Menu Kapat
Kapat
Ara
Close this search box.

Mekanlar ve Hikayeler X | ODTÜ: Gönülçelen

XPzone Infinia
Okuma Modu

Cem, sahnenin arkasında grubu Blue Moon ile birlikte çalma sırasını bekliyordu. Sahnede ise Little Lion, Toto’dan Africa’yı yorumluyordu. Grubun vokalisti, uzun saçları, simetrik bıyığıyla fena halde Yanni’ye benziyordu. Parçayla vokalin dış görünüşü tuhaf bir biçimde uyumsuzdu. Seyircilerin bir kısmı bahar şenliği rehavetine kapılmış vaziyetteydi. Bazıları sarhoş olmuş, bazıları kendi aralarında konuşuyordu. Konseri dikkatle takip eden kişi sayısı bir hayli azdı. Cem, her konser öncesinde olduğu gibi sahnenin önündeki kalabalığa dikkatle baktı. Aradığını bulamamış bir yüz ifadesiyle içinden “Yine gelmeyecek” dedi. Birasından bir yudum aldı. Yere oturdu. Hava sıcaktı, Little Lion berbat çalıyordu, üstelik şarkıyı gereksiz yere uzatmışlardı. Cem beklemekten sıkılmıştı. Gitarını kılıfından çıkarıp, tellerine dokundu. Blue Moon’un diğer elemanları da kendi hallerindeydi. Grubun solisti Kaan bir elini sevgilisinin omzuna atmış, etrafındakilere heyecanla bir şey anlatıyordu. Basçı Şenol yakınlarda bir yerde çimenlere uzanmış uyukluyordu. Cem’in sol tarafında ise sırtını duvara yaslamış, çalma sırasını bekleyen Şebnem vardı. Blue Moon’dan önce onun grubu sahne alacaktı. Şebnem kafası önünde parçayı dikkatle dinliyordu. Bir ara kafasını kaldırdığında Cem’i fark etti. Gülümseyerek selamlaştılar. Okuldan ortak arkadaşları sayesinde tanışıyorlardı. Şebnem’in kendine has, olağanüstü bir vokal tarzı vardı. Zaten yakın zamanda İstanbul’a gidecekti. Cem de bir süredir böyle düşünüyordu: ”Bu iş yapılacaksa İstanbul’da yapılmalıydı. Ankara zaman kaybıydı.”

