Menu Kapat
Kapat
Ara
Close this search box.

Mekanlar ve Hikayeler IV | Dost’un Önü

XPzone Infinia
Okuma Modu

Adam, duvarda asılı olan Dost logosundaki T harfinin önünde bekliyordu. Hava çok sıcaktı, üzerindeki gri Star Wars tişörtü sırılsıklam olmuş, belirli aralıklarla alnında biriken teri silip saatini kontrol etmekteydi. Gözleri, önünde akıp giden kalabalık arasından beklediği kişiyi arıyordu. Uzun süredir beklemenin yan etkilerinden biri olan uyuşuk bacaktaki kan dağılımını yeniden sağlayabilmek için bir adım öne, bir adım geriye atıyordu. Beklemenin yorgunluğu ve sabırsızlık tüm vücuduna yansımıştı. Zaman mı geçmek bilmiyordu? Yoksa sabırsızlık mı ağır geliyordu insana? İnsanın prensibi olmalıydı ve kimse kimseyi bu kadar uzun süre bekletmemeliydi. Üstelik de buluşma hayati önem taşıyorsa…

Dost’un D harfine yakın bir şekilde duran, sırtında yeşil asker çantası -üzerinde Konur Pasajı’ndan aldığı Guns & Roses, No Doubt, Hard Rock Cafe Ankara rozeti vardı- ayağında postalları olan kadın, elindeki kitaba konsantre olmuştu. Ne insanı canından bezdiren sıcak ne de kalabalık onun kitap okumasına engeldi. Bir şeye yoğunlaştı mı, onu bölmek kolay değildi. Lakin çaprazında duran adamın tüm caddeye yayılan sabırsızlığı dikkatini dağıtıyordu. Adam bir ileri, bir geri hareket ederek kafasını  öne doğru uzatıp sürekli saatine baktıkça, kadın da aynı sayfada takılı kalıyordu. Kadın, dikkatini yeniden kazanabilmek için çantasından sigarasını çıkardı. Fermuarında Troll bebek anahtarının gülümsediği çantanın karanlık köşelerinde çakmağını aradı ama bulamadı. Her şey vardı ama çakmak yoktu. Kesin bir yerde düşürmüştü. Hep böyle yapardı, bazı konularda çok dalgındı. Hacettepe Amerikan Dili ve Edebiyatı’nda okuyordu. Kafasında hep cümle yığınları olurdu; yazar, müzisyen ve gezgin olmak istiyordu. Hayalle gerçeğin iç içe geçtiği bir anda çakmağını kaybetmişti kesin. Durdu, yanında bekleyen adamı gözüne kestirdi, yavaşça bir adım atarak:

-Merhaba, çakmağınız var mı?

-Olacaktı, bir saniye.

Adam ceplerini yokladı, çakmağı hemen bulamadı. Cepleri de zihni gibi son zamanlarda çok karışmıştı. Sürekli iletişim kazası yaşıyordu. Sanki Melih Cevdet Anday oyunlarında başrol karakteriydi. “Nasılsın?” diye soranlara, “Sağ olun, aç değilim, yiyip geldim,” diyordu. Cebin katmanlarında bulduğu çakmağı kadına doğru uzattı ve sigarasını yaktı.

Kadın teşekkür etti, sigarasından bir duman çekti, aynı hızla atmosfere gönderdi. Kadının dumanı, gökyüzünde düz bir çizgi oldu bir an.

Hazır çakmağı dışarıdayken adam da bir sigara yakmaya karar verdi. Arka cebindeki sigara paketinden bir sigara çıkardı. Bastı ateşi, onun da dumanı gökyüzüne karıştı. Adamın dumanı karmaşıktı. Çakmak alışverişi, onları iki yabancıdan, ortak bir anıyı paylaşan iki yabancıya döndürmüştü. Kadın belki de bu bilgiye güvenerek lafa girdi:

-Birini mi bekliyorsunuz?

-Evet.

Kadın kısa ve net cevapla yetinmek istemedi. Lafı açması için bir ara bir soru cümlesi daha gönderdi. Adamın dağınık saçlarından, sol kulağındaki halka küpesinden ve insana güven veren bedenine yansıyan o dalgın halinden etkilenmişe benziyordu.

-Merakımı mazur görün. Sizin bir süredir burada olduğunuz dikkatimi çekti de. Bayağıdır bekliyor gibisiniz.

