Menu Kapat
Kapat
Ara
Close this search box.

Ankara’dan İstanbul’a bir uzun yürüyüş

Okuma Modu

Ankara’yı İstanbul’la kıyaslayanlar hep pek acımasız. Ellerinde bir vapur, bir deniz, habire vuruyorlar bozkırın içinde kendi kendini var etmiş bu şehre. Oysa, İstanbul’un pek çok şehirce kolay kolay aşılamayacak niteliklerinin yanında, Ankara kendine ait olanlarıyla hiç de küçümsenmeyecek bir saadet sunuyor. Size kendinizi veriyor, adımlarınızı, geniş sokaklarda uçarcasına ilerleme hazzını. Ankara yürümek isteyenler için kimseye muhtaç etmeyecek bir yol arkadaşı.

“Kaldırımların dili yok, onlar söylemez
Biz söyleriz onları nasıl çiğnediğimizi”*

İstanbul’a taşınma kararını bir günde aldım. 25 yıllık bir Ankaralı -yani Ankara sokaklarında büyümüş, düğün salonlarında oynamış, Sıhhiye köprüsünün altından 2 dakikadan kısa sürede geçmeyi öğrenmiş, eylemlerde ara sokakları ezberlemiş, neşeli günlerde Kurtuluş Parkı’na serilmeyi adet edinmiş- biri olarak, daha uzun süre düşünsem ne olurdu, bilmiyorum.

Kararımı verdikten sonra iki gün beklemek zorundaydım ama uygulamaya geçmem de bir gün sürdü. Yani cuma günü İstanbul’a taşınma hayalini kurmaya başladım, salı günü Sütlüce Adliyesi’ndeki ilk haberimde iş başı yapmıştım.

2005 yılının 14 Aralık gününden bu tarafa İstanbul’dayım. Ailemin bir tarafı İstanbullu olsa da, tayin hayatından nasibini almış, bir kuşaktır Ankaralı olmuştu. Yazları gider, bolca Eminönü, Yeniköy, Acıbadem havası alır, dönerdik. Alışmakta zorluk yaşayacağımı düşünmemiştim. Yaşamadım da, daha gitmeden intibak ettim. Burayı seviyor, karmaşasını buraya taşınan başka Ankaralı arkadaşlarım gibi yadırgamıyor, ille Anadolu yakasında oturmak isteği duymuyordum. İstanbul, İstanbul haliyle bana çok yakındı. Tarlabaşı Bulvarı’na, İstiklal Caddesi’ne, Gümüşsuyu yokuşuna, Kadıköy vapuruna derhal alıştım.

Ta ki pek karsız geçen o yılın şubat ayında klasik yürüyüşlerimden birini gerçekleştirene dek. Ankara benim avucumun içiydi. İki nokta arasında yürümek için hayal etmem yeterliydi. Bahçelievler’den Etlik’e, Eryaman’dan Batıkent’e yürüyebilir, bunu mesele yapmazdım. Ayrancı’daysam otobüs de neydi? Cinnah Caddesi’nden Kızılay şıpın işiydi.

Bu rahatlıkla iş yerimin bulunduğu Gümüşsuyu’ndan kendimi koyverdiğim gibi Beşiktaş’ta buldum kendimi. Oradan ver elini Ortaköy. Akşam eve geldiğimde o güne kadar hiç olmayan bir tuhaflık vardı bende. Yüzüm tabak gibi şişmiş, göz kapaklarımdan biri aşağıya sarkmış, dudağım çekmeye başlamıştı. O gün anladım ki, Ankara’da sıcak ya da soğuk ayırt etmeyen bünyem, İstanbul’un rüzgarı ve dolayısıyla yüz felciyle tanışmış.

Geçen yıllar içinde İstanbul’da da yürümeye alıştım, yalan yok. Yürünebilir tüm mesafeleri yürüyor, toplu taşımayı bağlaç olarak kullanmaya gayret ediyorum. Ama…

Taşındığımdan beri burada yaşayan ailem vesilesiyle yılda bir ya da iki kez geldiğim Ankara’yla uzun yıllar sonra ilk kez bu kadar uzun zaman baş başa kaldık. İlk geldiğimde aralık ayıydı. Hava, insanın suratına acımasız jiletler atıyordu; Atakule’de indiğim otobüsten Güvenlik Caddesi’ne doğru ilerlerken, açık havanın olanca keskinliğini hücrelerimde hissettim. Çok üşüdüm. Bu üşüme beni etkisi altına alacağı yerde, sanki bünyeme yerleşti, bana iyi hissettirdi ve çok uzun yıllar önce rafa kaldırdığım bir hissi hatırlamama yardımcı oldu: Ankara’da yürüme zevki.

Sonraki günlerde Ankara’da geçirdiğim zaman giderek uzadı. Ocak sonunda yine buradaydım. Martın ilk günlerine kadar Ankara’da özlediğim, unuttuğum, “Acaba nasıl bir yerdi” diye hatırlamaya çalıştığım her yeri ama her yeri ince ince gezdim. Zaten doğallığında yürüdüğüm rotalar haricinde kendime yeni rotalar yarattım, çocukluk şehrimi anılarımla buluşturdum. Bir gün Kıbrıs Caddesi’nde başlayan yürüyüşüm Türközü’nde öğrenci evlerimizden birinde bitti. Sık sık Ankara Hastanesi’ne yolum düştüğü için, yolumu özellikle Cankatan Büfe’den geçirdim, bunun için Kızılay’dan Cebeci’ye yürüdüm. Siyasal Bilgiler’in eskimiş çehresine daldım biraz. Cebeci’nin yıkılan stadyumunun çevresinde dolandım. Hacettepe’nin ardından göz kırpan, yenilense de ışıltısını kaybetmiş Hamamönü sokaklarını bir daha hatırladım.

