|
Getting your Trinity Audio player ready...
|
Bir oyun hakkında yazı yazmaya başlamadan önce bu yazının neyi amaçladığını bilmek gerekiyor sanırım. Yani bütün yazıların bir amaç için yazılması gerekliliğine inanmasam da bir metinden başlayıp sahneye taşınan bir eseri tekrar bir metne dönüştürmenin ne gereği var sorusuna verebileceğim net bir cevap artık yok. Bunun sebeplerine kısaca değineyim, okura borçlu kalmayı sevmem.
Eleştiri ve tanıtım yazıları farklı şeylerdir. Hele hele tiyatrocuların görünme ihtiyaçları, bu iki farklı kavramı birbirine çok benzeştirir. Bir oyun hakkında bir şeyler söyleme isteği; bazen bir içerik ihtiyacını nicel olarak doldurur, bazen tiyatro çevrelerinde ilişkilerini sevgi üzerinde kuranlara artı puan kazandırır, bazen de tiyatro üzerine bir düşünce geliştiren kimilerinin düşüncelerini gördükleri eylem üzerinden sınamalarına sebep olur. Aslında yazı, bir tiyatro düşüncesinin somutlaşması -bir ürün üzerinden anlatılmaya başlanması- ve ardından daha çok okur değil, yazarı tarafından defalarca okunmasını mecbur kılar. Hiçbir şeyin kaybolmadığı çağın bu zamanlarında, bir fikrin bir reklama benzerliği büyük bir trajedidir, bir bakışla anında komediye dönüşebileceği gerçeği de elimizde tutulmalı ve unutulmamalıdır. Özensiz oyunların, şahane fotoğrafları böyle çekilir.
Ben, kişisel sahne deneyimimde; bir bakış açısı, dert, fikir, görüş, felsefe gördüğüm işlere kendimi rahatlıkla bırakabildiğimi fark ediyorum. Tutarlı olduğu sürece de bir anlatının; yazarından başlayarak, yönetmene kadar ve ardından seyirciye uzatılan bir eldiven gibi hayatı tutarken ve hayata tutunurken ellerimizi koruduğuna inanıyorum. Parası olmayan çocukların kar eldivenleriyle kalecilik yapabildiklerini de buraya, biraz şımarıklıkla ekleyeyim.
Şeylerin dünyasında, hadi diyelim evet, hala katı olan her şey buharlaşırken görüşler ve tutumlardan başka özgürlüğümüzün kaldığını düşünmüyorum. Bu ikisi ise yalnızca kendimizin bilebileceği eylemlerimiz iken sanat; bunu seyirciye de göstermeyi mecbur kılıyor. Bir günlüğü okutmak gibi, eğer cesursa. Değilse zaten, seyirciye hiç içine giremeyeceği bir evi allayıp pullayıp anlatan bir emlakçıdan öteye geçemiyor, sanat eylemi içindeki insan. Binaların dış cephe boyalarına aldanmak, arabaların renklerine kafayı takmak gibi. Bir girelim bakalım içine ne oluyor, değil mi? İşte cesur olan, davet edebiliyor. Misafir de umduğunu değil bulduğunu yiyorsa eğer, fikirden, tutumdan, yaratmaktan ve bunu sınamaktan neden bu kadar çekinildiğini anlamam, anlamayacağım.

Anlatmak isteyen anlatıyor: “Arzuları Yerine Getirme Müdürlüğü”
Cesur olduklarına emin olduğum insanların oyununa gelelim. Bilkent Üniversitesi Müzik ve Sahne Sanatları Tiyatro Bölümü mezunlarının, Bilkent Üniversitesi Uluslararası Araştırma Laboratuvarı adıyla kurdukları BILT, bu sene Barkın Kenan’ın yazdığı, Pelin Şahin’in yönettiği Arzuları Yerine Getirme Müdürlüğü ile prömiyer yaptı.
Oyunun adı üzerinde. Arzuları Yerine Getirme Müdürlüğü’nde arzularınız yerine gelmesin diye her şey yapılıyor. Bir baba, hasta çocuğuna bakım için merdivenleri arşınlamaya başlıyor. Gerisi hikayede. Ayrıntısına ya da yazar hakkında bir şeyler söylemeye gerek görmüyorum çünkü ben de bir oyun yazarı olarak, bir metin hakkında fikrin ancak iyi okurdan ve üzerine ışıkları kapattığımız canım seyirciden alınabileceğini biliyorum. Sevgili Barkın, cesareti ve kara mizahla kurduğu çetin ilişki ile seyirciye içten bir merhaba demişti zaten, belli ki muhabbeti de güzel, devam edecektir. Bir not: Anlatmak isteyen anlatıyor. Anlatılmışlara sığmıyor ve anlatıyor. Yetmiyor ki yaratıyor. Tebrikler Barkın.