Adam, normal bekleme süresini aştığını ve tüm dünyanın bundan haberdar olduğunu fark etti bir an. Kısa bir açıklama yapma ihtiyacı hissetti:

-Evet, biraz oldu galiba. Kız arkadaşımı bekliyorum. Saat 13.00 civarı Dost’un önünde buluşalım demişti. Hafta sonu trafiğine takıldı galiba.

Kadın saatine baktı, ikna olmamış ve bir soruşturmayı çözmeye çalışan dedektif titizliğinde yeni bir soru sordu:

-Hmm, Ankara’da o kadar trafik olmaz ama biraz geçmiş sanki. Saat 14.30 olmuş. Hangi Dost demiştiniz peki?

-Nasıl hangi Dost?

-Üç tane Dost var ya: Tunalı, Konur, Yüksel. Ya Tunalı’nın önüne gittiyse?

Adam panikledi:

-Yok, canım. Kızılay Dost’un önüne gelir. Herkes burada buluşmaz mı?

-Öyle ama bazen karışabiliyor. Onun için sordum.

Adamın panik derecesi giderek artıyordu.

-Tunalı Dost’a gitmiş olabilir diyorsunuz ya da Konur’dakine. Öyle olduysa, çok fena teğet geçtik birbirimize.

-Öyle demedim. Bir ihtimal olabilir, dedim. Gecikmesinin ardında başka bir sebep de olabilir.

Kadın, sigarasının ucuna birikmiş külleri yere serpti, sonra adama dönerek:

-Bir telefon mu etseniz? Bir şey olmuş olmasın?

Kadın bu yorumuyla, adamın zihninin derinliklerinde sakladığı kötü olaylar bölümünün kapısını açmış oldu.

-Yok, canım (Kadından önce kendini ikna etmesi gerekiyordu çünkü). Gelir şimdi. Yani mutlaka gelmesi lazım, çok önemli bir buluşma çünkü.

Adam çekinerek devam etti:

-Şey, siz buradaysanız biraz daha, ben bir telefon edip gelsem, kız arkadaşım gelirse, “Sana telefon etmeye gitti” der misiniz?

-Onu nasıl tanıyacağım?

-Uzun boylu. Düz, kahverengi saçları, çok güzel ela gözleri var.

Kadın tarife güldü:

-Bayağı özel biri galiba.

Adam biraz bekledi:

-Öyle, yani öyleydi. İlişkimizi yeniden adlandırmak durumunda kaldığımız bir dönemdeyiz de.

Kadın buna da yorum yapmadı ama adama yardım etmek istedi.

-Tamam, ben buradayım. Sizin tarifinize uygun ve sizi arayan biri olursa söylerim.

Adam mutlu oldu. Ceplerini karıştırdı, jetonları hazır etti, koşarak Gizem Müzik’in çaprazındaki telefon kulübesine gitti. Art arda jetonları yerleştirdi, numarayı çevirdi. Uzun uzun çaldırdı. Açan olmadı. Alet jetonu aynen adama iade etti.  Ümitsizce telefonu kapadı, dışarı çıktı. Kulübenin yanındaki büfeden iki su aldı. Tekrar Dost’un önüne geldi. Sulardan bir tanesini kadına uzattı. Kadın teşekkür etti, merakla sordu:

-N’oldu? Ulaşabildiniz mi?

-Hayır, açmadı. Kesin yanlış Dost’a gitti. Ya da hiç gelmedi. (Adam, kız arkadaşının gelmeyebileceğini kabullenmeye başlamıştı.) Bu arada teşekkür ederim, nezaketiniz için. Sizi de işinizden alıkoydum.

Kadın adama üzülmüştü. Böyle bir gerçeği duyacaksa bir yabancıdan duymalı diye düşündü.

-Hiç gelmemiş de olabilir diyorsunuz.

-O da ihtimaller dâhilinde tabii. Yanlış Dost’a gitmiş olabileceği gibi, hiç gelmemiş de olabilir.

-Eğer öyleyse beklemenin de bir anlamı yok.

-Doğru ama gelme ihtimali hâlâ var. Mesela, yanlış Dost’a gittiyse biraz bekleyip diğer alternatiflere de yönelebilir. Öyleyse yolu muhakkak buraya düşecektir.

