“Ankara’yı seviyor musun?”
Sapsarı tarlalar arasında uzanan patikada kavak gölgeleri kıpırdanıyor. Uzaklarda yaşlı ahlat ağacının dallarından bir baykuş havalanıyor. Gökyüzü masmavi. Yalnız ve nazlı bir bulut tek sıçrayışta üzerine binebileceğin bir uçan halı gibi serilmiş boşluğa. Bir leylek dalıp çıkıyor içine. Çekirge, saksağan ve rüzgar ötüyor hep bir ağızdan. Güneş en tepede titriyor. Patikanın kenarındaki kadın tek elinde salladığı bir salkım mor üzümü diğer eliyle parmaklıyor. Kopardığı üzüm tanelerini avucunda biriktirip tek seferde ağzına atıyor. Kalecik Karası, avuç içini ve dudaklarını eflatuna boyuyor.
“Baksana,” diyor kadın elini boşlukta çevirerek, “kına yaktı elime.”
“Adanmışlıkla bağlanmanı bekliyor olmalı,” diyor adam, yüzünü dolaşan gölge sendeleyip kayboluyor.
Gördüğü tüm güzel şehirler sıralanıyor zihninin merdivenlerine; limanlar, havaalanları, metro istasyonları, baş döndüren meydanlar, gökdelenler, teraslar, üzerinde taş köprülerin mücevherler gibi dizildiği nehirler, kubbeler, mermer rölyeflerle süslü asırlık çeşmeler, çiniler, vitraylar, nakışlı tavan etekleri, saçaklar, kuş evleri, saat kuleleri, asırlık çınarlar ve orman kıyıları… “Toplantıya yetişmeliyim,” diyor neden sonra.
Şehrin toplantısı meşhur. Bürokratik ve akademik bir ağırbaşlılık iliklerine işlemiş. Bulut tabanlı işyeri iletişim araçları, ofis programları, arşiv ve takvim düzenleyiciler, dokunmatik ekranlı yüksek hafızalı cihazlarda yer kaplayadursun herkes ajandası ve mavi tükenmez kalemi ile sandalyelerin ucuna ilişiyor. Sayın bakanım, sayın daire başkanlarım, kıymetli hocalar, meslek odalarımızın, derneklerimizin, birliklerimizin değerli üyeleri, sevgili öğrenciler ve geleceğimiz çocuklarımız. Arkadaşlar! Evet, arkadaşlarla da toplantı yapılıyor.
İlle de politika üretmek, ortak bir dert edinip beraber mücadele etmek gerekiyor. Kerameti kendinden menkul bir bencillik olan aşk bile politikadan ve kolektif akıllardan yakasını kurtaramıyor. Biri âşık olmayagörsün dertleşilen, akıl verilen, dalga geçilen hafif sohbetlerin sonu ya edebi ya da görsel bir organizasyona çıkıyor. Bu şiirleri bir araya getirelim, bilmem nerde yayımlayalım, başkaları da göndersin, buluşmalar düzenleyelim, aşkı tartışalım, tartışmaları kaydedelim, arşivleyelim, disiplinler arası atölyeler düzenleyelim, çıktılarını sergileyelim, katalog yapalım, kentsel belleğe aktaralım. O halde Aşkı Anlama Enstitüsü vatana millete hayırlı uğurlu olsun arkadaşlar. Arkadaşlar. Aman, bir rahat durmuyorlar.
Trafik lambası yeşile dönüyor. Şili Meydanı’ndan Kuğulu Kavşağı’na doğru kıvırıyor direksiyonu adam. Otomobili Kızılay yönüne sürmek üzere kesik kesik ilerletiyor. Klimanın esintisi gömleğinin düğmeleri arasında açılan yarıklardan göğsüne ulaşıyor ama yüreğini ferahlatmıyor. Gündüzlerin çok sıcak olduğundan, neyse ki gecelerin limonata gibi serin olduğundan bahsediyor.
