İki yıla yayılan küresel salgın nedeniyle yaşadığımız dönemsel kapanmalar Ankara’nın toplumsal ve kültürel hayatını kaçınılmaz olarak etkiledi. Salgın sonrasında nasıl bir döneme uyanacağımız sorusu o dönemki sohbetlerin ortak endişe konusuydu. Bugünden geriye doğru bakınca kapanmaların bir yanıyla da bize, sepette biriktirdiklerimiz üzerine çalışma imkanı verdiğini düşünüyorum. Son dönemde Ankara’da, “açık mekan” konseptiyle yaygınlaşmaya başlayan girişimler biraz da bu dönemde pişenlerin yansıması gibi geliyor bana. Unite Ortak Mekân bu girişimlerden en yenisi ve açıldığı 21 Ekim 2023 tarihinden bu yana oldukça geniş bir yelpazeden etkinlik ve performansa ev sahipliği yapıyor.
Bu etkinliklerden sonuncusu, kendi döneminde “cansız hayaller” olarak anılan fotoğraf gibi buluntu beşeri belgelere olan kişisel ilgim nedeniyle beni özellikle heyecanlandıran bir sergiydi. 27 Nisan tarihinde, içerik danışmanlığını tarihçi Hakan Kaynar’ın yaptığı, Deniz Altay Kaya ve Kayahan Kaya küratörlüğünde çağrısı yapılan Mektubunu Bekliyorum başlıklı sergi kapsamında illüstrasyon sanatçıları Aslı Yazıcıoğlu, Ayşe İnan, Bahadır Yazıcı, Onur Çığın, Orhan Umut Gökçek, Onur Kutluoğlu ve Uğur Erbaş bir araya gelmiş. Serginin bir anlamda takdim etkinliği olarak ise 28 Nisan tarihinde, serginin içerik danışmanı tarihçi Kaynar ile “İnsan Mektubu: Görülmüştür” başlıklı bir konuşma düzenlendi. Kaynar’ın takdiminden anladığım, sergi ilginç deneysel bir ortak çalışmayla sahne alıyor.
Fakat sergiye gelmeden önce bugün artık tümüyle hayatımızdan çıkmış olan mektup meselesi üzerine biraz düşünmek gerekir. Oysa yakın çağ uygarlığımızın oldukça önemli bir iletişim aracı olmuştu yazıya dayalı bu teknik. Hakan Mertcan, 100 Sene 100 Nesne ansiklopedisi için mektuba dayalı iletişimin memleketteki tarihini, postane gibi mekansal kurumsallaşmasından siyasetteki izlerine kadar yakından ele almıştı. Öyle ya Sabahattin Ali’den eşi ve kızına, Nazım Hikmet’ten Piraye’ye, Ahmed Arif’ten Leylâ Erbil’e, Mehdi Zana’dan Leyla Zana’ya, Demir Özlü’den Ferit Edgü’ye yazılan mektuplarda Cumhuriyetin sivil tarihini okuduk kuşaklar boyunca.
Göç çalışmaları alanıyla ilgilenenler için de mektupların özel bir önemi var. Florian Znaniecki ve William Thomas, Amerika’daki Leh göçmenler ve Avrupa’daki aileleri arasında gönderilmiş binlerce mektubun incelemesine dayanan 2 bin sayfalık Amerika ve Avrupa’da Leh Köylüler çalışmalarını 1918’den 1920 yılına kadar beş cilt halinde yayımladıklarında göç çalışmalarının da temellerini atmışlardı. Sosyoloji disiplininin pozitivist paradigmanın mutlak egemenliğine girdiği uzun yıllar boyunca nesnel bir veri kaynağı olarak görülmeyen mektuplara dayalı bu önemli çalışma bir kenara itilmiş ve ancak sözlü tarih çalışmalarının gelişmesiyle birlikte geri çağrılmıştı. Dolayısıyla toplumsal ve kültürel çalışılmalar açısından mektuplar, belirli bir tarihsel dönemin resmi tarih anlatısı dışında çalışılması açısından bugün artık son derece önemli değerde belgeler olarak görülüyor.