Blue Moon olarak iyi bir uyumları vardı. ODTÜ müzik topluluğunda tanışmışlardı. Olaylar hızlı gelişmişti. “Şarkıcılık yapabilir misin? Yaparım. Gun N’ Roses sever misin? Severim. O zaman hadi grup kuralım”. Ağırlıklı olarak Bon Jovi, Whitesnake, Deep Purple gibi grupların parçalarını çalıyorlardı son zamanlarda kendi bestelerine de başlamışlardı. Bu işi profesyonel olarak devam ettirmek istiyorlardı. Ama yaptıkları müziğin Türkiye’de bir karşılığı yoktu, dolayısıyla müzikten para kazanma ihtimalleri yok denecek kadar azdı. İdealizm, hayatın karşısında hükmen mağluptu. Hayaller bir çırpıda kışlıkların arasına konulabilir miydi? İstedikleri müziği yapıp, istedikleri hayatı yaşamak için bedel ödemeye hazır mıydılar? Cevapları zor sorulardı. Üstelik, kendilerini Türkiye’de çok yalnız hissediyorlardı. Nereli olduklarını kendileri de bilmiyordu.  İnsanlar yaptıkları müziğe çok yabancıydı. Uzun saç, kovboy çizmesi ve kulakta küpelerle Kızılay’da yürürken bile garipseniyorlardı. Bu sebepten ötürü zaman içinde hepsinin müzikten beklentisi farklılaşmıştı. Basçı Şenol, mesela, mühendislik okuyordu. Okulu bitirip mühendislikle uğraşmak istiyordu. Bol gömlekler, renkli kazaklar giyiyordu. Saçları da kısaydı. Aralarında en az rockçıya benzeyen oydu ama iyi bir müzik kulağı vardı. Şenol için müzik gelip geçici bir şeydi, gençlik hevesiydi. Kaan’ın hedefi ise daha büyüktü. İşletme bölümünde okuyordu. Yaptığı müziği ve kendini aşırı ciddiye alıyordu. Bon Jovi havalarında geziyordu. İzmir Caddesi’ndeki Amerikan Pasajı’ndan ikinci el kovboy çizmesi almıştı. Yaz kış ayağındaydı. Babası, Kaan’ın kovboy çizmelerinin çıkardığı seslere ve dış görünüşüne çok kızıyordu. Kaan Londra’ya gidip müzikle uğraşmak istiyordu. Gerekirse bulaşıkçılık yapacak ama bir şekilde orada şansını deneyecekti. Davulcu Suat sosyoloji okuyordu. Hem sosyolojiden hem de müzikten para kazanma şansı düşüktü. Ailesi de onun müzikle uğraşmasından rahatsızdı zaten. Suat, az zamanda geleceğine dair net kararlar vermesi gerektiğini biliyordu. Bu sebeple gökyüzünde süzülen, istikameti kaybolmuş bir balondan farkı yoktu. Cem ise mimarlık okuyordu. Bu bölüme bilinçli bir şekilde gelmemişti. ÖSS’de iyi puan almıştı. ODTÜ’nün iyi bir okul olduğunu biliyordu. O yüzden puanı ODTÜ’de nereyi tutuyorsa onu yazmıştı. Müzisyenlik dışında yazarlık da yapıyordu. Ortak arkadaşlarıyla fanzin çıkarıyordu. Derslere pek girmiyordu. Alttan çok dersi birikmişti. Aylaklık daha çekici geliyordu, bölümü de okulu da sevmiyordu. Başka bir şey arıyor,  ne aradığını kendisi de bilmiyordu. Müzik, anlamını bildiği tek şeydi belki de. Tamam, müziği çok seviyordu ama bu işten beklentisi ne şöhret ne de para öncelikliydi. Gitarının telleri yıllardır sadece tek bir kişi için çalıyordu. Onu çok seviyordu. Bu hayatta hiçbir şeyden emin değilse ona karşı hissettiklerinden emindi. Zaten insan aşık olmaz, aşık olduğunu anlardı. Muhteşem Gatsby gibi tüm bu şamata, üç kişinin geldiği konserler, bozuk amfiler, eskimiş gitar telleri, sarhoşluklar, kavgalar, Hayri’de kaset çekmeler, eğlenceler, müzikler hep o beklenen kişinin gelmesi içindi. O olaydan sonra, beklenen kişi bugüne kadar hiç gelmemişti. Lakin Cem, inatla beklemeyi sürdürüyordu.

