2019 Sonbaharı benim için hayatın olağan akışında pek çok şeyin değiştiği gerçeğiyle yüzleşmeye çalıştığım bir dönemdi. Ankara, uzun zamandır hayatımı sürdürdüğüm evimdi. Bu uzun süre zarfında pek çok güzel insanla tanışmış ve beni hep evde hissettiren dostluklar kurmuştum. Ayrılığın aklımın ucundan dahi geçmeyeceği ve sanki her anımda yanımda kalacak olan arkadaş gruplarının orta yerinde, etrafta olan biteni sorgulamadan yaşamımı sürdürüyordum. Sonra o malum kırılma anı gerçekleşti. Eğitim hayatını başkentte benimle geçiren yığınlar ekonominin gerekliliği ve beyaz yakalı olabilmenin tatsız ama zoraki gerçekliğiyle birer ikişer farklı şehirlere dağıldılar. Bu dağılma sürecinde başı tabii ki İstanbul çekti. Benim neden Ankara’da kalmak için direndiğime şaşırmış gözlerle bakan dostlarıma verecek bir cevabım yoktu. Fakat nedense tüm planlarımı bozkırın orta yerinde soğuk bir hayatta kalma mücadelesini sürdürmek üzerine yapmıştım. Öyle de oldu. Herkes birer ikişer eksilirken ben Ankara’da kaldım. Benimle burada kalmayı tercih eden bir avuç insanla birlikte bu soğuk şehirde direniyorduk.
Herkesin bir hikâyesi, her hikâyenin de bir sonu vardı. Özlem duyduğum pek çok şeyin artık benim için ulaşılabilir olmadığını kabullenmiştim. Evet, bu kabullenme sürecini belki de bir şekilde atlatmıştım ama yıllar boyunca süregelen tüm sosyalleşme alışkanlıklarım dostlarımın şehri terk etmesiyle birlikte ortada kalmıştı. Bana sormadan bir uzvum bedenimden kopup gitmiş gibiydi. Yeni hayatıma uyum sağlamak için çaba göstermem gerekliydi. Fakat buna yetecek enerjim de yoktu. İşte o anlardan birinde benim gibi Ankara’da kalmayı tercih eden sayılı dostlarımdan Ozan ile ODTÜ kampüsünün popüler sayılabilecek bir köşesinde kahvemizi yudumlarken ilk kez adı geçmişti Yuna’nın. Ozan Kennedy’de el yapımı çikolataları olan butik bir mekândan bahsediyordu. Ben ara sıra uğruyorum, çikolataları nefis, bir ara beraber de gidelim, demişti. Bu konuşmanın üzerinden çok geçmeden hayatta pek fazla rastlanmayan keyifli anlardan biri denk düştü. Kutlanacak bir başarı hikâyem olmuştu ve Ozan bu kutlama anı için Yuna’da bana limonlu kek ısmarlamayı önermişti. Keyfimin yerinde olduğu bir akşam vakti bir kahve ve limonlu kek eşliğinde, daha önce adını duyduğum fakat hiç gitmediğim bu küçük dükkânda aldık soluğu. Kutlanacak şeyler vardı, yalnız hissedilen bir dönemde ve biraz buruk da olsa.
İşte böyle bir dönemde tanışmıştım Yuna Handmade Chocolate ile. Nefis pasta ve çikolatalar, Melis’in maharetli ellerinden çıkıyordu. Hemen her zaman sohbet edecek insanlara rastlamak ise çok olağandı. Tatlı ve çikolatalar güzeldi fakat bu küçük dükkâna uğramak için öncelikli amacım hiçbir zaman bu tatlılar olmayacaktı. Canımı sıkan bir şeyler yaşadığımda, asla bitmeyen bir makalenin ya da yazının teslim tarihi yaklaştığında, keyfim yerinde olduğunda ya da tam tersi dertlerden gözümün önünü göremez olduğumda soluğu Yuna’da aldım. Bazen kendimi gün aşırı Kennedy’de buluyordum. Bazen birkaç ay hiç uğramadığım oluyordu. Fakat her seferinde muhakkak bir tanıdıkla rastlaşıyor, sohbet ediyorduk. Siparişler yetişsin diye çikolataları paketlediğimiz bir akşamın sonunda Rubyli Cheesecake’i hak etmiş olmanın tatmini ile geç saatlere dek esnafçılık oynadığım da olmuştu, kepenkleri indirip laflaya laflaya Tunalı’dan Kuğulu Park’a uzanmışlığım da. Bu geçiş döneminin zorluğunda bu küçük dükkânda Ankara’daki yeni hayatımı tanımlama fırsatı sunmuştu bana Yuna. Örneğin, gündemin Amerika’daki seçimler olduğu bir dönemde yan masada oturan Columbia’lı müşteri ile Barney – Biden mukayesesi yapıyor, Melis’in denediği yeni ürünlere isim önerisi sunuyor, pek çok insan tanıyıp bu insanların hayatlarındaki kırılma anlarına şahitlik ediyordum. Sıkıcı geçen bir doğum günümde kendimi birden henüz o gün tanıştığım insanların bana doğum günü şarkısı söylediği bir anı da ilk kez burada yaşamıştım mesela.