-Umarım öyle olur. Yoksa gelmeyecek birini boşuna bekliyorsunuz demektir. O da hoş bir durum olmaz. Mantıken gelecek olan beklenir, gelmeyecek olan değil. Gelmeyecek olanı beklemek, biraz beyhude bir zaman öldürme biçimi.

Kadın saatine baktı. Adam bekleyecekti. Yalan gerçeğe dönene kadar kendine yalan söyleyecekti belli ki, onu kendi halinde bırakmak daha iyiydi:

-Aslında, sinemaya gideceğim ben de, onun öncesinde zaman öldüreyim, yeni çıkan kitaplara bakayım diye bekliyordum. Henüz filmi de seçmedim. Kavaklıdere’ye gidip gözüme kestirdiğim bir filme gireceğim. Yol üstü sinemalarının en güzel tarafı da bu değil mi? Tesadüflere açık olması. Aslında tek başına sinemaya gitmenin iyi bir tarafı vardır, biliyor musunuz? Hani gelmek istersen ya da içeride beklemek istersen…

-Sanırım, ben biraz daha bekleyeceğim. Şimdi, içeri girdiğimde gelip beni bulamazsa yine buluşamayacağız. Bugün kesin buluşmamız lazım.

Kadın, pes etmiş gibi bir ifadeyle:

-Peki, ne yapalım. Siz beklemeye kararlısınız. Ben de filmi kaçırmayayım, yani tesadüflerin önüme çıkaracağı filmi…

Adam kadınla sohbeti sevmişti, yaşaması muhtemel hayal kırıklığından kaçınmak istercesine onunla biraz daha konuşmak istedi.

-Doğru, ben de çok severim tek başıma sinemaya gitmeyi. Evde de videodan izlerim. Dost’tan çok film almışımdır. Kieslowski’nin son üçlemesini izlediniz mi?

Kadın muhabbetin derinleşmesini bekliyordu belki de. Adamdan gelen yeni sohbet konusunu açmak istedi. Bir yabancıyla ortak bir beğeniyi paylaşmaktan mutlu oldu. Ne de olsa sinema, birbirini bir yerden tanıyan herkesin ortak iletişim aracıdır.

-Evet, Mavi’yi izledim. Juliette Binoche…  Ama en çok özgürlük meselesi beni sarstı.

-Öğrenci misin?

Adam, bir anda –iz ekini atmıştı. İki yabancının arasındaki mesafe daralıyordu.

-Evet. Amerikan Dili ve Edebiyatı okuyorum. Yazar veya müzisyen olmak istiyorum.

-Müzisyenlik güzel. Ben de gitar denemiştim bir iki kez. Nothing Else Matters’ın girişini çalabilmiştim, yeteneğim o kadarmış.

Kadın güldü.

-Garip bir biçimde herkes girişini çalar, sonrasını çalamaz. Sen neler yapıyorsun?

Kadın da sizli-bizli kısmı atmıştı.

-ODTÜ’de fizik okuyorum. Okulu uzattım. Bölüm bana göre değil. Ne olacağıma tam karar veremedim. ÖSS’ye ileride ne yapacağıma, ne yapmak isteyeceğime karar vermeden öylesine girdim, bu bölümü kazandım. Ama sanırım yönetmen olmak istiyorum. Küçük bir el kamerası aldım, bir şeyler çekmeye çalışıyorum şu sıralar, bir de bir senaryo üzerine çalışıyorum.

Kadının özgüveni, arkadan toplanmış sarı saçları, ela gözleri, güneş ışıklarının ortaya çıkardığı çilleri ve doğal güzelliği, kolundaki “Carpe-Diem” yazılı kuş motifli dövmesi çok hoştu. Çekim gücüne kapılmamak olanaksızdı. Yazdı, hava güzeldi, kadının gözleri ve çilleri çok hoştu… Dikkatini toplama ihtiyacı hisseti; çözmesi gereken bir önemli bir sorunu vardı. Önce onu halletmeliydi. Sohbetin yönünü tekrardan kendi konusuna doğru topladı.

-Bugün mutlaka görüşmeliyiz onunla. Kaç aydır görüşemiyoruz. Bazı şeylerin adını koymamız lazım. Bu belirsizlik…

-Ayrılma aşamasına mı geldiniz? Üzücüymüş.