Cem, düşüncelerini gitar telleri arasında dolaştırırken önüne bir gölge düştü. Kafasını kaldırıp yukarı baktı. Gölgenin sahibi grubun davulcusu Suat’tı. “Ne yapıyorsun lan burada tek başına? Kafayı mı buldun yoksa? ”dedi. Cem, “Yok lan, ne kafayı bulması; herifler bitirecek gibi değiller. Sıkıldım, parmaklarımı ısındırayım dedim,” şeklinde karşılık verdi. “Harbiden bok gibi çalıyorlar. Hadi kalk da grubu toplayalım. Çalma listesini son bir gözden geçirelim,” dedi Suat. Cem gitarını kılıfına soktu. Yerden kalktı, pantolonunu temizledi. Sahnenin önüne yine göz ucuyla baktı. Cem’in beklediği kişi Dil Tarih’te okuyordu ama ODTÜ’den çok ortak tanıdıkları vardı. Sıklıkla bu kampüse gelirdi. Bahar aylarında ODTÜ’nün içerisinde açan Sakura ağaçlarına bakmaktan, yeşilliklere uzanmaktan, Çatı’da vakit geçirmekten hoşlanırdı. Cem de onunla burada yürümeyi, bahar şenliklerinde aylaklık etmeyi, bira içmeyi, sarhoş olmayı çok severdi. Hipotezine göre onun bugün burada olma ihtimali oldukça yüksekti. Kalabalığa doğru şöyle bir baktı; tek başına dans edenler, bugünün anısı olarak fotoğraf çektirenler, merakla fotoğrafın ne zaman basılacağını soranlar, kafayı erken bulanlar, içmeye devam edenler, öpüşenler, içi erik dolu dev poşetle gezenler, çimlerde uzananlar gibi bilindik bahar şenliği ortamı vardı. Kısa göz taramasından sonra yine aradığını bulamamış gibiydi. Suat “Hadi, oğlum nereye bakıyorsun? Cidden ne içtin sen? İyi görünmüyorsun,” deyince Cem silkelendi: “Bir şeyim yok. Bir tane bira içtim ya… Hadi bizimkilerin yanına gidelim”. Gelmeyecek olanı beklemek ağır bir süreçti. Zaman içinde bunu çok iyi anlamıştı. Bu sırada, sahneden tek tük alkış sesi yükseldi. Little Lion, seyircilere teşekkür edip, sahneyi Şebnem’in grubuna bıraktı.  Şebnem ve grubu sahneye gelmiş, gerekli hazırlıkları yapmaya başlamıştı. Cem ve Suat, Şebnem’e başarılar dileyip kalabalık arasına karışıp, tanıdıklarla sohbet ettiler. Uzatılan eriklerden bir avuç aldılar.  Bazı toplulukların stantlarına uğradılar. Şenlik ziyaretçisi hocalarını görüp onlara selam verdiler. Bazı hocaları onları hiç derste görmedikleri için tanımakta zorlandılar.

Kısa şenlik gezintisinden sonra grubun diğer elemanlarının yanına geldiler. Kaan’ın elinde üzerinde çalınacaklar listesi yazılı buruşuk bir kağıt vardı. Açılış parçası önemliydi. Genelde Deep Purple’dan Highway Star’la çıkarlardı. Sonra da Def Leppard, Whitesnake, Bon Jovi, Bryan Adams, Crowded House, Prince’den parçalar çalarlardı. Kaan, listeye şöyle bir baktı, Crowded House ve Prince’i çıkarmak istedi. Yerlerine Beatles ve Rolling Stones eklemeyi önerdi. Cem itiraz etti. Ona göre bu parçalar mutlaka çalınmalıydı, özellikle bugün. Grubun diğer elemanları onun neden bu parçalarda ısrar ettiğini anladılar. Cem’in geçmişe bu denli takılı olmasına, bazı şeyleri unutamamasına kızdılar. Prince ve Crowded House’un parçalarından insanlar sıkılıyordu. Bahar şenliğinde hava güzelken, insanlar eğlenirken ağır parçalar çalmanın nedeni yoktu hem. Cem ısrarını sürdürdü, arkadaşlarına açıktan tavır bile aldı.  Aralarında kısa süreli bir tartışma çıktı. Orta yolu bulabilmek için Crowded House’u çıkardılar ama Prince’ten Purple Rain kaldı. Bu sırada, Şebnem ve grubu sahnede hazırlıklarını tamamladı. Grubun davulcusu davullara vurdu. Ses kontrolü yaptı. Her şey hazırdı. Gitardan ses yükselmeye başladı ve Şebnem gür sesiyle Tina Turner’den Simply the  Best’le giriş yaptı. Az önceki Little Lion’daki cılız kalabalığın aksine insanlar sahnenin önüne toplanmaya başlamıştı. Kaan, elinde kalem bazı parçaların altını çizdi. Yerlerine yenilerini koydu, son haline getirdi. Arka cebinde buruşmuş Camel paketini çıkardı. Zippo çakmağıyla yaktı. Kaan için pozculuk önemliydi. Bu davranışlar bazen garip ve itici kaçsa da Kaan inatla Bon Jovi taklidi olarak yaşamını sürdürürdü. Şebnem, Simply the Best’i bitirdi. Heart’tan Alone’a geçti. Cem hemen müziğe kulak kabarttı. Bu parçayı onunla birlikte dinlemeyi çok severlerdi. Hatta birkaç sene önce onun için bir kaset doldurmuştu. Kasetin A kısmının ilk parçası buydu. Hüzünlendi. Yerdeki bira dolu torbadan bir tane bira çıkardı. Kapağını açtı, hızlıca içti. Geçmişin kancası bir defa bile olsa peşinize takılırsa ondan asla kurtulamıyordunuz. Onunla ya barışacaktınız ya da onun esiri olacaktınız. Ortası yoktu. Cem de bu yakın zaman diliminde kendi geleceğini arıyordu. İki zaman dilimi arasında kaybolmuş gibiydi. Sarma sigarasını yaktı, Şebnem’in sesine konsantre oldu. Şebnem’in grubu tam gaz devam ediyordu. Sahnenin önündeki kalabalık çok eğleniyor görünüyordu.

