Getting your Trinity Audio player ready...
|
Ülkesini çok seven, ancak bunaltıcı bir tahakküm altında yaşamaktan da bıkmış biri olarak, 19 Mart’tan beri içinde bulunduğumuz olağan dışı duruma ilişkin güncel gelişmelerin yoğunluğu beni belleğimde istemsiz bir yolculuğa çıkmaktan alıkoyamadı. Bu yolculuğu başlatan, tahakküm dozajının vahim şekilde arttığı, bunun da direnişin aynı oranda sertleşmesini beraberinde getirdiği bir ortamda direnişin dinamiklerini anlayabilme çabası ve nereye evrileceğini kestirebilme merakıydı muhtemelen.
Sokağın dayanılmaz cazibesine ve kendisini tek çare olarak göstermesine karşın, elimizin ilk fırsatta telefonlarımıza gittiği ve önümüze yığılan içeriklere yetişmeye çalıştığımız bir ruh halinde bu içeriklerin geçmişi hatırlatması olağandı. Benim de birçok kişi gibi ilk aklıma gelenler Gezi Parkı protestolarında yaşadıklarımdı mesela. Bunun yanı sıra izlediğim filmler, okuduğum kitaplar ve yaptığım çalışmalar da karşılaştığım her içerik sonrası kendilerini hatırlatıyordu.
Ankara’da, Esat Caddesi’ne paralel uzanan Bardacık Sokak’ta çektiğim bir fotoğraf da aklıma gelenler arasındaydı. 2019’un ekim ayında yaptığım ve Ulus’tan Çankaya sırtlarına uzanan 30-35 kilometrelik dolambaçlı yürüyüşün önemli bir ayağını da Ankara’nın karakteristik apartmanlarını yakından görme arzum oluşturuyordu. Bu açıdan hayli zengin bir konumu teşkil eden Bardacık Sokak’taki duvar yazısı (Kapak fotoğrafı) ise beni odağımdan kısa bir süreliğine uzaklaştırmıştı. Sokağın gücüne, insanın zekasına ve direncine yürekten inanan biri olarak Gezi Parkı protestoları sonrasında büyük oranda sönen halk hareketlerinin minicik bir yansımasını görmek sevindirmişti. Zira duvar yazıları karşısında otoritenin tutumu onları hemen silmek oluyordu. Yazının önündeyken, eski tarihli sokak görüntülerini takip edebildiğimiz mecralarda yaptığım kontrolde yazının 2011 yılında gözükmezken 2014 yılında gözükmesi, Gezi dönemine tarihlendirmemi kolayca sağlamıştı.

Halkın, duvarları kendi matbaası olarak görmesini sağlayan şey, gazetelerin de televizyonlar gibi gerçekleri halktan gizleme çabasıydı kuşkusuz. Halkın bu durumu kabullenmeyip seslerini ve ülke gerçeklerini sokaktan geçen herkese duyurma çabası ise tahakküme karşı bir direniş biçimiydi adeta. Bu duvar yazısı da seneler önce okuduğum ve yüksek lisans tezimde de bahsini geçirdiğim alt kültürlerin yaşama ve otorite karşısında kimliklerini koruma çabalarını daha iyi anlamamı sağlayan bir kitabı çağrıştırmıştı. Geçtiğimiz yıl vefat eden James C. Scott’ın Ayrıntı Yayınları’nda 4. baskısını yapan kitabı Tahakküm ve Direniş Sanatları, köşeye sıkıştırılmış hissettiğim her anda aklıma geldiği gibi, demokratik haklarımızın elimizden alınmaya çalışıldığı bu dönemde de beni kitaplığıma yöneltti.