Kuğulu Park’ın caddeye bakan tarafındaki kum havuzunda oynayan çocuklara gözü takılıyor kadının. Egzoz dumanının ortasında oynamak zorunda oluşlarına hayıflanıyor. Bir saat uzaklıktaki köy yolunda tenini okşuyordu oysa toprak. Her sabah otobüslerle çocukları alıp oralara götürseler tüm gün tarlalarda, üzüm bağlarında oynasalar diye geçiriyor içinden. Evet belediyeye ya da kent konseyine böyle bir proje önerilebilir. Savaş Hoca ile konuşmalı. Hocam çocuklarımıza kentin coğrafi özellikleri, endemik bitki türleri, tarım kültürü ve somut olmayan kültürel mirası hakkında farkındalık. Aman, ne yaparlarsa yapsınlar.
Bulvarda araçlar saç örgüsü gibi dolanmış, asfalt erimiş de içine saplanmışlar sanki külleri tütüyor. Mavi kırmızı neon ışıklar istilacı bir böcek sürüsü gibi uçuşuyor etrafta. Cumhurbaşkanımız önemli bir toplantıya katılıyormuş, bazı yolları kapatmışlar. Cenap And Evi takılıyor gözüne. Kavaklıdere’nin ılık rehaveti, bir ispirtizma seansından çıkıp üzerine konmuş sanki. Gözünün önünde eski bir kent planı beliriyor. Turkuaz renkli şeritler silinip gözden kayboluyor. Adamın yanağına bir öpücük kondurup hızla otomobilden iniyor kadın. Kuğulu Park ile And Evi arasındaki yaya yolundan Tunalı Hilmi Caddesi’ne çıkıyor. Gri bir buluttan süzülen iri damlalar yüzüne çarpıp çarpıp dağılmaya başlıyor. Yaz yağmuruna sevinip gülüşen ince gömlekli kadınlar ve adamlar arasından sıyrılıp bir taksi çevirmeye yelteniyor. Taksi şoförüne soruyor: “Seyran’dan Kale’ye geçebilir miyiz?” Ağzında bir lokma simit geveleyen taksici göz kırparak onaylıyor. Yağmur şiddetleniyor. Kaldırımdan inerken kıyısındaki akıntıya basıp da espadrilinin içine su girdiğinde dengesini kaybedip sendeliyor. “Suyun hafızası varsa, kin de güdebilir,” diye mırıldanıyor, neyse ki Ankara’da deniz yok, aman.
Esat Dörtyol’dan geçerken Ballıbaba Sokak’taki dökük dükkânda bir vakitler gezdiği sergileri anımsıyor: Ayşegül adlı kadının heykellerini… Manyetik parçalar arasındaki ilişkilerin kuvveti üzerine demir atıklarıyla yaptığı gerilimli, dramatik ve gizemli formlar… Yıl 2013 olmalı. Doğuma bir kaç ay vardı, karnı burnunda gezmişti sergiyi. Bohemler onu biraz yadırgamışlardı. Kara kutu sahneler, fotoğraf atölyeleri, sergiler, forumlar, kolektifler… İnsan kendini Bloomsbury’de sanıyordu. Aman, ne yaptılarsa yaptılar.
Kolej’de trafik ışıklarında duruyorlar. Birbirini kuvvetle çeken manyetik parçalar hakkında düşünüyor kadın. Aşk hakkında düşünüyor. Sonra bu kentte bütün yolların aşka ve Kolej’e çıkması hakkında. Aman, ne saçmalıyor! Bir zamanlar delicesine sevilenin artık sevilmemesinin bir yolu yok belki. Ne var ki aynı hisler şimdi birbirini kuvvetle itiyor. Muğla’ya taşınmalı.
“Kale Kapısı’na mı yoksa Çıkrıkçılar’a mı abla?”
“Koyunpazarı’na geç, ben oradan yürüyeyim.”
“Hay yaşa sen!”
“Ankara’yı seviyor musun?”
Taksici yokuş çıkmayı göze alarak kendisini ve tarihi kent merkezini yaya olarak gezen turistlerimizi cendereye sokmayacak olan bu sağduyulu kadının aynı zamanda ipe sapa gelmezin teki olabileceğini düşünüyor. İnsan anasını, karısını, evladını, kedisini, köpeğini hatta arabasını sevebilir. Ankara Tava’yı, simidi ya da misal Beypazarı kurusunu sevebilir. Hadi diyelim Çubuk Barajı’nın ağaçlarını da sevdi. Ama Ankara’yı niye sevsin? Kızılay’ın göbeğini, Dikmen yokuşunu ya da Dışkapı’yı niye sevsin yahu? Allah’ın unuttuğu, zenginlerin doluştuğu yazın kavruk kışın buzluk İncek’i niye sevsin? Şu arka tarafı mikrop yuvası, dökük Zindan Kule’yi niye sevsin? Okumuş kadınlar böyle senli benli, garip garip. Aman, Allah beterinden saklasın.
