İstanbul’da birden fazla İstanbul var. Mesela Eminönü’nü düşünelim, binlerce oltanın aynı anda denize sarkıtıldığı, balıkçı lokantaların yan yan sıralandığı, tüm havlu ve bornozcuların aynı yerde toplaştığı, zaman zaman oltalara havluların karıştığı bir yer. Galata -özellikle kule civarı- devamlı fotoğraf çeken renkli şemsiyeli turistlerle ve şarapçılarıyla dikkat çeker. Kadıköy ise üzerlerinde yeşil ve gri renkli eşofman takımları, büyük çerçeveli güneş gözlükleri, akıllı saatleri ve üçüncü nesil kahvecileri ve yeni nesil sosyal medya ünlüleriyle. Beşiktaş; Beşiktaş’la, Çarşı tezahüratlarıyla, balıkçı tezgâhları, damardan semt havası, bira, müzik ve eğlencesiyle tanınır. Mecidiyeköy’de otobüs egzozu hakimdir. Beylikdüzü ise devlet kayıtlarında İstanbul’a ait gözükse de buranın İstanbul’un içinde olduğuna kimse inanmaz -içinde yaşayanlar dahil.
Yeniköy Kitapçı’sına Eremya Çelebi’nin İstanbul kitabını almaya doğru giderken bir dolmuş içinde zihnimden bu imgeler geçiyor. Emirgan Korusu’na yaklaştıkça İstinye, Yeniköy ve Sarıyer civarının başka İstanbul’a benzediğini fark ediyorum. İstinye Sahili’nin ilerisindeki Köybaşı Caddesi’nde inip Keresteci Zühtü Sokak’taki kitapçıya doğru yürümeye başlıyorum. Evliya Çelebi’nin anlattığına göre “İstinye” ismi, vakti zamanında burada yaşamış bir rahibin adından geliyormuş. Evliya Çelebi, İstinye’de çok sayıda kilise olduğunu aktarmış. Rahip İstinye, Ceneviz istilasından sonra Girit Adası’na yerleşip kilise yaptırıp orada yaşamaya başlamış.
Rahip İstinye’den yüzyıllar sonra beni Yeniköy’de sessizlik karşılıyor. Burası galiba İstanbul’a en az benzeyen yerlerden biri; illa bir yere benzeteceksek Altınoluk diyebiliriz. İstanbul’daki tüm semtler aslında başka bir yere gidebilmek için ara semt görevi görür. Yeniköy ise sadece Yeniköy’de kalmak için var olmuş gibi. Yavaşlık ve görece İstanbul sessizliğinin esas nedeni bu olabilir. Gerçi, Yeniköy İstanbul’un en havalı semtlerinden biri olarak kabul ediliyor. Evliya Çelebi Seyahatnamesi’nde Sultan Süleyman devrinde padişahın fermanıyla Yeniköy adını aldığını söyler. Çelebi, aynı zamanda Yeniköy’ün bağ ve bahçelere sahip olduğunu, suyunun ve havasının ise tatlı olduğunu aktarır. Dev çınar ağaçları altında görece temiz hava içinde yürürken Evliya Çelebi’nin tespitlerine hak veriyorum. Semt popülasyonunun varlıklı ve tanınmış kişilerden oluştuğunu söylesek abartmayız. Yine Evliya Çelebi’nin aktardığına göre o tarihlerde de semt sakinlerinin zengin tüccarlarından oluştuğunu söylüyor. Tabiat ve ticaret erbabı olmak açısından Yeniköy yüzyıllar içerisinde büyük değişikliğe uğramamış demek ki.
Yeniköy’ün özellikle tepe yerlerine çıkılınca akla Hausmann Planı öncesi Paris’ini getiriyor bir yerde. Yeniköy’ün üst taraflarına gittiğinizde yer yer taşra sıkıntısını andıran kaotik bir çarşı atmosferi, İç Anadolu yardımlaşma derneklerinin baskın olduğu daha hareketli bir tarafı da var. Semtin bu bölgelerinde dış göç ile gelenler ve uzun yıllardır Yeniköy’de yaşayanlar harmanlanmış ve daha mütevazi bir hayatı, buranın genel dinginliğini paylaşıyorlar. Sınırın bir adım ötesindeyse denize bakan lüks yalılar, spor arabalar ve hareketli bir hayat var. Birbirinden farklı bu iki dünya organik gıda, süt ürünleri ve fırın ekmeği söz konusu olunca temas ediyor gibi görünüyor.