Blue Moon, ekipmanlarını alıp sahneye biraz daha yaklaştı. Çalma sırası kendilerine geliyordu. Her konser öncesinde olduğu gibi grup olarak yine tedirgindiler. Birbirleriyle neredeyse hiç konuşmuyorlardı. Cem ve Şenol’un sırtlarında gitarları vardı. Kaan, ağzında sigarası, bandanasını düzeltiyordu.  Bu sırada Şebnem’in grubu konseri bitirmeye hazırlanıyordu.  Son parçaları Queen’den I Want to Break Free’yi çalıyorlardı.  Şebnem’in parçanın final kısmında solosunu atmasıyla birlikte seyirciler gaza geldi. Alkış, ıslık sesleri yükseldi. Parça bitti. Grup olarak seyircilere teşekkür ettiler ve sahneden ayrıldılar. Şebnem onlara başarılar dileyip kalabalığın arasına karıştı. Şimdi sıra Blue Moon’daydı. Suat davula geçti, pedallarla ses denemesi yaptı. Cem gitarını amfiye taktı.  Sonra da gitarın tellerine dokundu, ses kontrolünü yaptı. Temizdi. Kaan ve Şenol da son hazırlıklarını yaptılar.

Gün boyu tepelerinde dikilen güneş de bir bulutun arkasına saklandı. Olası bir mayıs yağmuru aniden bastırabilirdi.  Kaan arkadaşlarına bakarak gözüyle “Tamam mıyız” işareti yolladı. Herkes hazırız anlamına gelen kafa sallamasını yaptı. Kaan, mikrofona eliyle dokundu. “Merhaba” deyip, kendilerini ve gruplarını tanıttı. Sonra da konuştukları gibi Deep Purple’dan Burn’le giriş yaptılar. Cem gitarı agresif bir şekilde çalıyordu. Kaan Bon dünyaca ünlü rock star havalarında sahneyi boydan boya çığlıklarla koşturuyordu. Seyircinin bir kısmı parçaya eşlik etmişti bile. Blue Moon, konsere devam ederken hava hızla kapamıştı. Uzaklardan gök gürültüsü duyuluyordu. Hızlı parçalar, baladlar, yakılan çakmaklar, Kaan’ın seyirciyle zevzek muhabbetleriyle konserin sonuna doğru yaklaşmışlardı. Az önceki gök gürültüsünün bir uzantısı olarak hoş bir bahar esintisi beraberinde yağmur taneciklerini getirdi. Cem’in işaretiyle birlikte Prince’ten Purple Rain’i çalmaya başladı. Yağmur ve şarkıyla birlikte sevgililer öpüşmeye, yalnızlar dertlenmeye, sarhoşlar yere düşmeye başlamıştı. Cem parçanın en alıcı bölümünde gitar solosunu tüm içtenliğiyle çaldı. Neredeyse birikmiş tüm duygu durumunu notalara yansıtıyordu. Parça bitti, grup teşekkür edip sahneyi terk etti. Cem mağlubiyeti kabullendi. Gelmeyecek olanı beklemek manasızdı. Geçmişi bir yerde bırakmak gerekiyordu. Ayrılık sürecinde ağır sözler söylemişti. İkisi de hayat, gelecek ve müzik meselesi yüzünden ayrı düşmüşlerdi. Bir tarafa göre okul bitiyordu, ne yapılacağına karar verilmesi lazımdı. Söz konusu müzik de olsa her şeye ciddiyetle ve yaşın olgunluğuyla yaklaşılması gerekiyordu. Diğer tarafa göre tüm bu hesaplar, ciddiyetler saçmaydı, sistemin dayatmasıydı. (Cem, bu konuyla ilgili yalan yanlış üç makale okumuştu. Savunma mekanizması olarak yeri geldiğinde kullanıyordu.) Görüş ayrılıkları onları bir yere kadar götürmüştü ama zamanla birikerek bir yerde patlama etkisi göstermiş ve ağızdan dökülmüştü.  Beklenen olmuş ve ayrılmışlardı. Zaman içinde Cem’in pişmanlığı ve hayal kırıklığı derinleşmişti. Özür dilemeler ve barış hamleleri karşı taraf tarafından boşa çıkarılmıştı.  Cem, geçmişe saplanıp kalmış, karşı taraf yoluna devam etmişti. Gerçi yakın zamanda son bir hamle yapıp tüm yazarlık maharetini kullanıp ona onu ne kadar sevdiğini, hikâyelerini, geçmişlerini, beraber ne kadar güzel vakit geçirdiklerini anlatan bir mektup yollamıştı. İki yıldır doğru dürüst görüşmemişlerdi. Zaman onların aleyhine işliyordu.

