Yaşadığım kenti artık tanıyamıyorum. Her şey çok hızlı değişiyor. Kiralar yükseliyor, eski mahalle sakinleri taşınmak zorunda kalıyor, sokakların çehresi değişiyor… Adına soylulaştırma denen bu süreç üzerine kafa yoran bir ekip var: No Seat at the Table (Masada Yer Yok). Kentlerde yaşanan bu durumun Türkiye ve Hollanda’daki etkilerini kendilerine konu almış, kurgusal bir grafik roman oluşturmuşlar. İstanbul’da Piyalepaşa, Ankara’da İsmetpaşa, Amsterdam’da De Kolenkitbuurt ve Utrecht’te Lombok mahalleleri üzerinden bu konuya odaklanmışlar. No Seat at the Table ekibinden Minem Sezgin ile projeleri ve soylulaştırma kavramı üzerine konuştuk.
Yerinden Edilmenin Kent İçindeki Hali: Soylulaştırma
Kentlerin de tıpkı insanlar gibi olduğunu düşünmüşümdür hep. Canlı, yaşayan, farklı yaşlarda organizmalar… Büyüyor, şekil değiştiriyorlar; refah içinde yükseliyor, zor zamanlardan geçiyorlar. Kimi zaman toprak altında kalıyorlar, kimi zaman da küllerinden yeniden doğuyorlar. Kentlerin geçirdikleri dönemlerden bir tanesi de soylulaştırma. No Seat at the Table projesinin odağında da bu süreç var.
Soylulaştırma -İngilizcesi ile gentrification– günümüzde artık olgunluk çağındaki kentlerin geçirdiği bir süreç. Türkçede farklı adları var: Mütenalaştırma, seçkinleştirme, burjuvalaştırma, nezihleştirme, kibarlaştırma veya jantileşme de deniyor. Bu kelime ancak kavramsallaştırılınca biraz daha anlam kazanıyor: Dar gelirlilerin yaşadığı, kent içerisindeki köhneleşmekte olan konut alanlarına, daha üst sınıfların yerleşmeye başlaması sürecine soylulaştırma deniyor. İşte No Seat at the Table ekibi de bu sürecin farklı ülkelerde, farklı semtlerdeki etkisine odaklanıyor.
Sofrada Yerini Bulamayanlara
Çok iyi konusu olan bir iş, çok iyi bir isme sahip olunca sanki yapbozun tüm parçaları bir anda birleşiyor. No Seat at the Table ismi de bende bu hissi uyandırdı. Projenin mimarlarından Minem Sezgin, ilhamını Solange’ın A Seat At The Table albümünden almış:
Proje daha kapsayıcı ve sürdürülebilir şehirler için Creative Industries fonunun açık çağrısı ile ortaya çıktı. Başvuruyu göndermeden kısa bir süre öncesine kadar bir türlü isim bulamamıştım. Planı yazarken Solange’dan ‘A Seat At The Table’ albümünü tekrarlarla dinliyordum. Albümü muhtemelen milyonuncu kez dinlediğim bir gün, fikrin kendisi, albüme ismini veren deyişin ve hazırlandığım çağrının anlamı, albümün arkasındaki her bir detay ve duygu birden isme ilham oldu.
Son derece erişilebilir bir format olan grafik roman ise baştan beri işin özünü oluşturuyormuş. Çizgi romanı bir kapı olarak düşünen Minem, “Zihnimizin aldığı ve alabileceği ihtimallere bakıp ‘aslında böyle de bakabilir miyiz?’ diye bir soruyla açılacak görsel ve edebi bir kapı” diye açıklıyor tercihini. Konu üzerine araştırma makaleleri, kitaplar, tasarım projeleri, belgeseller ve kurgusal filmler zaten var. Hikayeye bir de çizgi roman perspektifinden bakma ihtimali ekip için epey heyecanlandırıcı olmuş. Minem Sezgin’in projesi kapsamında illüstrasyonlar ile bu hikayeye can veren sanatçılar Jasmijn de Nood, Rajab Eryigit, Erhan Muratoglu ve Bob Mollema.