Konumuza dönersek Ankara’nın bu sergiyi mümkün kılan bir özelliğiyle devam etmek gerekir sanıyorum. Kuşkusuz memleketin birçok kentinde bit pazarları ve antikacılar üzerinden kurumsallaşan bir koleksiyonerlik kültüründen bahsedebiliriz. Bir imparatorluk mirasçısı olan Türkiye’nin toplumsal ve siyasi tarihinin kişi ya da aile biyografilerinden doğru çalışılmasında beşeri belgelerin değeri son on yıllarda daha iyi anlaşıldı. Orhan Pamuk’un Masumiyet Müzesi (2008) ve Oya Baydar’ın O Muhteşem Hayatınız (2012) romanları bu anlamda ilginç iki okumalar olarak not edilebilir. Ve fakat bir başkent olması nedeniyle bu anlamda da müstesna bir kent Ankara. Eğitim için Ankara’ya gelmiş, sonrasında bürokrasinin farklı kademelerinde görev yapmış, tayinle bulunduğu kentlerden Ankara’daki eşi, ailesi, dostuyla ilişkisini sürdürmüş ve emeklilik sonrasında kentte kalmış özgün bir memur kümesinin Cumhuriyet tarihine tanıklıklarıyla yıllar için demlenmiş beşeri belgelerle dolu kentin bit pazarları ve antikacıları… Ankara’nın bu nevi şahsına münhasır kent şahsiyetine işaret eden çok özgün bir başka örneğe henüz geçen sene, Özgür Ceren Can’ın küratörlüğünde fotoğraf sanatçısı Can Mengilibörü’nün aile tarihçesinden birikenlerden, benzeri bir deneysel ortak çalışmayla üretilen Zat-ı Muhterem Envanterim sergisiyle tanık olmuştuk.
Ankara, Mektubunu Bekliyorum sergisinin de bu anlamda bir kesişim noktası. Nitekim, Kaynar, 15 yıl önce Ayrancı Antikacı Pazarı’nda Amerikan Koleji’nde öğrenci olan Handan’ın arkadaşı Femihan’a yazdığı ve İstanbul’dan Ankara’ya postalanmış bir mektupla karşılaştıktan sonra bu belgeleri toplamaya başlıyor. Akademisyen bir tarihçi olarak bu merakını derslerine de taşıyor Kaynar. Son dönemde üç kız kardeşin 1947 ve 1983 yılları arasında birbirlerine yazdığı mektupları çalışmışlar yüksek lisans dersinde. Kısa söyleşimizde mektuplardan yazılacak toplumsal bir tarihin farkını şöyle izah etti:
“Hayat pahalılığın tarihi yazılmadı daha Türkiye’de. Evet belki işte bu sene enflasyon şuydu yazabilirsiniz ama insanların küçük hayatları nasıl etkileniyor bu sayılardan anlatamazsınız. Sinemanın tarihini de yazabilirsiniz. Şu tarihte bu film şurada oynadı. Peki insanlar bu filmleri nasıl izledi, birbirine nasıl anlattı bunları bilemezsiniz. İlginçtir, mesela resmi tarih olarak okuduğumuzda 1950 yılı memleket tarihinde bir milat, değil mi? Hani rejim değişmiş, çok partili hayata geçilmiş ve iktidarda yeni bir parti var. Benim okuduğum mektuplarda tek bir izi yok bu miladın.”
Kaynar metinler aracılığıyla benzeri bir iz sürmeyi daha önce Sanat-Kritik için “Ankara’nın Duygusal Tarihi” başlığıyla, “Ankara’nın ilk yazarı” Sevgi Sosyal üzerine kaleme aldığı yedi yazılık bir seride denemişti. Kebikeç’in mektup özel sayısı için kaleme aldığı “Mektuplarla Tarih: Cumhuriyet ve Aşk” (2015) başlıklı makalesine ise mektupların beşeri bir belge olarak nasıl okunabileceğine dair yöntemsel bir çerçeve olarak bakılabilir. Kaynar’ın beşeri malzemeyle kurduğu bu güçlü ilişki kendisini bulduğu mektupların zarflarını (eğer yıkıma uğramamışsa) adreslerine teslim ettiği uzun yürüyüşlere kadar sürüklemişti bir dönem. Çoklarımıza tuhaf görünebilecek bu merakından doğru sosyal medya hesaplarında yaptığı paylaşımlar yine Ankara’nın beşeri belgelerine yaslanan işler de yapan küratörlerin önüne düştüğünde ise sergi fikri ortaya çıkmış.
Küratörler, belge toplayan tarihçi ile görsel sanatçılar arasında ilginç bir aracılıkla sergiyi oluşturuyor. Tarihçinin arşivinden dilediği gibi seçtiği mektupları sanatçılara rastgele dağıtıyorlar. Bu noktadan sonra sanatçılardan masalarına düşen mektubun içeriğinden bir görsel üretmesi bekleniyor. Kimi sanatçı metnin içeriğinde geçen meselenin tümünü betimlemeye yönelirken kimisi de mektubun içinde geçen güçlü bir imgeyi imaj olarak temsil etmeyi tercih etmiş. Bu tercihlerde ne tarihçinin ne de küratörlerin bir müdahalesi olmamış. Bir anlamda mektuplarla memleket tarihinde çıktıkları zaman yolculuğundan kişisel duyumsamalarını yansıtmışlar işlerinde.