Blue Moon sahneden inerken, havanın dönüşü keskinleşti. Rüzgâr fırtınaya, yağmur sağanağa dönüştü. Herkes hızla bir yerlere koşturdu. Cem de yağmurdan korunabilmek için Satranç Kulübünün tentesine sığındı. Satranç Kulübü standında kimsecikler yoktu, grup üyeleri bile yoktu. Cem burada bir süre beklemeye karar verdi. Yağmur tanecikleri tentenin ucundan aşağıya düşüyordu. Tam bu sırada Cem’in yanında biri belirdi. “Güzel yağdı ama” diye bir ses duydu. Cem kafasını çevirdi şaşkınlıkla kalakaldı.  Karşısında yağmurdan nemlenmiş saçları, harika gülümsemesiyle Ezgi vardı. Günlerce, aylarca beklediği kişi yanındaydı. Onu olabilecek her yerde aramış, birlikte geçtikleri sokaklardan defalarca geçmiş, sevdiği mekânlarda saatlerce oturmuş, otobüse binebileceği duraklarda beklemişti ama bir defa olsun görememişti. Şimdi mayıs ayında, romantizmden uzak bahar yağmurları eşliğinde, Satranç Kulübünde Ezgi’yi bulmuştu. Bir süre ne diyeceğini bilemedi. Suskunluğu Ezgi bozdu. “Mektubunu aldım. Bugüne kadar okuduğum en güzel şeylerden biriydi. O yüzden gelmek istedim. Konser sonunda sürpriz yapacaktım ama fırtına çıktı. Neyse ki bulabildim seni. Hala aynı kovboy çizmesi ve tişörtü giymeye devam ediyorsun. Bıraktığım gibisin en azından,” dedi gülerek. “Nasıl buldun beni?” diye merakla sordu Cem. gülerek yanıtladı Ezgi: “Seni bulmak zor olmadı. Kovboy çizmeleriyle yağmurdan en komik kaçan sendin”. Sonra ikisi de sustu. Birbirlerine gülümsediler. Sahnenin hoparlöründen Crowded House’un  Don’t Dream is Over parçası işitiliyordu. Ezgi ona bakıp gülümsedi, sonra da elini tuttu. Yağmur yağmaya, parça ise çalmaya devam ediyordu. Geçmiş, şimdiye karışabilmişti sonunda…


Mekanlar ve Hikayeler IX | TRT Radyosu: Ankara’da Müthiş Bir Yılbaşı Gecesi

Kapak Fotoğrafı: Ankara Cımbızcısı

Paylaş:

İlginizi Çekebilir