Tahakküme karşı direnmek
Scott, kitabında kamusal senaryolar ve gizli senaryolar çatışmasını tarihsel referanslarla örnekleyerek ustaca ele alıyor. Sosyal medya paylaşımlarımız öncesinde kendimizi kelimeleri titizlikle seçerken bulduğumuz, birçok hesap sudan sebeplerle kapatılırken kullanıcı adlarımızı değiştirerek radara yakalanmamaya çalıştığımız, gözümüzün üstünde kaşımız olduğu için gözaltı ve tutuklanma süreci yaşayabilme ihtimalini çarpıcı şekilde gördüğümüz, iş arkadaşlarımız veya komşularımız tarafından jurnallenebildiğimiz gerilimli bir atmosferde hem içimizden taşana bir yatak açmak ve akmasını sağlamak hem de kendimize ve sevdiklerimize bir zarar gelmemesini becermek kuşkusuz zor bir mesai. Hayatta kalmak ve mümkünse parmaklıklar ardında olmadan direnmek bir marifet. Bu noktada Scott’ın cümlelerine kulak vermeye başlayalım: “Tarih boyunca, ister parya, köle, serf, tutsak olsun ister hor görülen bir azınlığın mensubu olsun, esaret altındaki çoğu insan için, bazen hiçbir şekilde öğrenilemeyen hayatta kalma marifeti, dilini tutmak, öfkeyi bastırmak ve fiziksel şiddet dürtüsünü zapt etmekten ibaretti” [1]. Bu marifet elbette dışarıda kalmak ve direnişi daha dinamik ve sürekli bir şekilde gerçekleştirebilmek için elzem. Yazar, “tabi” olanların toplanma biçimlerini de vurguluyor: “Güçlü bir mıknatısla sıraya dizilen demir talaşları gibi tabi olanlar üstleri tarafından belirlenen bir düzenleme içinde ve amaçlarla toplanırlar” [2]. Gerçek bir direniş ise bu toplanma biçiminin tam karşısında konumlanır. Zira “herhangi bir izinsiz toplanma, potansiyel olarak tehditkâr görülür” [3] .
19 Mart sonrası kendiliğinden oluşan ve dalga dalga yükselen toplumsal tepki başta iktidar olmak üzere muhalefeti, en çok da tepkiyi koyan insanları şaşırttı. Gezi sonrası oluşan durgunluğu, Y kuşağının Z kuşağına yönelik yoğunlaşan eleştirileri -kendimi de katıyor ve gençlerden özür diliyorum- takip ediyordu. Kimse böylesi bir isyanı tahayyül edemiyordu. Direnişin gücü de bu beklememe, şaşırma halinden kaynaklanıyordu belki de. Scott’a kulak veriyoruz yine: “Hâkim elitler bir yana, toplumbilimciler bile, görünüşte hürmetkâr, sessiz ve sadık bir tabi grubun birdenbire kitlesel meydan okumaya yönelme hızı karşısında sık sık şaşırıp kalırlar” [4].
19 Mart’ın hemen sonrasında tepkilerin Türkiye’nin dört bir yanına yayılmasıyla birlikte emniyet güçlerinin barışçıl protestolar karşısındaki tavrı hayli sertleşti. Yargının da devreye girmesi ve çok sayıda insanın gözaltı ve tutukluluk sürecini yaşaması ister istemez direnişin belli oranda boyut değiştirmesi sonucunu doğurdu. Bu durum kendi direniş çizgimi sorgulamama da sebep oldu. Yeterince direniyor muyum? Yaptıklarım yeterli mi? Cesaret ile aptallık arasındaki ince çizginin farkında mıyım? Dışarıda kalmak mı aslolan? İçeride onurlu bir direniş sürdürenlerin yanına mı gitmek gerekli? Hiçbir şekilde direnmeyenlerin silkelenmelerini sağlamak mümkün mü? Tepkimizi yaygınlaştırmayı nasıl başarabiliriz? Önümüz tıkandığında hangi yollara başvurmalıyız? Bu sorular çoğaltılabilir. Birçok insanın bu ve benzeri sorularla kendi içlerinde bir muhasebe yaptıklarına eminim. O halde engelleri aşmak, bakışlardan sıyrılmak, radardan kaçmak gerekli. Tüm bu eylemleri Scott, “sanat” kelimesiyle tarif ediyor.
Sürekli direniş için zorunlu yaratıcılık
Sanatın en değerli özelliklerinden biri olarak yaratıcılığı gösterebiliriz. Direnişi bir sanat olarak ele aldığımızda ise söz ve eylemden bahsetmek gerekir. Bir kalemde hayatlarımızın karartılabildiği baskı ikliminde sözümüzü söyler ve eylemde bulunurken yaratıcı olmama, zekice davranmama lüksümüz olduğunu düşünmüyorum. Scott, bu durumu “… tabi grupların hâkim ideolojileri tersine çevirme ya da olumsuzlama konusunda sahip oldukları yaratıcı kapasite …” olarak tarifliyor [5] ve direniş sanatının biçimlerini detaylandırıyor, yol gösteriyor: “… sözel hüner eğitimi, savunmasız grupların yalnızca öfkelerini denetim altına almalarına değil; aynı zamanda kamusal senaryo içinde gizlenmiş bir onur ve kendini ortaya koyma söylemi yürütmelerine de olanak sağlar. Bu muğlak alanda ideolojik mücadelenin kalıplarını tam olarak betimlemek, gelişmiş bir tahakküm altında söz teorisi oluşturmayı gerektirecektir. Burada tahakküm altında sözün tam bir analizini yapmak olanaklı değilse de ideolojik direnişin güvenlik nedeniyle nasıl kılık değiştirdiğini, sesini alçalttığını ve gizlendiğini inceleyebiliriz. Bu politik alanda patlak veren, ilan edilmemiş ideolojik gerilla savaşı, söylenti, dedikodu, maskeler, dilsel hileler, metaforlar, örtmeceler, halk masalları, ritüel jestler ve anonimliğin dünyasına girmemizi gerektirir” [6].