Mektuplar ise serginin tamamlayıcı ögesi olarak izleyicilere açılmış. Kayahan Kaya bu kararı şöyle açıklıyor: “Ancak mektuplarla biraz vakit geçirince zaman yolculuğu başlamış oldu. El yazısı, yazımdaki yanlışlar-düzeltmeler, satır aralarındaki boşluklar belli duyguların okunmasını sağladı. İzleyicilerin de bu duyguyu hissetmesini istedik ve deşifre yapmadan asıl halleriyle mektupları sergileme kararı aldık.”
Bu noktada belirtmek gerekir ki kimisi onlarca sayfa tutan mektupları hemen orada okumak, okuduktan sonra mektuptan üretilmiş imaja bakmak ve gördüğümüzü sindirmek (en azından benim için) pek kolay değildi. Bu anlamda sergi, izleyicisini zorlayabilir. Bu nedenle küratörler, tarihçiyle birlikte birkaç sergi daha denedikten sonra ortaya çıkan ürünleri kitaplaştırmayı düşünüyorlar. Böylece biz izleyiciler de bu deneyime yeterince zaman ayırarak ortak olabileceğiz diye düşünüyorum. Serginin kapanacağı 15 Mayıs Çarşamba günü 18.00-19.00 saatleri arasında sanatçılarla bir imza etkinliği düzenlenecek. Yakın tarihe tanık mektupları imajlarından okumak isteyenler için bir çağrı.
İmgeden imaja: Mektupların gösterdiği
Aslı Yazıcıoğlu, Lütfü Günay’ın Çanakkale’den 14 Ocak 1941 tarihinde, Ankara’daki arkadaşı Sami’ye yazdığı 20 sayfalık mektuptan imajı oluşturmak üzere odaklandığı imge: “Limanda şimdi bulunan en küçüğünden tutta en büyüğüne kadar irili ufaklı sandallar ve kayıklar burada dünyaya gelmişlerdir. Şayet bir tarafları kırılır veyahut çıkarsa onları gene, bu mukaddes binanın bodrum katında çalışan ebesi tamir eder, burası aynı zamanda onların mezarıdır. Halen deniz kıyısında karaya çekilmiş olan heybetli bir kayığa önünden geçerken nazarlarım çevirili ve düşünürüm acaba biçare kaç yaşında onu peykede bağdaş kurmuş doksanlık bile belki bilmez. Çürümesi yüz tutan tahtalarıyla bu emektar kayık benim ruhumda derin yaralar açar onun yanında gene ona arkadaşlık eden ve emekliye ayrılmış olan bir balıkçı sandalı daha vardır ki… Onu daima, endişeli ve üzüntülü bir şekilde akıbetini düşünür görürüm biçarenin artık kaburgaları görünüyor zavallıyı kimse tedavi etmiyor. Artık o hayatının son günlerini yaşıyor yarın enkazı kilo ile satılacak belkide bir cellada teslim edilecek.” (Metne müdahale edilmemiştir.) Tarihçi Hakan Kaynar, bu mektupla ilgili şu anekdotu da aktarıyor: “Ben mektubu okudum. Ama imzayı tam okuyamıyorum. Niyeyse aklımda bir kitap belirdi. Edebi Şeyler Yayınevi’nden çıkmış: Sanatımızda Bir Dönemeç, 50’li yıllar, Ankara. İçinde bir ressamla yapılan söyleşi olduğunu hatırlıyorum sadece. Buldum yeniden kitabı evde. Evet, imza uyuyor. Bir süre daha geçmiş olmalı. Sağ olsun Google. Bir sergisi varmış ama iki ay önce. Galeriyi aradım. Derdimi anlattım. Eşinin telefonunu verdiler. Sonunda mektubu, fotokopisini de alıp ziyaretine gittim Lütfü Bey’in. O zaman doksan iki yaşındaydı galiba. Okudum mektubu, arkadaşını hatırladı, mektuplaştıklarını, mektupta geçen isimlerden bazılarını. O kurmaca gezide bağlarından gördüğü manzarayı uzun uzun yazmıştı mektubunda. ‘Lütfü Bey,’ dedim, evden ayrılırken ‘Bu manzarayı çizdiniz mi?’ ‘Evet,’ dedi, kolunu kaldırdı yavaş yavaş, titriyor, karşı duvardaki bir resmi gösterdi. Sordum, ‘Bunu ne zaman yaptınız?’ diye. Seksenlerde yapmış, tam tarihini hatırlamıyor. Mektubun aslını verebilirim isterseniz dedim, ‘Hayır,’ dedi ‘Madem siz buldunuz sizde kalsın, kopyası bana yeter’.” |