Otomobiller köpekler gibi değildir, yani “sahiplerine” bağlanmazlar pek. Nihayetinde, sıcakkanlı varlıklar değiliz biz, değil mi?
Şu da var, yaratan ile yaratılan arasındaki ilişki genellikle düşünüldüğünden daha karmaşıktır, bunu insanlar bilmeyecek de kim bilecek?
39 model Opel Kapitan’ım ben. Onlardan biriyim yani. Hayata karıştığımız anda birbirimizden pek farklı olmuyoruz, sizin gibi. Ama yaptığımız her kilometre, bizi birbirimizden farklılaştırıyor. Sizin gibi. Karşılaşmalar, hevesler, yollar, arkadaşlıklar ve düşmanlıklar. İş tasarımda, fabrikada başlıyor ama orada bitmiyor. Üstelik, modifiyeciler diye bir şey var ki bu mevzuya girersek çıkamayız. Benim bunca yıldan ve bunca kilometreden sonra hala ışıldayabilmem (bunu söylememi kendini beğenmişlik saymazsınız umarım) bu sebeptendir. Çocukluğunda seyrettiği bir filmin hatırasına bağlanmış birinin, Atıl’ın inadı olmasaydı, hurdalıkta çürümüş ya da kim bilir neye dönüştürülmüş olurdum. O beni aldı, resmen baştan yarattı. Kaportamı, içimi dışımı yeniledi, burada anlatmamın uygun kaçmayacağı birtakım eklemeler yaptı. Bunların uygunsuzluğunu kendisine söyleyemedim, bütün romantikler gibi, dinlemeye yatkın biri değil. Sonuçta uçamayacağımı tahmin ediyordu herhalde ama yapamadığım diğer her şey için bana içerlediğini fark ediyorum. Yine de, benimle gezdiğinde bütün bakışları üzerimizde toplamamızdan memnun görünüyor.
İnsanlara bağlanmadığımızı söyledim ama kıymet de biliriz. Bize incelikle, özenle yaklaşıldığında, karşılığını vermek isteriz. Hayatımdan gelip geçmiş onca insanın arasında hiç unutmadığım biri var: Hacer Hanım.
İkimizin de yabancısı olduğumuz bir şehirde, Ankara’da karşılaştık onunla. İkimiz de İstanbul’dan gelmiştik, savaş yılları. Almanya’da kalmadığım için ne kadar memnun olduğumu hatırlıyorum, İstanbul’a geldiğimde ilk evimde ne kadar rahat ettiğimi de. Ankara yılları başladığında, güzel günler çoktan geride kalmıştı. Bir otomobile nasıl davranması gerektiğini bilmeyen insanların elinde az çekmedim. Ankara’ya götüreceklerini duyduğumda, işlerin daha da kötüleşeceğini tahmin ediyordum. Ankara, ismi gibi kara bir yerdir, diye düşünmüştüm. Tam bir düşme hikayesi yani!
Meğer öyle değilmiş, biraz tozlu fakat ferah caddeler, sakin bir trafik, hayatın zevkini çıkarmanın İstanbullulardan çok başka adabı. İstanbullular nasıl dışa dışa yaşıyorlarsa, Ankaralılar da o kadar içe dönüktüler. Şehirle de, caddeler ve pastanelerle de, birbirleriyle de başka türlü ilişkileniyorlardı. Kendimi evimde hissettiren bir mesafelilik, gösterişsizlik. Türkçenin güzel bir kelimesi var: efendilik. Bir şeyin ya da birinin efendisi olmayı anlatmaz bu kelime, daha çok kendini taşımanın bir haline, sakınımlı bir varoluşa işaret eder.
Hacer Hanım, işte böyle biriydi. İstanbul’dan benimle aynı yıl, 1943’te gelmiş. Bilmiyorum o da benim yaşadığım endişeleri yaşadı mı, muhtemelen benden daha fazla fikri vardı geleceği şehirle ilgili. Hem kocası da yanındaymış, benim gibi tiğteber şah-ı merdan kalakalmamış (bu acıklı hikayeyi hatırlamak bile istemiyorum, insanların kadir bilmezliğinin ne raddelere varabildiğini o zaman gördüm diyeyim sadece). Zaten zamanla anladım, Hacer Hanım endişelere kapılmak yerine işe koyulan cinstendi -bu bakımdan hiç benzeşmiyorduk.
