Getting your Trinity Audio player ready...
|
Son zamanlarda hayli ses getiren Kızıl Goncalar, 18 Aralık 2023 tarihinde NOW TV ekranlarında gösterime giren, Gold Film tarafından yapılan, Şükrü Necati Şahin’in senaryosunu yazdığı, Ömür Atay’ın da yönetmenliğini yaptığı bir televizyon dizisi. Dizi ilk iki bölümünden sonra seyirci şikayetleri üzerine yayın durdurma cezası nedeniyle iki hafta gösterime girememişti. 22 Ocak 2024’te tekrar gösterime giren dizi aynı zamanda kanalın internet sitesi üzerinden izlenebiliyor. Dizi “Faniler” isimli bir tarikat ile laik bir aile etrafında gelişen olaylar çerçevesinde şekilleniyor. Ödüllü oyuncu Özgü Namal, Faniler tarikatına dahil olmak için memleketinden İstanbul’a gelen ve kızı için yapmayacağı fedakarlık olmayan bir anneyi canlandırıyor. Ünlü müzisyen ve oyuncu Özcan Deniz ise dizide laik ve idealist bir psikiyatra hayat veriyor.
Kısaca özetlemek gerekirse Kızıl Goncalar, küçük yaşta evlilik yapmış ve kızının da aynı kaderi paylaşmaması için her türlü fedakarlığı göze almaya hazır taşralı bir anne olan Meryem (Özgü Namal) ile psikiyatr Levent’in (Özcan Deniz) kesişen hikayesini konu alıyor. Meryem ile Doktor Levent, üstün zekalı Zeynep’i (Mina Demirtaş) erken yaşta evlilikten kurtararak okutmaya çalışırken çeşitli badireler atlatırlar. 15 yaşındaki Zeynep, tarikatın önde gelenlerinden Cüneyd (Mert Yazıcıoğlu) ile evlendirilmeye çalışılırken okula giderek bu durumdan kurtulmaya çalışır. Cüneyd ise küçük yaşlarda bir aile travması yaşayarak amcası tarafından büyütülmüş, bununla birlikte hayli zeki ve felsefi konuşmalarıyla başkalarını etki altına alabilen karizmatik biridir. İnişli çıkışlı ruh halleri onun Doktor Levent ile görüşmesine neden olur ve aralarında sıklıkla felsefi, edebi ve dini sohbetler geçer. Delilik ile dahilik sınırlarında gezen Cüneyd karakteri dizinin en renkli kişiliği olarak ortaya çıkar. Karakter, Mert Yazıcıoğlu’nun başarılı oyunculuğuyla birleşince izleyiciye nefretten şefkate, acımadan öfkeye çeşitli duygular yaşatır.
Erken yaşta evliliği konu almasının yanı sıra Kızıl Goncalar; Türkiye’nin dindar, aşırı muhafazakar ve laik kesimini karşılaştırması, tarikat eleştirisi yapması, geçmişteki başörtüsü sorununa değinmesi ve kadın hakları, eğitim özgürlüğü meselelerinden bahsetmesi bakımından önem taşıyor. Ancak dizinin en vurucu kısımları Cüneyd ile Levent’in terapi seanslarında din felsefesi yaparak ölüm, ölümsüzlük, sevgi, günah, zaman, kader konularında tartışmaları. Bu konuşmalar sırasında Ömer Hayyam, Mevlana, Yunus Emre gibi düşünür, şairlerin yanında Emil Cioran, Albert Camus, Ludwig Wittgenstein benzeri dünya çapında tanınmış filozoflara da yer verirler. Diğer konular bir yana bu yazıda ilk yedi bölümde ikili arasında geçen konuşmalar incelenecektir. “Kuzuların Sessizliği” filminde hayli zeki, kurnaz, aynı azmanda psikopat bir katil olan Hannibal Lecter ile kadın FBI görevlisi idealist Clarice Starling arasında geçen sahneleri andıran diyaloglar laik ve dindar bakış açılarını çarpıştırması ve sentezlemesiyle ilgi çekiyor.
