|
Getting your Trinity Audio player ready...
|
Müziğin tarihsel seyrini izlemek; toplumsal bir isyanın sesinin endüstriye içerilmesiyle dönüşümünü görmekten, daha kitlesel olabilecekken elit bir kitleye sıkışmasına kadar çeşitli süreçlerini de yakalamayı sağlıyor. İşte tam da burada müziğe bakmak, sadece müziğe bakmak değil; hegemonya mücadelesinin kültürel ayağında farklı dönemlerde farklı coğrafyalarda nelerin yaşandığına da bakmak anlamına geliyor. Ülkemiz özelinde, caz müziğin bize ulaşmasından bugün farklı boyutlarıyla algılanan parçalarını kapsayan çatısının çatılmasına kadar geçen sürece bakınca, Türkiye-ABD ilişkilerinden ekonomik ve kültürel sermayenin etkisine dek birçok unsurun izlerini görmek mümkün. Bu izlerin takibi konusunda caz festivalleri de yıllar içerisinde önemli veriler sunar hale gelmiş durumda. ABD’yle ilişkilerin kültürel yansımalarından resmi politikaların Batı müziğiyle olan dansında dönem dönem değişen koreografilere dek yolculuğun farklı duraklarında etkisi hissedilen şeylerle birlikte bu müziğe yönelimin değişiminde belki de en çok odaklanılması gereken, özgünlük arayışına verilen yanıtların boyutu.
80’lerin özgünlük arayışı
“Özgünlük” ve “arayış” yan yana durunca, Türkiye özelinde aklıma ilk gelen isimlerden birisi Erkan Oğur. Kendisinin Çekirdek Sanat Evi’nde kaydedilip el çizimi kapağıyla sınırlı sayıda üretilen kasetlerle dağıtımı yapılan albümünün ismi de “Perdesiz Gitarda Arayışlar”. Tam da o yıllarda, yani 80’lerde, darbe sonrası büyük bir sarsıntı geçiren ülkemiz sosyo-kültürel atmosferindeki “yeni”nin arayışı sanatsal form özelinden ilerlediğinde bile başka dönemlere göre çok daha kolay bir şekilde politik olana içerilebiliyor, en azından o arayışların sonucu ortaya çıkan üretimlerle buluşan insanlarda o boyutta bir heyecan yaratabiliyordu. İşte, Anadolu ezgilerinden caz müziğe, şarkı yazarlığı ekolünden deneysel çalışmalara kadar farklı tarzları harmanlamayı “özgünlük” temelinde önceleyen Çekirdek Sanat Evi’nden, aynı dönemde cazı bir müzikten çok bir kültür olarak algılama imkanını hatırlatan festivallere kadar birçok farklı kültür-sanat odağı bu sebeple alternatifliği ve yol açıcılığıyla birlikte anılıyor.

80’li yıllarda düzenlenen ilk uluslararası caz festivali, sonradan devamı gelmeyen bir girişim. İstanbul Filarmoni Derneği’nin öncülüğünde düzenlenen festivalin broşüründeki ilk sayfada yer alan şu ifadeler dikkat çekici: “Bu olağanüstü müzik şöleninde yer alacak usta icracıların, yaratıcıların, dünyanın ortak sesine katılma yolunda arayışlar içinde bulunan Türk Hafif Müziği’ne de katkıları olacağı açıktır.” (1) Batı’nın popüler müziğinin etkisiyle ülkemizde gelişen “pop müzik” için, her ne kadar bu müzik çok farklı tarzları kapsasa da o dönemlerde tek bir ifade olarak kullanılan “Türk Hafif Müziği”ndeki arayışın, 12 Eylül askeri darbesi öncesi ülkenin toplumsal dinamiklerinin etkisiyle ve özellikle Anadolu pop/rock damarından ilerlerken politikleşmesi akla geliyor bu noktada. Darbe sonrası bu yönelimin durdurulması için doğrudan baskıyla uygulanan politikalar sonucu Anadolu pop/rock’ın sönümlenmesi ve aranjmandan “Türkçe Hafif Müzik” dışında kalan arabeske dek etkisi hissedilen politikleşmenin bu alanlarda da engellenmesi ise açıkça ifade edilse de edilmese de bu arayışın önemli sebeplerinden biri. Böyle bir atmosferde bakanlıkların desteğiyle gerçekleşen festivalde Doğu Bloku ülkelerinden ekipleri görmek de ayrıca ilginç bir detay.

Bilsak Caz Festivali’nin arayıştaki rolü ve sürdürülebilirlik
Yenileri yapılmayan bu festivalden birkaç yıl sonrasında düzenlenmeye başlayan ve 80’lerin alternatif kültür-sanat mekanlarından birisinin de ismini taşıyan Bilsak Caz Festivali ise toplumsal arayışa çok boyutlu/disiplinli bir yaklaşımla cevap vermeye çalışan bir inisiyatifin elinden çıkan bir işin, özgünlüğü ve alternatifliği önceleyen bir bakışla cevap üretebilmesinin güzel bir örneği. Zaten bu yüzden “Türkiye’de caz” deyince birçok kişinin bu festivali benzer heyecanla hatırlaması boşa değil. Onlardan birisi de Orhan Tekelioğlu. Bilsak’ın kurucusu Mustafa Kemal Ağaoğlu’nu andığı yazısında bu mekanın aslında Ağaoğlu’nun daha önce kurucusu olduğu yazar ve çevirmen kooperatifi Yazko’nun bir devamı gibi düşünülebileceğini söylüyor ve caz festivali hatırlanırken hissedilen benzer heyecanın sebeplerini de daha anlaşılır kılıyor:
“Yine de Bilsak Caz bir festival olmaktan çok öte, tipik bir Bilsak projesi ürünüdür, bu nedenle başka türlü ‘okunması’ gerekir.”
