuları, sahneyi hatırlamazken, bir kesit zihnimizde yeniden canlanacak, bir cümle dudaklarımızdan dökülecektir.
[1] Yusuf Atılgan, Aylak Adam, YKY, 2013, s.18
[2] Oidipus, Sophokles, Çev: Bedrettin Tuncel, Türkiye İş Bankası
[3] Âttila İlhan, Elde Var Hüzün