Bölüm incelemeleri
Kızıl Goncalar dizisinin ilk bölümünde, psikiyatr ile tanışma sahnelerinde ölümle burun buruna gelen Cüneyd, Levent’in yanında Emil Cioran’dan bir alıntı yaparak “Kendini öldürebilme fikri insanı hayatta tutan yegane şeydir,” der. İlk bakışta olumsuz olarak anlaşılan bu yargı, filozof tarafından, eyleme dökülmeden düşünülen intihar fikrinin insana dayanabilme, dilediğinde bu duruma son verebilme gücü olarak yorumlanmaktadır. Ona göre bu, zorluklarla mücadele edebilmeyi, olumsuzluklara katlanabilmeyi sağlar. Ortodoks bir papazın oğlu olan Cioran, lisans tezini sezgicilik (Bergson) üzerine yapmış, varoluşçuluk ve nihilizmle ilgilenmiştir. Vatanından sürgüne gönderilmiş Rumen filozof, yazar, retorik sentezcisinin genel teması çaresizliktir. 1947’de yayımlanan “Çürümenin Kitabı”nda hayatın anlamsızlığını ve yozlaşmışlığı intihar temasıyla işler. “Bir virgül için ölünen bir dünya düşlüyorum,” demiştir “Burukluk” adlı kitabında. Konuşmanın devamında Cüneyd “intihar, ölüm korkusuna bağlı bir sapma hali” diyerek sözlerine devam eder. Yani intihar eyleme dökülmedikçe bu düşünce insanın hayatına devam edebilmesini sağlar. Ona göre “İnsanın içinde ölümle dans eden bir rakkas vardır her zaman.” Bu durum aslında Freud’un her bireyin içinde bulundurduğu ölüm güdüsüyle açıklanabilir. Yaşam ve ölüm güdüleri bireylerin içinde yer alır ve birbirini dengeleyerek hem ölümlü hem de şu anda yaşıyor olduğunun farkında olarak bireyler hayatlarına devam eder. Bu açıdan ölüm güdüsü yaşama dört elle sarılmamıza yardımcı olarak anı değerli kılar.
Diğer ilgi çekici bir sahne, Kızıl Goncalar dizisinin ikinci bölümünde Cüneyd ile Levent’in bir sonraki karşılaşmalarında iyilik hali ve sevmek üzerine yaptığı sohbettir. Levent’in “Nasılsın?” sorusuna Cüneyd bir hadisten alıntı yaparak “Allah nasıl olmamı istiyorsa öyleyim,” şeklinde cevap verir. Levent de onun sözünü hadisin devamı ile tamamlar: “Ben kulumun zannı üzereyim.” Bu hadiste anlatılmak istenen, kişi Allah’ı nasıl bilir ve O’ndan kendisine nasıl davranmasını beklerse Allah da ona öyle muamele eder şeklindedir. Yani burada yansıtmacı bir yaklaşım söz konusudur. Aslında bir sembolik etkileşimci olan sosyolog George Herbert Mead’in benlik (self), özne benlik (I) ve nesne benlik (me) kavramları bu durumu açıklar (Kınağ, 2017). Nesne benlik başkalarıyla olan etkileşimlerimiz sonucunda ortaya çıkar ve başkalarının bizim hakkımızda olan düşünceleri benlik tarafından benimsendiğinde (başkalarının bizim düşünceleri hakkındaki düşüncelerimiz) kişiliğimiz oluşur. Özne benlik ise bizim esas, yaratıcı ve özgür kimliğimizdir. Ancak çoğunlukla nesne benlik tarafından disipline edilerek topluma uyum sağlamak üzere ehlileştirilir. Özetlemek gerekirse, kendimiz hakkındaki düşüncelerimiz başkalarının bize karşı olan davranışlarını belirler. Felsefi bir yaklaşıma göre Allah da birey onu nasıl görüyorsa öyledir.