“MKA, sadece kişisel tercihi olan caz müziğine odaklanmaktan çok, var olan ama pek de duyulmayan müziklerin, özellikle gençlerin dinlediği müziklerin Bilsak’ta bulunmasına özel bir önem veriyor.”
“Bir ‘köprü-mekân’ olarak düşünülebilir Bilsak, ‘sol’ ile solcuların ‘burjuva’ diye küçümsedikleri ama pek de bilmedikleri kültürün kesiştiği ve giderek melezleştiği bir ‘kültür merkezi’. Solun ‘şehir kültürü’ ile tanışması, onun sadece ‘burjuva’ olmadığını, içinde muhalif unsurlar (rock müziği, cazın kölelik ile ilişkisi) da taşıyabildiğini fark ettirmesi ve bence daha da önemlisi, o ‘burjuva’ denen kültürün özellikle genç mensuplarına da ‘sol’ kültürü açması.” (2)
Üzerinden 45 yıl geçse de etkisi günümüzde hala hissedilen ve “bitmiş bir süreç” gibi bakamayacağımız 12 Eylül gerçekliği içinde kendisine yeni formlar arayan kültürel arayışların Bilsak çatısı altındaki yolculuğu, bir ekonomik modelle hareket edilmesi gerektiğinde ortaya konabilecek alternatifleri de hatırlatıyor. Yine bu konuda Tekelioğlu’nun yazısına bakabiliriz:
“Tabii ki maliyet, hem festival gibi bir organizasyonda hem de Bilsak gibi bir merkezde en önemli meselelerden biri. Bu noktada da MKA önemli bir dizi çözüm üretiyor. O dönemki asistanı Zeynep Yerdelen’den öğrendiğim kadarıyla, sürekli sponsorluk arayışında MKA, sanırım hâlen bazı solcular için “sinir bozucu” bir çaba ama artık “normalleşmiş” bir pratik. İkinci gelir kaynağı ise daha da ilginç: Catering. Elinde Tuğrul Şavkay gibi bir danışman da olup nitelikli yemek işini öğrendikten sonra, Bilsak Catering ciddî bir gelir kaynağı olarak merkezi desteklemeye başlıyor. MKA, bu konularda da işbilir biri olmalı ki, örneğin AKM Fuaye alanının catering işini alabiliyor.”
90’lardan bugüne dek uzanan sürece baktığımızda, İstanbul merkezli ve kurumsallaşmış festivallerde bankalar başta olmak üzere önemli bir sermaye desteğiyle sürdürülebilirliğin sağlandığını görüyoruz. Bir “köprü-mekân” olan Bilsak ve bağlantılı olarak Bilsak Caz Festivali’nden bahsederken köprünün iki ucundaki sanatsal yaklaşımlar/toplumsal kesimlere ve onların etkileşimlerine dair düşünülebildiği gibi, bu kurumsallaşmış festivaller için de düşündüğümüzde varılabilecek sonuçlar, cazın da bir parçası olduğu güncel kültür-sanat atmosferinin dönüşümüne dair yeni adımlar atmayı kolaylaştıracaktır. Bu düşünceler ve sonuca ulaşma çabalarına olanak sağlayan panellerin ya da atölyelerin festival programlarında yer alması ise sevindirici. Bir başka deyişle, birbirinden farklı görünen konuların/sorunların daha çok kesişime uğrayacağı başlıklar altında farklı alanlardan daha fazla insanı da bir araya getirebilecek “köprü-etkinlik”lerin çoğalmasının doğuracağı imkanlar.
Başkentte caz
Kültür-sanatta “yatırım ve desteğin başkenti”nin İstanbul olması gerçeği ortada ve ne yazık ki bu durum çok fazla değişmezken başkent Ankara’da uzun yıllardır devam eden Uluslararası Ankara Caz Festivali’nin 29.su gerçekleştiriliyor bu yıl. Festival programında yer alan Disiplinlerarası Bir Bakışla Caz Yazıları kitabının tanıtım etkinliği ise tam da “köprü-etkinlik” tanımını aklıma getiren bağlamda bir fikir alışverişine ortam yaratır mı diye merak ediyorum. Müzikal dünyasına dahil olunduğunda nasıl hissedileceği merak edilen sanatçılarla ve dolayısıyla konserlerle birlikte bu etkinlik de ajandaya not ediliyor. Böylesi etkinliklerin çoğalmasına dair düşünürken de aklımın köşelerinde şunlar duruyor; caz odaklı olsun ya da olmasın başkentin alternatif kültür-sanat mahfillerinin işin içine daha çok katılması ve cazın doğası gereği etkileşimde olduğu farklı müzik türlerinin de kendisini “yeninin arayışı” bağlamında bir harmanla hatırlatması. Çünkü bu arayış, başkentin kültür-sanat yaşamını tazeleyen birçok yerde sese dönüşmeye devam ediyor.



