“Sabahtan akşama kadar. Neyini seveyim?”
Kadın soğuk ve tehditkâr bir tebessümle bakıyor şöförün gözlerinin içine, dikiz aynasından. Taksici kaçırıyor gözlerini. Suriyeli çocuk çetesi etraflarını sarıyor. Bir tanesi vuruyor kaportaya, gülüşerek uzaklaşıyorlar. Esnafın biri dükkanının önüne bir sandalye çıkarmış. Karşı dükkânın içindekilere sataşıyor. Ketenlere bürünmüş efil efil İngilizler hasır şapkaları altında çiçekli basma kumaşlar satan dükkânın önünde bekleşiyorlar. Heyeti gezdiren takım elbiseli bakanlık memurlarının saç dipleri ıslanmış ve yanakları pembeleşmiş. Ankara, the metropole of the Hellenistic and Roman periods, was an important city where emperors stayed during the Byzantine period and the center of the Anatolian province during the Ottoman period. Then Early Republic Era. Aman, ne important ne de significant. Meaningful? Hah bu olur, inanır mısınız anlam yükünü taşımaktan belimiz büküldü ekselansları…
Kadın taksiden iniyor. Yokuşu tırmanıp Pilavoğluhan’ın kapısından içeri giriyor. Ahşap tasarım atölyesinin önündeki masada bir kadın çalışıyor. Dizüstü bilgisayarının ekranına kapanmış. Başını kaldırıp gülümsüyor, gözleri nasıl güzel. Atölyenin eşiğinde yeşil bukleleri kuzguni saçlarında yuvarlanan bir başka güzel gözlü kadın beliriyor. Ayaklarına dolanan kediye gülümsüyor. Oturup ayağındaki espadrilleri, stilettolarla değiştiriyor kadın. Masanın üzerindeki toprak çanaktan cevizli pestil lokmaları atıyor ağzına. Avuçlarının içindeki eflatun lekeleri göstererek, altuni başakları, misketvari esrarengiz parıltıların kaçıştığı mis kokulu üzüm bağlarını, leylekleri anlatıyor bir çırpıda. Hayatın fibulası olan adamın sorusuna bir cevap vermediğini itiraf ediyor sonra yutkunarak. Çünkü can çekişen şehirler kayıp sevgililer gibi sevilebilir ancak. Hayal meyal… Böyle söylemeye dili varmıyor.
“Fibula da nedir?” diye soruyorlar.
“Frig çengelli iğnesi,” diye yanıtlıyor kadın. Hızlı adımlarla çıkıyor handan, toplantıya yetişiyor.
Kedi aheste beste hanın arka kapısından çıkıp gözden kayboluyor. İngilizler Arslanhane Camii önünde fotoğraf çektiriyorlar. Adam kadını hayata tutturduğundan şüphe duyarken dalgınlıkla yeşil ışığı görmüyor. Keyfi kaçmış taksici, sürücü koltuğunun camından sarkıttığı kolunu hırsla içeri çekip uzun uzun kornaya basıyor. Bulvarda trafik açılmış, ilerliyor. Kum havuzunda bir kız çocuğu küreğini bir oğlana kaptırdığı için avazı çıktığı kadar ağlıyor. Huzursuzlanan siyah kuğu boynunu suyun içinden çıkarıp kanadını didikliyor. And Evi umursamıyor. Binbir türlü ayakkabı çifti Tunalı Hilmi kaldırımlarını adımlarken, apartmanların çatılarına güvercinler konup kalkıyor.
Özgür Ceren Can
“Döndünüz mü? Gökhun’a hep Bosch’un Dünyevi Zevkler Bahçesi resminin cehennem parçasını anımsatan AŞTİ’den girdiniz mi şehre? Gün doğmuş.” Yazarın eylül ayını şiirsel değil, edimsel yaşayan şehre dair diğer yazısı.