Aynı görüşmede Cüneyd, Levent’i mesleğinden başka hiçbir şeyi, hiç kimseyi sevmemek, sevememekle suçlar. Sadece mesleğine taptığını söyler. Sözlerine şöyle devam eder: “Her tapış bir reddedişle başlar. Örneğin, putlara tapma bilişi peygamberi hakikate hazırladı. Sizin işinizi bu kadar iyi yapmanızın sebebi sevilmemeniz, sevememeniz olmuş. Vazifeden bahsetmiyorum, (karınızı, kızınızı) gerçekten seviyor musunuz? Siz hiçbir insanı sevdiniz mi, insanlık vazifesi olarak görmeden? Peki, hiç kimseyi sevmeyen, sevemeyen birisi diğer insanlara yardım edebilir mi?” Bu sorgu ile psikolojide hayli önemli olan koşulsuz sevme eyleminin önemini vurgulamaya çalışan Cüneyd bir temenniyle konuşmasını bitirir: “Mühürlü kalbinizin açılması için Allah’tan bir vesile dilerim.” Bu vesile Kızıl Goncalar dizisinin devamında gerçekleşecek gibi görünmektedir.
Üçüncü bölümdeki görüşmelerinde Cüneyd habersiz biçimde Levent hocanın evinin kapısına dayanır ve görüşme talep eder. Levent bunun mümkün olmadığını belirtince Cüneyd öfkelenerek doktora karşı çıkan bir tarikat mensubuna tokat atar ve bunun üzerine Levent onu evine almayı kabul eder. Aralarında zaman mevhumu üzerine bir sohbet başlar. Doktor hangi zamanlarda böyle öfkelendiğini sorduğunda Cüneyd, “Dünyanın ne zaman çamur sıçratacağı belli olmuyor. Derviş anın evladıdır,” şeklinde cevap verir. Levent ise “Anı yaratan bir önceki an değil midir?” diyerek karşı çıkar. Cüneyd şöyle karşılık verir: “Bize göre öyle, belki bir sonraki andır anı yaratan. Sebepler dairesine itimat edemeyiz. Belki bütün bunlar çok sonra olacak bir şey olsun diyedir. İnsan kendini arzın merkezinde zanneder. Nefsi öyle zanneder. (Kontrol, irade yok mu?) Beethoven’ın dedesi bir sarayda bas koro elemanıymış. Belki dünyadaki bütün varlık amacımız Beethoven’ın dedesi olmaktır.” Cüneyd burada fizik teorilerine göre düzlemsel değil döngüsel olduğu düşünülen zaman kavramından bahseder. Bu görüşe göre zaman doğrusal değildir. Birey zaman dairesinin neresinde durduğuna göre zamanı algılar. Döngüsel zaman anlayışında başlangıç ve son yoktur, sonsuzluk vardır. İbni Haldun’un yaklaşımına göre bütün varlıklar sürekli dönüşmektedir. Levent bu açıklamanın acımasızca olduğunu düşünür. Bir insanın annesinin vazifesinin sadece onu doğurmak olduğunu bilmesinin anneye de evlada da zarar verdiğini söyler. Buradan konuyu aileye bağlayarak bireylerin geçmişlerinde yaşadıklarını yeni kurdukları ailelerinde telafi etmeye çalıştıklarından ancak kimisinin eskisinden de beter kompleksler ürettiğinden bahseder. Sözlerini şöyle bitirir, “Yaşananlar yaşanacak olanları takip etmiyor diyemeyiz.”