Ulus’un, Çıkrıkçılar Yokuşu’nun kuytularına girdim çıktım. Zamanla aklımda silikleşen caddeleri yeniden zihin haritamda işaretledim. Anafartalar Çarşısı’na sırf Füreya Koral seramiklerini ziyaret etmek için gittim. Resim Heykel Müzesi’nin bahçesinde takıldım. Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nin önünden geçerken içim sızladı. İzmir Caddesi’nin pasajlarına gönül sarkıttım, Amerikan Pazarı’nın vitrinlerinde hangi ürünler satılıyormuş, bakındım. Sezenler Sokak’tan Strazburg Caddesi’ne vardım.

Bütün bunlar olurken, Ankara’da mevsimler de yürüdü. Kış ilkbahara bağlandı. Yaz geldi. Kar birikintilerinin altındaki buzlardan kaçtım, paçalarım ıslandı, baharda yolları hanımeli kokusu sardı ama mutluluğum hiç değişmedi. Sonra artık adam akıllı yaza varmışken, arka arkaya üç şehir değiştirip, yine de Ankara’daki yürüme zevkini aradığımı fark ettim.

Bunun elbette bir nedeni var, birincisi ve en önemlisi, ben bu yollarda yürürken büyüdüm. Yürümek çocukluktan itibaren ayrılmaz bir parçamdı. Fakat Ankara küçük çocukların adımlarını atması için de iyi bir yerdi, hala da öyle. Caddeler geniş, sokaklar ferah, tam siz kendinizi yola kaptırmışken kaldırıma çıkan bir motosikletle yüzleşmiyorsunuz. Ankara, kafasındaki düşünceleri sıraya dize dize yürümek isteyenlere nefes alma imkanı sunuyor. İstanbul beni ilk seferde çarpan havasından maada, çoğunlukla yayaları boğmaya hevesli bir şehir.

Yıllar evvel yine Ankara’dan İstanbul’a taşınan bir arkadaşım bayramda İstanbul’da yürümeyi tarif ederken, “Kendimi kitlenin akıntısına bıraktım, baktım İstiklal’den Karaköy’e sürüklenmişim,” demişti. Ankara kalabalık değil mi? Elbette kalabalık. Ancak henüz kitleler insanı bir yerden bir yere savuracak kadar mahir değil. Üstelik kalabalık da belirli yerlerle sınırlı. Sabahın ilk ya da akşamın ilerleyen saatlerinde şehre hakim olan tek bir his var: Sakinlik. Tabii derya içre yaşayan balıklar misali Ankaralılar bu sakinliğin ne demek olduğunu tam olarak kavrıyor mu, emin değilim. Kendi Yaşamkent’te oturan bir akrabam, günün en yoğun saatinde İstanbul’un gece 2’si kadar kalabalık olan Emek’ten “Çok kalabalık oralar” diye söz ettiğinde fark ettim bunu. Sonuçta herkes kendi gerçekliği içinde haklı.

İstanbul’dan Ankara’ya gelişlerimde içimde küçük bir şenlik kopması pek beklediğim bir şey değildi. Yalan yok, ben hep Ankara’yı çok sevdim. İstanbul’u da çok sevdiğim için ikisi arasındaki halim “Ne yardan ne serden” oldu. Yine de, Ankara’da saatlerce kesintisiz yürüyebilmek benim için öyle bir lüks ki, bu aralar terazinin kefesi hep buraya basıyor.

Adımların insanı bir deniz kıyısına götürmesinin güzelliğini tarif etmek çok zor. O deniz kıyısının gün be gün işgal edilmesini izlemek, araya giren mesafeye içlenmek, giderek halktan başka her şeye ait oluşuna tanıklık etmek de öyle.

Gereksiz nostalji yapmış olmak istemem. Ankara’nın çehresi de moralimi çok bozuyor. Arabayla çıktığımız yollarda yıllar evvel bambaşka bıraktığım semtleri görünce yüreğime inecek sanıyorum. Merkezine acımasızca yapılan müdahaleler, Saraçoğlu Mahallesi’nin “lütfen” kurtulması… Sayılamayacak kadar büyük dertler Türkiye’nin tüm şehirlerini için için kemiriyor. Buna karşılık, insanı bütün yapan, ona bir tarih kazandıran, kültürle bir bağ kurmasını sağlayan da aynı kalmayı başarabilen şeyler. Ankara’nın merkezi ondan büyük ısırıklar almaya niyetlenenlerin şehveti karşısında şimdilik duruyor. Yürürken 20 yıl önce bıraktığım bir dükkanı buluyor, yüzüme bir gülücük konduruyorum en azından. Buna da şükür demek, acayip sayılır mı?

Bize pek az teselli sunan bir ülkenin evlatlarıyız, sayılmaz bence.

*Erkin Koray, Ankara Sokakları

Paylaş:

İlginizi Çekebilir