Rumuzlar kullanma, hesap kilitleme, kelime aramalarına yakalanmamak için harfleri eksiltme, yüz tespitine karşı şapka ve gözlük kullanma, sıkıntılı ortamlarda renk vermeme, direnişi zamana yayabilmek için bir adım geri atma gibi çoğumuzun yapmak durumunda kaldığı manevralar aklımıza gelmiştir sanırım Scott’ın cümlelerini okurken. Bu noktada, bütün bunların direnişin biçimlerini ifade ettiğini unutmamalıyız. Ön safta yer alıp dört duvar arasında kalmış olanları bir an dahi unutmadan direnişi sürdürmeli, ön safın yarınki neferleri olduğumuzu aklımızdan çıkarmamalıyız. Tutuklu hikayelerini okurken gördüğümüz gülünç gözaltı gerekçelerini, işkenceye varan muameleleri unutmamamız, yeni rotalar oluşturmaktan geri durmamamız gerek. Scott’ın önerisiyle desteklersek: “… otoritelerin izin vermek zorunda oldukları ya da önleyemedikleri şeyin çevresinde bir yolunu bulup bir rota oluşturmak …” gerekiyor [7].
Kamusal alanda dile dökülenlerin, iş ve arkadaş ortamlarında sarf edilen cümlelerin, internet üzerinden paylaşılan isyanların çok hızlı bir biçimde yargının konusu olabildiği bir ortamda kelimelerle dans etmenin mantıklı bir tercih olduğu da ortada. Scott, bu konuyu “örtmece” olarak tarif ediyor: “Örtmece, iktidarın ağırlığının hissedildiği bir durumda doğrudan ifadenin getireceği yaptırımlardan kaçınmak isteyen bir aktör tarafından ifade edildiğinde, gizli bir senaryonun başına geleni tarif etmenin doğru bir yoludur. … küfrün tam olarak ifade edilmeden ima edilmesidir; dişleri çekilmiş bir küfürdür. Zaman içinde, örtmece ile taklit ettiği küfür arasında ilk başta bulunan ilişki tamamen kaybolabilir ve örtmece zararsız hâle gelebilir. Ancak ilişki sürdüğü sürece, örtmeceyi duyanlar onun gerçek bir küfrün yerini aldığını anlarlar” [8].
Başka insanların sorumluluğunu taşıyan, hastalıklarla boğuşan, yaşı ilerlemiş veya çeşitli açılardan dezavantajlı bir yaşam sürdüren kişilerin de son 20 günde direnişin öznelerinden olduğunu gördük. Toplu taşıma araçlarında ses yükseltenler, oy ve imza için yollara düşenler, tencere tava çalanlar ve şevkle daha nice eylemde bulunan insanlar… Ön safta yer almayan, ancak ön saf diye bir kavramın oluşmasını sağlayan o kalabalığı bizzat oluşturan insanlar… Bunların dışında, direnişin daha yumuşak, ancak birçok kişi için anlayışla karşılanması gereken dozları da söz konusu. Yüksek sesle bağıramamak için sebepleri olan birçok insan çevremizde mevcut. Keza kalabalıkları imrenerek izleyen ama belki dış faktörlerden etkilenen belki de kendi içinde aşamadığı kırmızı çizgileri olan insanların da hayli fazla olduğunu kestirebiliyoruz. Scott, sanırım tam da bu kitle için “homurdanma” kavramını ortaya atıyor ve bunun da bir direniş biçimi olduğunu söylüyor: “Gizlenmiş bir şikâyet biçimi olarak homurdanmayı ya da mırıldanmayı hepimiz biliriz. Homurdanmanın ardındaki nihayet genellikle açık, özgül bir şikâyetin sorumluluğunu almadan genel bir memnuniyetsizlik duygusunu iletmektir. Şikâyetin tam olarak neye dair olduğu bağlamdan yeterince açık bir şekilde anlaşılabilir… … Homurdanmanın amacı genellikle, salt kendi kendini ifade etmek değil; memnuniyetsizliğin baskısını elitlere hissettirme çabasıdır” [9].