Yeniköy’ün, her geleni cezbeden; “Yaşanır yahu burada,” dedirten, kira fiyatlarını görünce hemen vazgeçirten ama akılda kalmasına neden olan yeşillikleri, çınar ağaçları, kiliseleri, sinagogu, yüründükçe keyfi artan Boğaziçi manzaralı kaldırımları, tüm şatafatlı yerlerine rağmen mahalle hüviyetini koruyan eski fırını, kahveci dükkanları olsa gerek. Buranın yaşanmışlıklarını ve tekrar eden geçmişi ancak bu detaylardan yakalayabiliyorsunuz. Gölgesi kaldırım taşlarına düşmüş çınar ağacının altından geçerken Yeniköy sayesinde aramın her daim limoni olduğu İstanbul’la barışabilirim diye düşünüyorum. Ama Yeniköy civarındaki kira fiyatları aklıma gelince gerilimimiz biraz daha devam edecek gibi duruyor.
Yol boyunca iki tarafta yer alan büyük ağaçlar gökyüzünü kapatmış durumda. Üstü açık spor araba tam gaz yanımızdan geçiyor, ardından içi neon ışıklı aydınlatması, modifiye edilmiş motoru, direksiyonu ve egzozu patlak Şahin, onun da ardından içi boş bir dolmuş geçiyor. İstinye’ye yaklaştıkça dolacak. Cadde eski ahşap binalar lokanta ve kafelerle çevrilmiş. Lacivert renge bürünmüş deniz, ahşap binaların arasından gözüküyor. Yürümeye devam ediyorum. Beyaz duvarlarıyla Sinagog’u, Yeniköyspor Tesislerini, çocuk parkını, girişinde kahverengi güneş gözlükleri, beyaz sakalları ve önünde yanan sigarasıyla bir dönemin meşhur rock yıldızlarından birinin oturduğu üçüncü nesil kahvesini, lüks yalıları, mekanların önünde birbirlerine çarpan V-Logçuları, balıkçıları arkamda bırakıp yolun karşısına geçiyorum. Tuğla taşlarla örülmüş bir merdivenin önündeyim. Merdivenin tam yanında Yeniköy Kitapçısı levhası asılı. Han Duvarları kadar olmasa da fena bir dikliği olmayan merdiveni tırmanmaya başlıyorum. Merdivenin etrafı yeşilliklerle çevrili. Tırmanışım sona erdiğinde kapının girişinde golden cinsi bir köpek karşılıyor beni. Kuyruğunu heyecanla sallayıp, güvenlik koklaması yapıyor. Köpeği sevip, kapıyı çalıyorum. Güler yüzlü, uzun sakalları hafiften Nanni Morretti’yi andıran yuvarlak gözlüklü biri kapıyı açıyor. Kendimi tanıtıp, gelme sebebimi anlatıyorum. O da kendini tanıtıp, beni içeriye davet ediyor.
Daire üzerinde merdiven bulunan içi kitapla dolu ahşap raflar, yeşil renkli plak, taze çekilmiş kahve kokusu, üzerinde satranç takımlarının yer aldığı geniş masa ve önünde koltuk ve sehpanın yer aldığı deniz manzaralı pencereden oluşuyor. Kitapçının sahibi, Eremya Çelebi’nin kitabını getirene kadar bir yere oturmamı rica ediyor. Hoparlörden Keith Jarret melodisi yükseliyor. Öğleden sonra güneşinin ışıkları kitap raflarında gölge oyunu yapıyor. Oturmadan önce kitap rafları arasında geziniyorum. Eski dergilere, Beat Kuşağı yazarlarının az bulunan baskılarına ve Dante’nin İlahi Komedya kitabına göz gezdiriyorum. Çaprazımda pencere kenarında oturan genç kız James Joyce’un Ulysses’ini okuyor. Kitabı bitirenlerden mi yoksa pes edip yarıda bırakanlardan mı olacağını merak ediyorum. Klişe Ankaralı olarak deniz manzaralı pencereden önce dışarıyı sonra da bir süre denizi izliyorum. Üzerinde “Maltese” yazan Portekiz bandıralı bir gemi denizin üzerinde süzülüyor. Denizi izlemek manasız hale gelince boş koltuklarından birine oturup, kitabımı bekliyorum.