Bu Yaşadığımızın Adı Nedir?
Konuyla akademik olarak ilgilenmeyenlere Türkçede pek de fazla şey ifade etmeyen bir kavram, soylulaştırma. Minem Sezgin ve No Seat at the Table ekibi de durumun farkında. Soylulaştırmanın deneyimlenmesindeki farkın, öncelikle söylem farklılığından geldiğini vurguluyorlar.
Hollanda’da “Soylulaştırma”: Ev Bulamadıysan Sorun Sende!
Hollanda’da yaşanan bu süreç Minem’in gözlemine göre soylulaştırma olarak adlandırılıyor. Neoliberal sosyal devlet yaklaşımının bir parçası olarak görülüyor. “Esnek” kira sözleşmeleri ile kişilerin barınma hakkı ellerinden alınıyor. Ev fiyatları, kiralar o kadar çok artıyor ki; artık kimse ev satın alamıyor, uzun süreli bir kiracı olamıyor. Bir yandan da “millennial” olarak tanımlanan genç nesil bu acımasız dünyanın içerisinde tembellikle itham ediliyor. Ev bulamamaları sanki kendi suçları gibi davranılıyor.
Minem durumun iyi bir yönde değiştiğini vurguluyor sohbetimizde:
Artık bu konu yok sayılamıyor; herkes ya kendisi veya kişisel olarak tanıdığı birinin ev bulabilmek veya bulduğu evde daha uzun kalabilmek için çektiği sıkıntıyı biliyor. Destek için özellikle kira sözleşmelerinden dolayı güvencesiz bir şekilde konaklayan kişilere yardım eden girişimler var, ama bunlar daha çok bireyler tarafından başlatılmış durumda. Devlet tarafından teşviklenen soylulaştırmanın etkisi, devletin verdiği desteği katlayarak artmış durumda.
Türkiye’de “Kentsel Dönüşüm”: Yıkıp Yeniden Yapmak
Türkiye’de hakim olan söylem ise kentsel dönüşüm… Yaşanan süreç iki ülke arasında benzerlik gösterse de Türkiyeli kişilerin deneyimleri daha ağır. Burada devlet tarafından kullanılan söylem, biraz daha pozitif tınısı olan “kentsel dönüşüm”. Her ne kadar olumlu bir çağrışım yaratsa da, kentsel dönüşüm de aslında soylulaştırma demek. Kentsel dönüşümün dayanağı, Afet Yasası. Yani evimiz başımıza yıkılmasın diye onu biz yıkıp yeniden yapıyoruz.
Minem duruma eleştirel bir bakış getirirken destek mekanizmalarının da altını çiziyor:
… Afet yasası, kendisi ve uygulanış biçimi zaten başlı başına bir tartışma konusu. Bu bağlamda Türkiye’de de uzmanlar ve gönüllüler tarafından kurulmuş girişimlerin anlamını daha büyük buluyorum. Mesela Ankara’da projemize çok desteği olan Zıtlar Mecmuası’nı çok takdir ediyorum, İstanbul’da Mekanda Adalet Derneği bu konuda aktif çalışmalar üretmekte.
Gecekondudan Rezidansa, Bir “Temizlik” Hikayesi
Bu süreç aslında Türkiye’de, Ankara’da, pek çok farklı kentin pek çok farklı bölgesinde görülebiliyor. Her birinin soylulaştırmayı deneyimleme süreci birbirinden farklı.
Ankara’nın kent sakinleri bu durumun örneğini Çukurambar Mahallesi’nden hatırlayacaktır. Ben 13 sene boyunca Çiğdem Mahallesi’nde bir okulda okudum. Okul servisimiz her gün Çukurambar’dan geçerek bizi okula götürür, eve bırakırdı. Bir zamanlar irili ufaklı, renkli duvarları olan gecekondularla dolu mahalle, bu 13 sene içerisinde tamamen değişti. İşte bu yaşanan aslında kitaplarda örnek göstermelik bir soylulaştırma süreciydi.