Dördüncü bölümde Cüneyd tetikleyici bir olaydan ötürü geçmişte yaşadığı travmanın etkisine girer ve kendini tanıyamaz hale gelir. Doktor Levent, Cüneyd’i bu transtan yüzüne bir ayna tutarak çıkarır ve onu ana geri getirir. Kendine gelen Cüneyd’in ağzından Mevlana Celaleddin-i Rumi’nin dizeleri dökülür “Sana bir ayna getirdim, baktığında beni gör diye.” 13. yüzyılda Anadolu’da yaşamış filozof, şair ve tasavvufçu olan Mevlana’nın ismi “efendimiz”, Rumi ise “Romalı” anlamına gelmektedir. Sufist düşünür aynı zamanda dönerek yaptığı tasavvuf dansıyla meşhurdur. İslamı farklı yorumlayışı; gönül yoluyla, saflaşarak, temizlenerek üstün insanlığa (insan-ı kamil) ulaşılabileceğini ve Allah’ın herkesin içinde olduğunu öne sürmesi bazı kesimler tarafından eleştirilmiştir. Mevlana inanç felsefesinin temeline sevgiyi ve insanın özüne ulaşması gayesini yerleştirir. Şiirinin tamamı şu şekilde ilerler:
Bilemezsin
Sana verecek bir armağanı ne çok aradığımı,
Hiçbir şey içime sinmedi.
Altın madenine altın sunmanın ne anlamı var.
Ya da okyanusa su…
Düşündüğüm her şey,
Doğu’ya baharat götürmek gibiydi.
Kalbimi ve ruhumu vermemin bir yararı yok,
Çünkü sen zaten bunlara sahipsin.
O yüzden sana bir ayna getirdim.
Kendine bak ve beni hatırla!
Sonraki bölümde Cüneyd kendisiyle konuştuğunu ancak pek anlaşamadığını söyler doktora ve Yunus Emre’den alıntı yaparak devam eder “Ben diyorum beni benden sorma, ben ben değilim.” Yunus Emre de 13. ve 14. yüzyıllarda Anadolu’da yaşamış bir ozan ve mutasavvıftır. Türk şiirinin öncüsü kabul edilmektedir ve edebiyattaki yeri önemlidir. Şair, Mevlana’nın eserlerinden etkilenmiştir. Allah sevgisi, aşk ve iyi ahlak şiirlerinin genel temalarını oluşturmaktadır. UNESCO 1991 yılını Uluslararası Yunus Emre yılı ilan etmiştir. Cüneyd’in ağzından dökülen dizelerinin tamamı ise şu şekildedir:
Beni sorma bana ben ben değilem
Bir ben vardır bende benden içeru
Seni ben severim candan içeru
Yolun vardır bu erkandan içeru
Kesildi takatım dizde derman yok
Bu ne mezheb imiş dinden içeru
Ardından Cüneyd, Levent’in hastalarını iyileştirememesinin sebebini geçmişe takılı kalmaları olarak değerlendirir. Ona göre daha önce bahsedildiği gibi, “Derviş anın evladıdır.” Hatta daha da ileri giderek psikiyatrinin -Hıristiyanlığın yaygın olduğu yerlerde gelişmesinden ötürü- günahı merkeze yerleştirerek insanın doğuştan kötü olduğunu kabul ettiğini söyler. Cüneyd sözlerine devam eder: “Dini olan asla geçmişle ilgilenmez. Alınan yaralarla, yaşanan travmalarla… İnsanı iyi var sayar, onu iyiye yönlendirir. İnsanı biricik yapan travmalarıdır. (…) Tövbe, tam tersine geçmişi geride bırakmaya yönelik bir eylemdir. Bundan sonra ne yapacağın önemlidir.” Ancak Levent bir kişinin günahlarının Allah katında bağışlanmasının onu toplumda özgür kılmayacağını anlatır. Bireyin iyileşmesi için geçmişle yüzleşip yaralarının sağalması gereğinden bahseder. Ona göre, “Travmalarla yüzleşmek, barışmak, başka açılardan bakmak. Karakter gelişiminde etken,”dir. Cüneyd’e göre ise “Dünyanın eziyeti bitmez. (…) Ben geleceğe bakmayı tercih ederim.” Bu diyalogdan çıkarımla Cüneyd’in varoluşçu bir felsefe benimsediğini söyleyebiliriz. 19. yüzyılda ortaya çıkan varoluşçuluk, varlığın özden önce geldiğini öne süren bir felsefe akımıdır. Bu akıma göre insan eylemleri neticesinde var olmaktadır. Gelecekte gerçekleştireceği eylemler onu tanımlamaktadır. Varoluşçu psikoterapi ise ölüm, hayatın anlamı, özgürlük gibi kavramları irdeleyerek kişisel olgunlaşmayı hedefler. Geçmişe odaklanmak yerine bireysel özgürlüğü vurgulayarak gelecekteki eylemleri düzeltmeyi ilke edinir. Cüneyd’in bu yaklaşımı üzerine Levent şöyle cevap verir, “Seninle bir yol bulacağız. Geçmişten gelen geleceğe giden.”