Kitabevinin sahibi kısa süre sonra elinde kahve ve kitapla beraber yanıma geliyor. Bir süre kendisiyle sohbet ediyoruz. Yazar olduğumu duyunca buraya daha sık gelmemi öneriyor. Eremya Çelebi’nin kendine has bir anlatıcı olduğunu, kentin tarihini onun gözünden okumanın ilginç bir deneyim sunduğunu söylüyor. Kitaba merakım daha da artıyor. İstanbul’la nefret-sevgi arası bir ilişkim olduğunu, bu kitaplarla orta yol bulmaya çalıştığımı, İstanbul’un bugününü yaşamaktansa daha önce hiç yaşamadığım bu kentin nostaljisini duymanın daha ilgi çekici olduğunu söylüyorum. Burayı çok sevdiğimi, artık daha sık geleceğimi belirtiyorum: “Mutlaka geleceğim, hatta sevgilimle birlikte geliriz. O da sever çünkü burası İstanbul’a hiç benzemiyor.”
Kitapçıdan çıktıktan sonra hemen eve dönmek istemiyorum. Kitabı okuyabileceğim sakin bir kahve arıyorum. Aklıma Büyükdere geliyor. Bir yazar arkadaşım vaktiyle Büyükdere’yi ve civarındaki tarihi kahvecileri çok övmüştü. Her yere yürümeye Ankara’dan alışık olduğumdan cesaretimi toplayıp, önümdeki düz sahil yolundan Büyükdere’ye kadar yürümeye karar veriyorum. Sokak boyu yan yana sıralanmış yalıları geçtikten sonra Sait Halim Paşa Yalısı’nın önüne geliyorum. Osmanlı’nın son dönemlerinde büyük kararların alındığı bu yalı şimdilerde şatafatlı düğünlere ev sahipliği yapıyor. Tuhaf bir tarihsel dönüş. Biz şimdiki zaman mağdurları sıklıkla geçmişte yaşamaya özlem duyarız; ben her türlü tuhaflığına rağmen şimdide kalmayı tercih ederim. Büyük değişimlere neden olacak tarihi gelişmelere o kadar da yakından tanıklık etmezdim sanırım. İstanbul’un sadece kitaplarda anlatılan kurgu halinin nostaljisini duyabilirim, o da kısa bir süre tabii. Neyse, geçmişi ve düğün konvoylarını geride bırakarak yürüyorum. Çınar ağacının altında kalan iskelenin yanına geliyorum. Üzerlerinde mayo ve don karışımı yüzücü kostümleri bulunan çocuklar siyah beyaz bir Ara Güler fotoğrafı gibi denize atlıyorlar. Çocukların yanında, Mike Spitz tarzı mayosu, sıfır altın kolyesi, Faruk Peker bıyığıyla Boğaziçi çapkınlarından birisi dev güneş gözlükleriyle beton üzerine serdiği havlusunda güneşlenip, boşluklara sinyal atıyor.
Yürümeye devam ediyorum. Bir zamanlar Auguste Huber isimli silah tüccarının oturduğu Huber Köşkü’nü, Pierre Loti Lisesi’ni arkamda bırakıp Kireçburnu’na geliyorum. Sahilin bu kısmında gücüm yavaşlıyor artık. Yeniköy’den Büyükdere’ye yürüyerek gitmenin bir hata olduğunu fark ediyorum. Asfalt yorgunluğumun üzerine karabasan gibi çöküyor. Yorgunluğun üzerine nemin yarattığı sıcak var.
Her yere yürüme mesafesi uzunluğundaki Ankara’ya alışkın bünyeye sahip biri olarak aynı şeyi İstanbul’da denemeye kalkınca, büyük yanılsamaya uğrayıp tarihi bir hata yaptığımı anlıyorum. Taksi çevirmek için yola bakıyorum ama İstanbul’daki taksilerin yolcusuz seyahat ettiklerini anımsıyorum birden, zaten yol üstünde taksi de gözükmüyor. Dolmuş beklemeye başlıyorum ama yanımdan geçip giden dolmuşların tamamı dolu. Şansıma küsüp yürümeye devam ediyorum. Hep aynı sahilin içinde yürüyor gibiyim. Hep aynı imge karşıma çıkıyor: balıkçılar, koşanlar, süt mısırcılar, tepede uçan martılar, ağlayan çocuğuna kızan aileler, banklarda oturup taramalı tüfek gibi çekirdek çıtlatanlar… Peki, Büyükdere nerede? Daha ne kadar yol gitmem gerekiyor? Elektrik direğine konmuş bir karga halime gülermişçesine “Gak” diyor. Yürümeye inatla devam ediyorum.