Nitekim, geçim derdine düştüklerinde, yanıp yakılmak yerine iyi bildiği bir şeyi yaparak para kazanmaya karar vermiş: şoförlük. Öyle karşılaştık zaten. Ne otomobillerden ne de şoförlükten bir şey anlayan “sahibim”den kurtuluşum böyle oldu (adını bile hatırlamıyorum adamın, beni satmasından başka iyiliğini de görmedim). Yanında kocası ve ağabeyiyle geldi, bütün kusurlarımı sayıp döktüler ama hiç alınmadım, fiyat kırmak için yaptıklarını biliyordum, bana bakarken yüzündeki ifadeyi görmüştüm.
Hacer Hanım’la hayatımız böyle başladı, sıkı bir pazarlık ve karşılıklı beğeniyle. Nihayet beni anlayacak biri çıktı karşıma diye düşündüm -kusurlarımı sayışında bile bir nezaket, bir incelik vardı. Ve kadın otomobilden anlıyordu. Sonradan öğrendim ki, zaten aileden şoförmüş, daha küçücük çocukken direksiyon başına geçmiş. Doğrusu zaman zaman bu işi yapma hevesini geçim sıkıntısı bahanesinin arkasına sakladığından da şüphelenmedim değil.
O zamanlar (aslında şimdi de) bir kadının taksi şoförü olması görülmüş şey değildi. Zaten Hacer Hanım da Türkiye’nin ilk kadın taksi şoförü olarak tarihe geçti. “Hacer Öçsu. Türkiye’nin ilk kadın taksi şoförü”. Ankara’nın o kadar da “kara” olmadığına bir delil daha. 1949 gibi zorlu bir zamanda direksiyon başına geçen bir kadının başka bir şehirde değil de Ankara’da hayat edebilmesi tesadüf değildi bence. Bilmiyorum türünün tek örneği olduğundan mıdır yoksa bahsettiğim efendilik meselesinden mi, diğer taksi şoförlerinden hep saygı ve ilgi gördü Hacer Hanım. Benim “Hanım” deyip durduğuma bakmayın, onlar ona hep “Yenge” diye hitap ettiler. Bu bir tür saygı, bir tür sahiplenme ifadesidir: “seni ailemden sayıyorum” anlamında. Çok iyi bir şoför oluşunun, motordan anlamasının, kimseyle laubali olmayışının da bu saygıda bir payı olmalı. Benim kendisini sevmemin ve saymamın sebebi, bunlardır. Bir de hiçbir işin kolayına kaçmayıp hakkını vermesi. İhtiyaçlarımı hep fark etti, hiç ertelemedi, bana “ekmek teknesi” değil, yoldaş muamelesi yaptı. Nur içinde yatsın.
Bu sebeple, şu fotoğraftaki işlemeleri onun kadınlığının, kadınsılığının değil, pırıltısının izleri olarak gördüm (belki biraz benim pırıltımın da faydası olmuştur!)
Kırmızılı morlu ışık patlamaları.
Hacer Hanım’ın emekçi ellerini de, onun gösterişsiz aydınlığını bunca yıl sonra gören, o aydınlığı böyle neşeli patlamalara dönüştüren eli de öpmek isterdim ama dediğim gibi, bir otomobilin yapabileceklerinin de sınırı var.
*Sanatçı Damla Sandal’a ait görseller telif hakkına tabidir.
Araştırma alanları arasında kent hafızası, insan hakları, geçmişle yüzleşme ve toplumsal cinsiyet eşitliği gibi konular yer almaktadır. Kadın ve gençlik hakları alanında uzun yıllardır sivil alanda faaliyet yürütmektedir. 2016’dan bu yana projeler yürüttüğü Karakutu Derneği’nde yönetim kurulu eş başkanı olarak görev almaktadır. Marmara Üniversitesinde hafıza çalışmaları üzerine yüksek lisansını sürdürüyor ve fotoğraf üzerine yaptığı nakış kolajlarıyla çeşitli hafıza projelerinde yer almaya devam ediyor.