Bu bölümün ilerleyen kısımlarında Cüneyd, Zeynep’in isteği üzerine onu salıncaklara götürür. Zeynep neden böyle bir iyilik yaptığını sorduğunda Hayyam dedi diye cevap verir. Ömer Hayyam 11. ve 12. yüzyıllarda, İslam’ın altın çağı olarak kabul edilen dönemde yaşamış bir matematikçi, filozof ve şairdir. İslam matematiği, Fars şiiri ve felsefesiyle ilgilenmiştir. Geometri ve kübik denklem çalışmalarıyla birlikte gök bilimiyle ilgilenerek güneş takvimi tasarlamıştır. Rubaileri tarihte iz bırakmıştır. Kızıl Goncalar dizisinde Cüneyd’in Zeynep’e okuduğu rubaisi şu şekildedir:
Yeryüzünü gül bahçesine çevirmekten
Daha sevaptır bir insanı sevindirmek
Bin kulu azad edenden daha büyüktür
Bir hür insanı iyilikle kul edebilen
Sonra Zeynep saçlarını açar ve rüzgara bırakır savrulması için. Cüneyd’e sorar “Sen ne isterdin?” Cüneyd “Hiç olmak isterdim ben. Rüzgar gibi, görünmez, tasasız,” diye yanıt verir. Hiçlik felsefesi gerçeklik durumlarının ortadan kaldırılmasıyla varolmayış durumu olarak tanımlanmaktadır. Varoluş aslında Tanrı’nın hiçlikten yarattığı bir şey, kainatın merkezi, hiçliğin bir zıtlığıdır. Buna göre boşluk olmadan hareket olamaz. Yani hiçlik varoluşu yaratır. Sartre’a göre bilinç seviyesindeki varlık yani düşünce somut olmadığı için aslında yokluktur. O yüzden düşünce bizi yokluğa yaklaştırmaktadır. Doğu felsefesinde ise, örneğin Budizm’de, hiçlik üst bir mertebeye ulaşmak, aydınlık anlamında kullanılmaktadır. Bu görüşe göre tek bir işe, düşünceye odaklanmak, arınmayı, egodan kurtulmayı beraberinde getirir. İslamiyet’te ise hiçlik kainatın yokluktan yaratılmasıdır. Özellikle tasavvuf felsefesinde hiçlik, dünyevi varlıklardan uzaklaşıp Allah’a ulaşma hali olarak yorumlanır. Cüneyd de geçmişinden, acılarından kurtularak hiçliğe ulaşmak istemektedir.
Kızıl Goncalar dizisinin altıncı bölümünde Cüneyd ve tarikatı, Levent’in babasına geçmiş olsun ziyaretine gelir. Cüneyd ateist olan babanın yanına gizlice çıkar ve kendisini öldürmesini isteyip istemediğini sorar. Bunun üzerine ahiret inancı ve ölüm hakkında konuşmaya başlarlar. Cüneyd, filozof Wittgenstein’den alıntı yaparak ölümsüzlük hakkında konuşulabiliyorsa var olabileceğini iddia eder: “Üzerine konuşulmayan konusunda susmalı.” Wittgenstein, Aristo’nun “Dil düşüncenin elbisesidir,” (Boynukara, 2019) fikrinden yola çıkarak “dilin dünyayı resmettiğini” söyler (Aydoğan, 2015). Aynı zamanda şöyle ifade eder: “Dilimin sınırları dünyamın sınırlarıdır.” Ona göre dil hem taşıt hem şofördür. Ve son olarak fırtınalı düşüncelerin ancak yaratıcı olabileceğini anlatmak için ekler: ‘’Tanrı beni zihin sağlığından korusun!’’ (Aydoğan, 2015). Konuşmanın ilerleyen kısımlarında Cüneyd ve Levent’in babası ölümün yalnızca metabolizmanın durması olduğu konusunda hem fikir olurlar. Onlara göre atom ve var olan başka hiçbir şey ölmez. Konuşmanın sonunda Levent’in babası misafirlerle oturmaya ikna olur.