Yazar, homurdanmadan daha sessiz iletişimsel yöntemlerin dahi direniş ifadesi olabileceğini çarpıcı bir örnekle açıklamıştır: “… hemen hemen her iletişim aracı amaca hizmet edebilir: bir sızlanma, bir iç çekme, bir inilti, kıkırdama, zamanı iyi ayarlanmış bir suskunluk, bir göz kırpma ya da dik bir bakış. İsrailli bir subayın işgal altındaki Batı Şeria’da Filistinli gençlerin bakışlarına ilişkin anlattıklarını ele alalım: ‘Gözleri nefret ifade ediyor, hiç kuşku yok. Ve bu derin bir nefret. Söyleyemedikleri her şeyi ve içlerinde hissettikleri her şeyi gözlerine ve bakışlarına yerleştiriyorlar’. Bu durumda iletilen duygu kristal niteliğindedir. Taş atmak nedeniyle tutuklanabileceklerini, dövülebileceklerini ya da vurulabileceklerini bilen gençler, bunun yerine çok daha güvenli ama yine de ‘Bakışlar öldürebilseydi…’ ifadesini neredeyse harfi harfine veren bakışları kullanıyorlardı” [10].
Günümüzde çekirdek ailelerde eşlerin ve çocukların verdikleri oyları dahi birbirlerinden saklama ihtiyacı duyabildiği ve bunun belki de en yaygın direniş biçimi olduğu gerçeğini düşündüğümüzde, direniş çeşitliliğinde yelpazenin hayli geniş olduğunu söyleyebiliriz. Halihazırda direnenler son dönemdeki tecrübeleriyle birlikte direnişi bir sanata döndürme ve değişen koşullarda sürdürme konusunda ümit verici bir dirayet sergilemekteler. Ancak bir şekilde yığınlara entegre olamamış, aynı duyguyu paylaştığını düşündüğü kişilere yetiştirilme tarzından veya çevre etkisinden dolayı henüz tam anlamıyla yaklaşamamış kişiler, aslında bu yazının hedeflediği ana grubu oluşturuyor. Bu nedenle bu yazı, direnişin tek bir biçiminin olmadığı, önüne baraj kurulduğu noktada akacak başka bir yatak bulabildiği, değişmenin her daim mümkün olduğu ve bunun insanı ferahlatan bir etki yarattığı fikrini savunuyor (Görsel 2).

Her ne kadar karamsar bir insan olsam da son 20 günde gördüklerim kendi geleceğime olmasa bile ülkemin geleceğine ilişkin umutlarımı biraz yeşertti. Direnenlerin dirayetlerini, cesaretlerini, hassasiyetlerini ve ilkelerini uzun yıllar sonra görebilmek ve onlarla birlikte saf tutabilmek güzeldi. Yaşamlarında anlam bulmalarını ve gelecekleri için mücadele etmelerini görmek nefesimi açtı. Fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür insanların çoğaldığı günleri görmek dileğiyle ve Carl Gustav Jung’un cümleleri eşliğinde yazıyı nihayete erdirmek yerinde olur: “İnsan bir anlamı olduğuna inandığı sürece dayanılmaz acılara katlanabilir …”, “Hayatının daha derin bir anlamı olduğu duygusu insanı yalnızca almanın ve harcamanın ötesine yükseltir. Bu duygu yoksa insan yitik ve zavallıdır” [11].
Not: Tahakküm karşısındaki direniş hakkında düşünmeye ve tartışmaya olanak tanıyan Lavarla’ya iki yıl aradan sonra merhaba. Bir gün Ankara sokaklarında da direnebilmek ümidiyle.
Kaynaklar
[1] James C. Scott, Tahakküm ve Direniş Sanatları, Çev. Alev Türker, Ayrıntı Yayınları, 2018, s.75.
[2] Scott, s.107.
[3] Scott, s.107.
[4] Scott, s.329.
[5] Scott, s.147.
[6] Scott, s.211.
[7] Scott, s.213.
[8] Scott, s.232.
[9] Scott, s.234-236.
[10] Scott, s.237.
[11] Carl Gustav Jung, İnsan ve Sembolleri, Çev. Hatice Mukaddes İlgün, Kabalcı Yayıncılık, s.84-85.
Kapak fotoğrafı: Bardacık Sokak, Kavaklıdere, Çankaya, Ankara (Can Bulubay, 2019)