Sahilin son olta atıp, kan ter içerisinde koşanlarının arasından geçerek Sarıyer’e doğru yaklaşıyorum. Buralarda araba ve insan hareketliliği biraz daha fazla. Kendimi gerçek İstanbul’a yaklaşmış gibi hissediyorum. Çay bahçelerini, balıkçı tezgahlarını, ahşap evlerin içinden geçerek Nubar Terziyan Sokak’a geliyorum. Büyükdere doğumlu Terziyan adının yaşadığı yere verilmesi bir hayli güç olmuş; tahmin edilebilecek tuhaf bürokratik engellerle karşılaşılmıştı. Geçmişinden bu kadar korkan bir ülke olabilir mi? Olabilir çünkü burası Türkiye. Korkularla yaşayan bir ülkenin geleceği de pek net değildir. Şimdi Yeşilçam’ın unutulmaz oyuncusu, aile babası, babacan polisi, her daim güvenilir figürü rollerinin vazgeçilmez oyuncusu doğduğu sokakta, ismi sonsuzlukta…
Nubar Terziyan’ın yanında olmak bana da güven veriyor. Kareli masa örtüsü serili eski bir kahvenin deniz manzaralı masalarından birine oturuyorum. Yorulmuşum, tahta sandalye üzerinde tereyağı gibi kayıyorum. Kendime hemen demli çay söylüyorum. Garson adisyona çarpı atıp kısa sürede kırmızı beyaz işlemeli altlıklı çay bardağıyla yanıma geliyor yeniden. Yeniköy Kitapçısı’ndan aldığım Eremya Çelebi’nin İstanbul Tarihi kitabını karıştırıp, Yeniköy bölümüne göz gezdiriyorum. Eremya eşsiz gözlemleriyle burada Rum ve Türk nüfusun ağırlıkta olduğunu, konakların ve zengin bahçelerin dikkat çektiğini söylemiş. Eremya Çelebi de tıpkı Evliya Çelebi gibi buradaki nüfusun gemicilikle uğraştığını ve varlıklı insanlar olduğunu belirtmiş. Kitabı şimdilik kapatıp, etrafı izlemeye başlıyorum. Tepemden martı uçuyor, önümde balıkçı tekneleri bir sağa bir sola hareket ediyor. Denizin üstünde yüzen poşeti görmemeye çalışıp, maviliğe konsantre oluyorum. Gökyüzünde bulutlar pamuk tarlaları gibi sıralanmış, güneş batmaya hazır turuncu renge bürünmüş. Yıllardır süregelen İstanbul romantizmi klişesi yapmamak için kendimi zor tutuyorum. Ortam beni 1990’lı yıllarda çekilen herkesin güvenilir, erdemli, yardımsever olup, en basit olayın büyütüldüğü Türkiye’nin alternatif evreninde geçen mahalle dizilerinden birindeymiş gibi hissettiriyor. İnsan bu ortamda Orhan Veli’ye hak verir. Gözümü tıpkı onun gibi kapatıp etrafı dinlemeye başlıyorum, çay karıştırma sesleri, okey seslerine karışıyor; çaprazımdaki balıkçılar “Taze!” diye bağırıyor.
Derken bir araba korna çalıp, acı fren yapıyor ardından da kuvvetli bir çarpışma sesi geliyor. Bağrış, çağrış, küfürleşmeler de peşi sıra… Gözümü açıyorum, ilk gördüğüm birbirini döven ve onları ayıran birtakım adamlar oluyor. Kazanın çaprazında, takım elbiseli bir adam kulağında kulaklık karşı tarafa sövüyor “Şerefsiz herif”. Kulaklıkla konuştuğunu anlayamayanlar adamın kendilerine sövdüğünü düşünüyor. Artık Orhan Veli şiirinde değilim, Reha Muhtar’ın sunduğu haber bültenin tanıklarından biriyim sanki. Canım sıkılıyor, çayı bitirip kalkmak istiyorum. Bu sırada E. mesaj atıyor, “Eve geçiyorum, güzel levrek aldım. Akşama yaparız. Kaçta gelirsin?” “Hemen geliyorum,” diye yanıt veriyorum. Eve dönmek her şartta güzel.