Yine yazının başında değindiğim rutine dönmüştü her şey. Ankara’da yeni bir varoluşa alışmış, pek çok güzel insanla tanışmıştım ve Yuna’ya uğradığım günler de epey seyrekleşmişti. Ayrılığın aklımın ucundan dahi geçmediği ve ben hayatıma devam ederken benimle birlikte Ankara’da hayatına devam edeceğini düşündüğüm o küçük dükkân Kennedy’deki köşesinde sonsuza dek var olup gidecekti. Fakat hayat olağanca hızıyla akıp giderken bizden bağımsız pek çok değişken de ortaya çıkıyor, bu akışı yerle bir edebiliyordu. Belki de her şey olması gerektiği gibi ilerlemişti. Fakat ben rutinin bana sağladığı güvenli sırça köşkümden olan biteni göremez haldeydim. Dükkâna son uğradığımda mekân ile özdeşleşmiş tabelasından bir harfin düştüğünü fark etmiştim. Belki de düşen o küçük “e” harfi çok önceden bir mesaj vermeye çalışmıştı bana ama ben anlayamamıştım.
Yıllar önce lisans hayatını Londra’da tamamlayan bir yazar ile ayak üstü sohbet etme şansım olmuştu. Ankara’ya dair konuşmaya başladığımızda bana kendi gençliğinden birkaç ikonik mekândan bahsetmişti. Hiçbirini bilmiyordum. Çünkü bir dönem insanların hayatlarında büyük yer kaplayan ve şehirle bütünleşmiş pek çok mekân belli başlı sebeplerden kapanıp gitmişti. Kent hafızasını şekillendiren, bir şehri var eden ve o şehrin sakinlerinin ruhuna işleyen pek çok unsurdan biriydi oysa o kente özgü ikonik mekânlar. Ankara’nın kendine özgü mimarisini oluşturan pek çok kült eser ve binayı dahi koruyamazken birkaç küçük esnafı korumamız da beklenemezdi elbet. Fakat kent hafızasına yapılan bu acımasız kürek vuruşlar birilerimizin ilkokul yıllarına, birilerimizin çocukluk aşklarına, anne babaları ile olan anılarına da vuruluyordu elbet. Dağılıp gidiyorduk. Aynı konuşmada sohbet ettiğim yazar, tam yirmi sene sonra Londra’ya döndüğünde, öğrenciyken uğradığı küçük kahve dükkanına yeniden gittiğini, her şeyin yerli yerinde olduğunu, kahvenin tadının dahi değişmediğini söylemişti bana.
Bu sohbet beni biraz sancılı bir düşünce sürecine itmişti. Okuldan çıkıp Beşevler’in yerli yerinde durduğunu düşündüğüm kimliğinin aslında gerçekten hâlâ o semti betimleyip betimlemediğini düşündüm. Belki de benim tanıdığım bu semt, sınavdan önce kahve içtiğim dükkân, sabah simit aldığım fırın benim gerçekliğimdeki Beşevler’i oluştururken beş sene sonra semte döndüğümde beni bekleyen bambaşka bir Beşevler kimliği olacaktı. Bu düşüncelerle etrafı süze süze üçüncü caddeye, oradan da yedinci caddeye uzandım. Az evvel düşündüğüm her şey kendi kendine çözülmeye başlamıştı. Beşevler-Bahçelievler arası bırak beş senelik bir süreci henüz üç ay öncesinden bile farklıydı. Bir ara pıtrak otu gibi her yerde biten lokmacılar kapanmış, yerini ucuza döner yapan restoran zincirleri almıştı. Bir dönem her gün gittiğim üçüncü nesil kahveci dördüncü kez el değiştirmişti. Selam vermek umuduyla her girişimde yeni bir işletmeciyle tanışır ve kahveyi nasıl içtiğimi öğretmeye çalışır olmuştum. Birkaç ay sonra yine aynı uğraşa girmek zorunda kalacağım için boşa giden bir zaman dilimi haline gelmişti bu kahveyi nasıl içtiğimi anlatma uğraşı. Öte yandan fakülteye başladığım sene özellikle Emek civarında Bahçelievler ismine yakışan pek çok küçük bahçeli bina kentsel dönüşümle harika birer rezidans olmuştu çoktan. Fakat neyse ki yolu sağlı sollu kaplayan devasa ağaçlar yerli yerindeydi şimdilik. Fakat esmer ve tatsızdı. Şehrin göbeğinde ne aradığını çok merak ettiğim hafriyat kamyonları birer ikişer etrafı çamura bulaya bulaya ilerliyordu. Bir dönem okula yakın olduğu için gündüz vakti uğrayarak Fransa Bisiklet Turu’nu izlediğim mekân, bir nargile kafe olmuştu. En yakın iki arkadaşımla neredeyse her hafta sonu uğradığımız, nice coşkulu gol sevincini paylaştığımız bir başka mekân ise devasa bir kahve zincirinin yeni şubesiydi artık.
Yuna, bu kısa koşunun etrafında Ankara’da bir belirip bir kaybolan güneş gibi solup giden pek çok mekândan biri olmuştu. Üstelik sevdiğim pek çok insana bir ara Yuna’da çikolata ısmarlama sözü vermişken. Uzun süredir uğrayamadığım dükkânın kapanma haberini buruk ama yeni bir başlangıca ulaşmanın heyecanıyla vermişti Melis. Yuna kapanmıştı. Fakat bu üzücü haberi veren mesaj bunu kutlamamız gerektiğini hatırlatıyordu bize. “ve rengarenk vedalar vardır, kutlanmaya değer.”
Kapak görseli: ugurcanow