-Yani, o da belli değil. İyi giden bir ilişkimiz vardı. İki seneyi devirmiştik. Ortak arkadaşlar sayesinde tanışmıştık. Geçen yaz Berlin’den yüksek lisans için kabul aldı, oraya gitti, yerleşti. Sonra iletişimimiz kesildi. Az konuşabiliyorduk, ben ona sıklıkla mektup yazıyordum. İlk zamanlar mektuplara sık yanıt veriyordu. Arada oradan fotoğraflar gönderiyordu. Altında da “Gelince birlikte gezeriz” yazılı… Derken hızla azaldı mektuplar, fotoğraflar da… Aralarına mesafe giren tüm insanlar gibi, yabancılaşmaya başladık, ortak duygulardan uzaklaştık. Bazen haftalarca konuşmuyorduk. Bu belirsizliğe bir son vermek için uzunca bir mektup yazdım. Mektuba yanıt gelmedi. Derken, geçen hafta aradı: “Bir süreliğine Ankara’dayım. Görüşelim mi?” dedi. Sayfalarca yazılmış mektuba verilmiş yanıt… “Tamam” dedim. Bugün için randevulaştık ama gelmedi, yani henüz…

Kadın hiç konuşmadan adamı dinledi. Adamın yaşadığı duyguyu anlıyordu. Onun da başına benzer bir şey gelmişti. Dorian Gray’de tanıştığı pozcu, artist, Skid Row parçaları çalan bir gitarcıya âşık olmuştu. Gök gürültülü, sağanak yağışlı bir kavga etmişler ve ayrılmışlardı. Sonra kadın adamı çok beklemişti. Belki söylediklerinden, davranışlarından pişman olur, ilişkilerine yeni bir şans verir diye. Ama adam hiçbir zaman özür dilememişti.

-Seni anlıyorum. Benim de başıma gelmişti benzer bir durum. Birbirimize bazen çok acımasızca davranabiliyoruz. Ama sanırım, en çok da bekliyoruz, hep ama hep bekliyoruz. Gelmeyecek olanı beklemek, kendimize söylediğimiz en büyük yalan… Sessizlik ağır, biliyorum ama kendimize söylediğimiz yalanlar kadar değil.

Adam, kadına hak verircesine kafasını salladı. Kadın lafa devam etti:

-Belki de seni üzmemek için sessizlikle bu işi çözmeye çalışıyordur. Bazen sessizlik çok şey anlatmaz mı? Sana değer veriyor belli ki, daha fazla üzülmemen için sana somut bir şey söylemek istiyor. Anlamanı bekliyordur ya da doğru zamanı…

-Doğru. Ama yine de gelmesi lazım değil miydi? Son bir veda…

Kadın sessizliğini korudu. Adamı hikâyesiyle baş başa bırakmaya karar verdi. Yabancı biriyle ortak kısa bir anı yaşamıştı. Hikâyeler burada ayrılıyordu, yapacak bir şey yoktu. Belki yeniden bir yerlerde karşılaşırlardı. Adama gülümsedi.

-Beklemeye kararlısın sanırım. Bana müsaade öyleyse, ben artık içeriye geçiyorum. Bence Dost’un önü buluşmaya kesin olarak gelecekler için var olan bir yer. Dost’un önünde herkes beklenmez. Bir kıymeti olması lazım sanki…

Adam da kadına gülümsedi. Pes etmişti artık. Kendine yalan söylemeyecekti. Gelmeyecek olanı beklemek istemedi daha fazla, hayat güzel bir tesadüf çıkarmıştı karşısına. O tesadüfün peşinden, geçmişi ve geleceği düşünmeden kapılmak istedi. Zaman kimseyi beklemiyordu neticede:

-Aslında aklımda bir kitap vardı, ona bakayım ben de. Sonrasında da bir şeyler içer miyiz? Yani sen filme gidene kadar… Hem o kadar bekledik. Boşa gitmesin. Bu arada benim adım Oğuz.

Kadın, gülümsemeye devam etti. “Benim adım da Eylül” dedi, “Tanıştığımıza memnun oldum.”

“Ben de” dedi Oğuz, “Ben de.”

Oğuz ve Eylül, içeriye girerken gökyüzünde bir uçak Berlin’e doğru gidiyordu.


İllüstrasyon: Elif Mercan

Mekanlar ve Hikayeler’in önceki yazıları:
Eymir Gölü: Gidenler, Kalanlar
Kıtır: Yeni Bir Başlangıç
Sekans ve Tunalı Dost: Tesadüfler

Paylaş:

İlginizi Çekebilir