Oyunun yönetmeni Pelin Şahin, bizim kuşağın genç yönetmenlerinden. Sahnede bir yönetmen görüyoruz. Bu ne demek: iddia demek. Ben olsaydım böyle yönetirdim demek. Bu benim hikayem demek. Bugün, oyun süresi kadar bana maruz kalacaksınız ve ben ne anlatacağımı biliyorum demek. Şık bir hareket, iddialı. Çünkü olmak zorunda. Genç yönetmen, yerli yazar, yaşlı mı tecrübeli mi olduğunu anlamadığımız büyüklerimizin arasında ilginç kavramlarla sürekli zinciri attırılan bir bisiklet Türk tiyatrosu; özellikle Ankara’da. Çehov mesela, devlet tiyatrolarından emekli olmadan yazmıştı o kadar oyunu ama burada da analoji hatasına düşmek istemem.
Oyuncuların isimlerini ayrı ayrı yazıp, çok iyiydiler, dekor ve kostüm de çok iyiydi diyerek; bir bayram mesajlaşmasına dönüştürmek istemiyorum bu akışı. Umarım çoktan dönmemiştir.
Seyirciye ulaşmamız için aşmamız gereken tiyatrocular var
Tiyatro üretimini hep şöyle özetliyorum: seyirciye ulaşmamız için aşmamız gereken tiyatrocular var. Tiyatrocuların işleri ve ortamları tiyatro olduğu için genelde, sanat ihtiyaçları git gide azalıyor, bir züccaciye dükkanında etraflarında hassas bir sürü ürünün olduğundan habersiz sağa sola hoyratça dönebiliyorlar. Ancak, iki hafta önceden bilet almış, açılacağı kızı doğru oyuna götürmek için hayatında ilk kez bir tiyatronun konusunu okumuş, aşkı öğrenmek için Ophelia’ya, babasını anlamak için Strindberg’e, ülkemizdeki düşünsel ikiliği anlamak için Haldun Taner’e gidenler için daha önemli tiyatro. İşte güdü, amaç, anlamanın anlatarak da gerçekleşmesi, herkesin aynı ışığın karanlığında sıradanlaşması, sahnede anlatılanın insanın hikayesi olması da bu yüzden önemli.
Çılgınları, delileri, biraz kafası kırıkları günümüzde, tiyatronun korunmasızlığıyla çok enfeksiyon kapabilir hale getirdi. Cumhuriyet, sanatçıyı korurdu, artık korumuyor. Yanından geçtiğiniz biri bir oyun yazıyor, zorla kira zammı istediğiniz bir öğrenci o sırada Antigone’nin -adaletin- ezberine çalışıyor olabilir, hassas olmadan dikkat lütfen, dizilerden izleyip oynadığı reklamlara hemen düştüğünüz oyuncular milyonlar kazanıyor evet ama birileri hikayelerini savaşarak kuruyor. Anlayarak ve anlatarak. Kim başarıyor, kim başarısız oluyor belirsiz; birileri, sizlere bir hikaye anlatabilmek için bir yerlerde savaşıyor. Siz de dinlemek için savaşmalısınız. Hiç tanımadığınız insanlarla ancak böyle tanışabilirsiniz. Sahnedeki ışık ve seyircinin karanlığıyla. Geleceğin umudu ve şimdinin gerçeğiyle.
Tüm destek verenlere, başka Bilkent Üniversitesi MSSF Tiyatro Bölüm başkanı Jason Hale ve Tiyatro Bölümü’ne, seyircilere, inatçılara, anlatıcılara, bu hikayenin yaratıcılarına teşekkürlerle.
Son söz olarak, bir oyun size yaşam konusunda cesaret veriyorsa, o oyun iyidir. Aksini, ödülünü, sövgüsünü, prodüksiyonunu, tek kişiliğini, ünlüsünü, ünsüzünü geçebilirsiniz, bir oyun size, “yaşa!” diyorsa, o oyun iyidir. Laf ise tabak. O kadar.
Fotoğraflar: Ayça Eren



















