60’lı yılların sonlarında Yenimahalle tecrübesiz bir metropolün köşesinde, kendi düşünde yaşıyordu henüz. Uykuluydu, sevinçliydi, umutluydu, ama aynı zamanda yağmurla birlikte Ragıp Tüzün Caddesi’nin ıslak asfaltına çöküveren anlaşılmaz hüznünde yalnız ve naifti. Çünkü o aslında hem bir şehre, bir başkente aitti, hem de değildi. Kızılay henüz çıkmamıştı, Yenimahalleliler Ulus’a giderlerdi, Bakanlıklar’a sadece “dairelerde” çalışan babalar giderdi. Farabi ise troleybüsle hiç bitmeyecek gibi gelen bir yolculuğun sonunda varılan “orada çok iyi bir dişçi varmıştı”. Diğer yerler ise bir isim, hatta en iyi ihtimalle bir fikir olarak varlığını sürdürürlerdi zihnimizde. Radyo ibrelerini çevirerek korku ve umutla üzerlerinde durduğumuz Minsk ya da Bratislava ne kadar uzak ve anlaşılmazsa oralar da o kadar uzak ve o kadar anlaşılmazdı. Buna karşın Yenimahalle kendini her gün aynı düzende tekrar eden bir hayatın yaratabileceğine inandığımız o eşsiz sihrimizin başkentiydi. Bir sabah Ana-Sağlık’ta dilimize konan bir kesme şekerin mucizevi bir şekilde bizi bilinmez hastalıklara karşı korumasıydı. Genç ailelerin, ödenebilir kiraların, tayini çıkan babaların, çocuklarını akşamları saat sekiz buçukta zorla yataklarına yollamayan annelerin ve ama en çok da çocukluğun semtiydi Yenimahalle. Anıl Sokak, Cengiz Sokak, Levent Sokak bize, kardeşlerimize, arkadaşlarımıza sadece adlarını vermediler, bizi usul usul büyütüp, sokakta olmaya, beraber yaşamaya, hayata karışmaya hazırladılar.
Yenimahalle planlı olarak kurulan, çok kısa bir sürede ortaya çıkan, çok genç bir semtti. Ama buna rağmen özellikle 90’lı yıllardan sonra yaygınlaşan ve insana içinde yaşanacak bir semt, hayatını sürdürebileceği bir mahalle ya da günün birinde, bir geri dönme duygusu, bir eve dönme arzusu uyandırmayacak sitelerden, toplu konutlardan, plazalardan, hayatın aslında başka bir yerde sürdürülüp de, televizyonun karşısında uyuyakalınıp, sabah yine erkenden terkedilecek “uyku şehirlerden” çok farklıydı. Çünkü evden çok “mesken silolarını” andıran bu yapılar topluluğundan farklı olarak Yenimahalle’nin kendi içinde atan bir kalbi vardı. Sinema, postane, park, fırın, ayakkabıcı, kütüphane semtin kalbinde yer alırlardı. Çocuklar köşedeki okula, arkadaşlarıyla yürüyerek giderler, servislerle okullara taşınmazlardı, çünkü daha gelecek kaygısı adı altında çocukların maruz bırakıldığı pedagojik terör ve planlı ihtimam yılları henüz başlamamıştı. Çocuklar çocuklarla kurdukları dünyanın yanında bizzat büyüklerin hayatlarına da katılırlardı. Ve en önemlisi Yenimahalle insanların kentten kaçmak için değil bizzat orada ve birlikte yaşamak üzere geldikleri bir yerdi, yani insanların hayatlarını kurmak istedikleri, hatta kurdukları ve bu yüzden de çevreleriyle kendiliğinden bir ilişki içerisinde olabildikleri, yaşanan mekânların, sürdürülen hayatlardan ayrıştırılıp bir ayrıcalık olarak kullanılmadığı bir yerdi. Sürdürülen hayatlardaki benzerlik toplam bir ayrıcalıklı olma bilincini değil, bir dayanışma duygusunu, bir iletişim arzusunu besliyordu. O sokaklarda henüz altı-yedi yaşlarında bir çocukken tanık olduğum, hayatıma sanki dünyanın en doğal ilişkisiymiş gibi giren, ama anlamını, derinliğini, sıcaklığını büyüdükçe idrak ederek, hayranlık duyacağım bir arkadaşlık ilişkisi vardı ki sözünü ettiğim bu iletişim arzusunu galiba en iyi o açıklayabilir: Yani Aysel Abla ve Fatma Abla’nın arkadaşlıkları. Kulakları duymayan Aysel Abla’nın her akşamüstü bahçe kapısından üçüncü kata seslenmesi, Fatma Abla’nın, “Fatma” demek isteyen ama sadece bir çığlık olarak duyulan o sesi duyar duymaz aşağıya koşması ve 16-17 yaşlarındaki iki genç kızın sokakta bir duvara oturarak, karanlık bastırıncaya kadar, şimdi kendi aralarında geliştirdiklerini düşündüğüm bir işaret dilinde saatlerce konuşup gülüşmeleri. Bugün yuvarlandığımız iletişimsizlik uçurumunda aylarca, yıllarca yanyana oturup, bildiğimiz bunca dile, beraber geçirdiğimiz onca saate rağmen, herhangi bir dilde konuşup gülüşemediğimiz yüzlerce insan hayatımızdan sanki hiç olmamışlar gibi geçip giderlerken, hâlâ aklımdan çıkmayan, elleriyle, gözleriyle, her şeyleri ile anlaşabilen o iki genç insanın bu dünyada mümkün olabildikleri bir yerdi işte Yenimahalle.
Elbette ki Yenimahalle altmışlı yıllarda çocukluğunu, ilk gençliğini yaşayan bir semt olarak bir geçmiş bir yaşanmışlık duygusunu vermekten yoksundu. Ama buna karşın, sanki tarihin en yavaş noktasında, troleybüs hızında giden bir hayatın köşesindeki o uykulu haliyle, hep az önce gördüğü bir rüyayı anlatır gibiydi. Şimdi bana hâlâ dünyanın en sessiz yeri ve gördüğüm en büyük kütüphanelerden biri gibi gelen o kütüphane, öğleden sonra sıcağında ıssızlaşan sokakları birdenbire şans, talih, kader, kısmet beş kuruşla hayata çağıran sesler, Pazar meydanında kurulan sirk, hepsi, sanki hepsi bu rüyanın ayrılmaz bir parçası gibiydi. Geçmişi olmasa da hepimize anlattığı bir rüyası ve özlemleri olan bir çocuk-semt’ti Yenimahalle.
Yenimahalle’den ayrıldığımda onbir yaşındaydım. Ve Yenimahalle benim aklımda hep o zamanki haliyle kaldı. Sabah güneşiyle birlikte basma elbiselerimle oturup, oyun saatini beklediğim kaldırımlar, koşmaktan nefes nefese kaldığım sokaklar ve aldım-verdim diyerek ihtiyatla yaklaştığımız uzak dünyaların o yabancı çekiciliği hep o haliyle aklımda kaldı. Elbette, belki de çocukluğumdur aslında aklımda kalan. Ama hep Yenimahalle’de yaşanan, hep o sokalarda koşan, bekleyen, bağıran bir çocukluk. Yani diyeceğim, biz o zaman oradaydık, o sokaklardaydık, vardık ve aslında hepsi bu kadardı. Bir daha kendimi hiçbir yere o kadar ait hissetmedim.
İcad Edilmiş Şehir: Ankara adlı kitapta yayımlanmıştır. Derleyen: Funda Şenol Cantek, İletişim Yayınları, 2017