|
Getting your Trinity Audio player ready...
|
Modern dünyanın stresi ve bitmek bilmeyen bildirimlerin ortasında yer yer aklımıza gelen, her şeyi bırakıp doğada yaşama isteğini bilirsiniz. Elimizde kahvemizle, huzur içinde manzarayı izlerken kulağımızda yalnızca kuş sesleri olduğunu düşleriz. Halbuki her şeyden uzaklaşma dürtüsüyle kurduğumuz bu hayal, etraflıca düşünmediğimiz farklı zorluklarıyla gelir. Doğanın çetin şartlarını tek başımıza göğüslemek, tüm ihtiyaçlarımızı kendimiz gidermek ve tabii binbir yöntemle susturmaya alıştığımız kafamızın içindeki seslerle baş başa kalmak gibi. Peki her durumda zorlanacak ve hatta delireceksek, doğada delirmek mi daha iyi?
Yönetmen Miro Remo’nun belgeseli Doğada Delirmek Daha İyi (Beter Go Mad in the Wild) Çekya’nın dağlık Šumava bölgesinde bir çiftlikte yaşayan 60’lı yaşlardaki ikiz kardeşlerin izole ve büyülü hayatına konuk oluyor. Gazeteci Aleš Palán’ın aynı adlı kitabından esinle yola çıkan film, hayatları boyunca aynı çiftlikte yaşamış ve birbirinden hiç kopmamış Ondrej ve Franta kardeşler üzerinden dış dünya, hayat ve doğayla bağlarımızı sorguluyor. Dünya prömiyerini yaptığı Karlovy Vary Uluslararası Film Festivali’nde Kristal Küre’ye (Büyük Ödül) layık görülen belgesel, İstanbul’daki Filmekimi gösterimlerinin ardından bu kez Ankara Film Festivali programında karşımıza çıkıyor.
Gerçeküstü bir dünya
Çek-Alman sınırında, dev ağaçların ortasında, derme çatma bir çiftlikteyiz. Uzun sakallarıyla masallardan fırlamış gibi görünen tıpatıp aynı iki yaşlı adamla tanışıyoruz. Diyalog ve hareketleri birbirini tamamlayan ikili, hem huysuz hem de sempatikler. Onları çevreleyen benzersiz manzaraya, tavukları ve inekleri eşlik ediyor. Seyirci olarak neyin ortasına düştüğümüzü ve bizi ne tür bir hikayenin beklediğini anlamaya çalışıyoruz. İneklerden Nandy, donuk gözlerle anlatıcı rolünü üstlenip ikiz kardeşlerin hikayesini anlatmaya başlayınca, kendimizi bu gerçek üstü dünyaya bırakmaktan başka çaremiz kalmıyor.
Nandy’den öğrendiğimize göre bu evde doğan tek yumurta ikizleri Ondrej ve Franta, tüm hayatlarını aynı yerde geçirmişler. Okulda aradıklarını bulamayan kardeşler, gençliklerinde katıldıkları direniş hareketinden de tatmin olmamışlar. İki kişilik evlerine zaman zaman konuk olan kadınlar yüzünden bir duvar inşa etseler de, tüm kadınlar bu hayattan bunalıp evden ayrılmayı seçmiş. Onlara da birbirlerinden başka hiçbir arkadaş kalmamış. Şimdilerde 60’lı yaşlarında olan ikilinin bu saatten sonra da değişme veya yer değiştirme niyeti yok. Kendi çiftliklerinde, baş başa sürdürdükleri hayatlarını devam ettiriyorlar.