Bu süreci yaşayan tek mahalle Çukurambar değil. No Seat at the Table projesinin Ankara’da soylulaştırma sürecine odaklandığı mahalle İsmetpaşa Mahallesi olmuş. İsmetpaşa Mahallesi, Ankara’nın en eski mahallelerinden bir tanesi. Ulus’ta, Valiliğin arkasından Dışkapı’ya doğru uzanan bölgenin ismi İsmetpaşa. Roman kahramanlarına bile ev sahipliği yapmış: Kürk Mantolu Madonna’nın Raif Efendi’si ömrünün son senelerini burada geçirmişti. Bu tarihi mahalle, son dönemde “varoş” olarak etiketlendi. Haber arşivlerinde fuhuş, uyuşturucu, kumar ile gündeme geldi. 2017 yılında mahallede bu nedenlerle yıkılan gecekondular hakkında, soylulaştırmanın bir sonucu olan yıkım çalışmaları, gazetelerde “temizlik yapılıyor” diye haberleştirildi; bir anlamda soylulaştırmanın bu eski mahalleyi, son dönemde yaşananlardan arındırdığı vurgulandı. (1, 2 )
No Seat at the Table ekibi ise bu mahalleyi projelerine pek çok farklı sebepten almış. Projede barınma hakkının yoğun olarak etkilediği mahallelere odaklanmak hedefleniyor. Kentsel dönüşüm ve planlama üzerinde deneyim ve bilgi sahibi uzmanlar ve sanatçılarla konuştuktan ve mahalleyi ziyaret ettikten sonra ekip hikayelerine İsmetpaşa’yı eklemeye karar vermiş. Minem Sezgin kararlarını şöyle açıklıyor:
İsmetpaşa, tarihi, konumu, geçirdiği keskin dönüşüm, mahalle sakinlerinin hikayeleri, birbirleriyle olan bağı ve mahallenin nasıl algılandığı arasındaki dinamikten ötürü çok önemli bir mahalle. Orada tanıştığımız her kişiyle kurduğumuz güzel bağ, birlikte içtiğimiz her çay ve ettiğimiz sohbet de kararımızı kuvvetlendirdi.
Elimizden Ne Gelir?
Minem’le konuşurken, kendi hayatıma da dönüp baktım. Benim yaşadığım Berlin’nin Neukölln semti de bugün soylulaşmanın büyük bir hızla yaşandığı bir yer. Ben de, bu semte sonradan gelen ve aşırı yüksek kiraya “evet” diyen biri olarak bu sürecin bir parçasıyım. Minem’e soylulaştırma karşısında elimizden ne gelebileceğini sordum. Birbirimizin barınma ve geçinme ihtiyaçlarımızdaki benzerliği bularak empati kurmamızın anahtar olduğunu söyledi:
Bireyleri tek tek suçlamak bizi bir sonuca götürmedi ve götürecek gibi de görünmüyor. Birey olarak sahip olduğumuz ayrıcalıkları görüp, kabul edip, daha kapsayıcı bir yaşam şekli için birlikte neler yapabileceğimiz konusunda farklı gruplardan kişilerle iletişime geçmeyi önemli buluyorum. Bu iletişim ve farkındalığın getireceği bağın kentsel planlamayı yapanların kararlarının hukuksallığını ve etikliğini takip etmek için çok güçlü bir etken olduğuna inanıyorum. Şu anki durumda kapsayıcı olmayan neoliberal şehir planlama politikalarına karşı beraber olmaktan çok birbirimize öfkelenmek hakim… Umarım bunu dönüştürmeyi kolektif olarak seçeriz.
No Seat at the Table kitabını sipariş vermek için buraya göz atabilirsiniz.
Kent odağında soylulaştırmaya karşı bir başka projeyi incelemek için buraya bakabilirsiniz.