Yedinci bölümde Cüneyd, Levent’e “Nasılsın?” diye sorunca “Ben nasılsının cevabını şimdide aramıyorum. İnsan ya geçmişte ya gelecekte yaşıyor kafa olarak,” yanıtını alır. “Bilmediği bir gelecekte nasıl yaşar ki insan?” diye başka bir soru yöneltir. Levent de Albert Camus’dan alıntı yaparak şöyle der, “Pişmanlıklarımız geçmişte yaşadıklarımızın karın ağrısı, tedirginliklerimiz ise gelecek.” Ancak Cüneyd bunu kabul etmez, “Şeytan sizi gelecekle korkutur diyor Allah,” diyerek cevap verir. Geçmiş ve gelecek kavrayışına Camus bir olgunlaşma süreci olarak yaklaşır. Nobel Edebiyat ödüllü, varoluşçu yazar ve filozof Camus’ya göre “İnsan, geçmiş zamanı ve onun gelecek zamanla olan ilişkisini sınamaya başladığında yaşamın akışının ilerleyişini hisseder.” (Altunay Erduvan, 2020). Filozof, bu şekilde zamanın doğrusal ilerleyişine karşı parçalanmışlığını hissettiğimizde gerçeğe yaklaştığımızı vurgulamak istemiştir. Edebiyat alanındaki en değerli kitaplardan olan “Yabancı”da, kişinin yaşadığını dünyaya ve eylemlerine yabancılaşmasını ele alır. Bu durumu şöyle aktarır: “Bazı insanların sırf normal olabilmek için olağanüstü enerji sarf ettiklerini kimse bilmez.” “İnsan mademki ölecektir, bunun nasıl ve ne zaman olacağının önemi yoktur,” sözleriyle de çağdaş nihilizmin “saçma” akımını anlatmaktadır. Kitabındaki en vurucu cümle ise şudur: “Fakat herkes bilir ki hayat, yaşanmak zahmetine değmeyen bir şeydir.”
Sonuç olarak, Cüneyd ve Doktor Levent arasında geçen diyalogları felsefi ve edebi alıntıları içermesi bakımından Kızıl Goncalar dizisi izleyiciye keyif vermektedir. Her konu uzun uzadıya irdelenecek başlıklardır. Bu yazıda sözü geçen konuşmalara ışık tutularak temel felsefe akımlarına giriş yapılmıştır. İlgilenenler bu alanlarda detaylı araştırma yaparak derinleşmeyi tercih edebilir. Ancak belki de Kızıl Goncalar dizisinin en önemli kısmı din ile felsefe ilişkisi kurması ve laik kesim ile dindar kesimi ortak paydada buluşturabilmesidir.
Kaynaklar:
[1] Altunay Erduvan, F. D. (2020). Albert Camus’da saçma ve ölüm ilişkisi. Söylem Filoloji Dergisi, 5(2), 541-548.
[2] Aydoğan, O. (2015). Üzerinde konuşulmayan konusunda susmalı. Harbiye 79 internet sitesi. (25.02.24 tarihinde alınmıştır.)
[3] Boynukara, H. (2019). Bir tutam Wittgenstein. Fikir Coğrafyası internet sitesi. (25.02.24 tarihinde alınmıştır.)
[4] Kınağ, M. (2017). George Herbert Mead’in sosyal ahlak anlayışı. Dini Araştırmalar, 20(51), 87 – 116.