Kollarından birini bir kazada kaybeden Franta, kardeşlerden daha iyimser olanı. Kendini sanatçı olarak nitelendiriyor ve şiirleriyle insanlığa bir iz bırakmak istediğini anlatıyor. Uçmasına yardımcı olacak bir alet yapmaya çalışıyor ama şimdiye kadar başarılı olamamış. Ondrej ise geleceğe umutla bakan kardeşinin aksine geçmişte takılı kalan taraf diyebiliriz. Mutsuzluğunu içki ve sigarayla bastıran huysuz ihtiyar, yer yer Ay’a, yer yer de tavuklara serenat yapmaktan ve bol bol küfür etmekten çekinmiyor. Birbiriyle sık sık didişen ikilinin oyunbaz ve muzip bir tarafı da var. Biz de kendimizi bitmek bilmeyen bir oyunun ortasında hissediyoruz.

Aşina olmadığımız bir zaman dilimi
Bildiğimiz anlamıyla zamanın önemsizleştiği, dış dünyanın dertlerinin geçersiz olduğu bu dünyada günlere, saatlere ve hatta mevsimlere hakim değiliz. Remo’nun beş yıla yaydığı ve kısa bloklar halinde gerçekleştirdiği çekim süreci de bu zamansızlığı pekiştiriyor. Kardeşlerin doğayla bağ kurdukları, sohbet ettikleri, kırlarda koşup oynadıkları anları izlerken zamanı onlar gibi deneyimlemeye başlıyoruz. Biz de yavaşlıyoruz, dış dünyayı ve beraberinde gelen kural ve zorunluluklarını unutuveriyoruz.
Yönetmen, zaman kullanımıyla olduğu kadar, mekan müdahaleleriyle de belgesel formunu esnetmeyi seçiyor. Konuşturduğu inek ve kardeşlerin oyunbazlığından destek alarak oluşturduğu kompozisyonlarla masalsı ve büyülü bir dünya yaratıyor. Duvara asılı halde veya ormanda taşındığı biçimde karşımıza çıkan ayna imgesi de ikizlerin birbiri için anlamını simgeliyor. Birbirinin aynası olarak kodlanan ikili, aynı zamanda farklı görme biçimlerini de yansıtıyorlar. Biz de yönetmenin farklı yerlerde konumlandırmayı seçtiği aynasıyla alışık olmadığımız yaşam biçimlerine farklı bir yerden bakmayı deneyimliyoruz.
Kaçınılmaz ayrılığın düşündürdükleri
İnek Nandy’e göre ikizleri ayırmak, bir aynayı kırma eylemine benziyor. Anne karnından beri birbirinden ayrılmamış kardeşler, sık sık ölümden bahsederken biz de bu ihtimali düşünmeden edemiyoruz. Tüm hayatlarını benzersiz bir bağla, birbirine dolanık halde geçiren ikilinin bozulduğu an, geride kalanın ne yapacağı fikri içimizi ürpertiyor. Kardeşler bu durumdan bizim kadar korkmuyor gibiler. Zira birkaç kez ölümün onları hazırlıksız yakalayamayacağı şekilde yaşamaktan bahsediyorlar. Ölüm geldiğinde hazırlıklı olmanın yolu, onlar için dolu dolu yaşamaktan, oyun oynayıp özgürce varolmaktan geçiyor. İstedikleri biçimde, kimseye hesap vermeden, kendi kuralları ve gerçeklikleriyle sürdükleri hayat, onlara çoğumuzun hissetmediği bir hayat neşesi veriyor gibi.
Bağımsız sinemanın çok sevdiği kırsalda hayat temasını daha önce görülmemiş bir neşe ve oyunbazlıkla işleyen Doğada Delirmek Daha İyi, seyirciye zamanın büküldüğü ve gündelik kaygılarımızın önemsizleştiği bir kaçış vadediyor. Giderek kendimize benzeyenlerle bizi saran algoritmalara inat, farklı hayatların ilham vericiliğini cesaretle gözler önüne seren film, modern zaman bunaltılarımıza birebir.
Doğada Delirmek Daha İyi, 20 Kasım Perşembe 21.30 seansında Büyülü Fener Kızılay Sineması Salon 3’te izlenebilir.



















