Sosyal medya kavramı hayatımızda çok yeni, o kadar yeni ki, 30’lu yaşlarında, benim gibi insanları bile yaşlı hissettirebiliyor, hızına yetişemiyoruz. Küçük kardeşimizle aynı dili konuşamadığımız zamanlar oluyor, acaba gerçekten yaşlanıyor muyum diye düşünmeyin. Sosyal medya haddinden hızlı değişiyor, gelişiyor ve evriliyor. Eğer işiniz bu değilse, gelişmeleri takip etmeniz oldukça zor. Anladığım kadarıyla sosyal medya işi yapanlar bile birbirine yetişemiyor. Birinin ak dediğine, diğeri kara diyor.
Bu konuda yapılan yığınla araştırma var. Sosyal medya dost mu düşman mı? Psikolojiyi kötü etkiliyor mu etkilemiyor mu? Zaman kaybı mı, faydalı mı? Ancak sonuçlar şaşırtıcı, hatta komik. Bir araştırma sosyal medyada zaman geçirmenin oxytocin hormonunu arttırdığı, yani kişinin empati ve güven duygusunu geliştirdiğini söylerken, başka bir araştırma, oxytocin hormonunu azalttığını ve kişiyi depresyona bile sürükleyebileceğini söylüyor. Bilim insanlarının bile kafası allak bullak. E biz n’apalım? Hayatımıza bu kadar yeni giren bir şeyle nasıl başa çıkalım? Büyük çoğunluk ve bunların içinde ben de varım, başa çıkamıyoruz. Nasıl çıkılsın? Facebook’u kapatıyorsun, e etkinlikleri oradan paylaşıyoruz görmedin mi? Tüh bilsek sana da bilet alırdık, diyorlar. Instagram’ı kapatayım desen Instagram’ın kendine ait yeni geliştirdiği bir dil var, milletin ne konuştuğunu anlayamıyorsun. Valla ben o kadar cool değilim, bilmeyip de sallamamazlık edemiyorum, her şeyden haberim olsun istiyorum. Alın size bir hastalık daha, her şeyden haberim olsun istiyorum, bir şeyleri kaçırıyorum endişesi. Bunun üzerine tutarlı makaleler var Allah’tan. Bilim insanları bir konuda fikir birliğine varabilmiş. Instagram’a, Twitter’a girmediğimiz her an bir şey kaçırıyorum hissi yaşıyormuşuz. Valla ben yaşıyorum, sizi bilemem.Yapılan araştırmalar, genelde benim gibi otuzuna merdiven dayamışlar üzerinde değil de, daha genç, Z kuşağı diye adlandırılan (ki bence onlarla aynı dünyada yaşıyor olamayız) gençler üzerinde yapılıyor. Üzerinde araştırma yapılanlar, hey kank şu an çok acayip bir yerdeyim diye story atmıyorsa ben de ne olayım. Neyse sonuçlar hep muamma, üzerinde çalışılması gereken çok şey var, meraklıları arama motorundan aratabilir.
Gelelim, sosyal medya gerçekten “sosyal mi?” kısmına. İlkokuldaki arkadaşlarımızı Facebook’tan bulduğumuz, Yonja’da arkadaş edindiğimiz dönemler, şimdiye nazaran sosyaldi diyebiliriz. Ancak şu an bu pek kalmadı, herkes herkesi buldu ve şimdi “bak ilkokuldayken benimle sümüklü diye dalga geçiyordun ama üst düzey yönetici oldum. Son model arabam var, tatile Paris’e gidiyorum,” deme zamanı. Bunu da muhtemelen kredi çekip, sonraki 3 yıl ödeyerek yapıyor, ama olsun önemli olan Instagram’dan paylaşmak. Sosyallik canımmm, hayatımı arkadaşlarımla paylaşıyorum ne var ki bunda?Ortaokulda beni reddeden kepçük oğlan, şimdiki sevgilimin ne kadar yakışıklı, başarılı (aslında işsiz) olduğunu görmesin mi? Kuzenler giydiklerime bakıp bakıp ah çekmesin mi? Anneyi, babayı engelleyip atılan storylerde sabahlara kadar eğlenilmesin mi? Şimdi sakin olup o telefonu yavaşça yere bırakıyorsun. Evde ekmek yok, ekmek! Gidip ekmek al, akşama BİM mantısı yiyeceğiz.
Gerçekler farklı değil mi? Evet, hem de nasıl! Peki biz neden bu hale geldik? Bizi ne bu hale getirdi? Bunları biraz düşünmek lazım, ama asıl problem bu yalan hayatların paylaşılması mı bilmiyorum. Story attıktan sonra, 10 dakikada bir açıp, kimler izlemiş diye kontrol etmek de bayağı büyük bir problem sanki. Herkes kendi storylerini izliyor. Storylerini kaç kişi izlemiş diye bakıyor. Tweetlerini sayfayı indirip indirip tekrar okuyor, aman da ne güzel yazmışım diye. E onları başkalarıyla paylaşmak için atmadın mı arkadaşım? Herkesin yerine bir kere baktın okudun zaten. Peki bu durumda, biz kendimizle mi sosyalleşiyoruz yoksa dünyayla mı?
Başkalarının paylaşımlarına bakıp kendimizinkileri beğenmiyoruz. Ya da şu aptala bak ne biçim fotoğraf koymuş diyoruz. İnsanların ilişkilerini sosyal medyadan takip ediyoruz ve herkes tabii ki çok mutlu. Aşktan öldüğünü sandığım bir çift, bir hafta sonra ayrılıp, bir de üstüne aylardır çok kötüydük deyince zaten, dedim burada bir sıkıntı var. Sergilediğimiz hayat bizim değil. Olması gerekeni(?) olmasını istediğimizi, daha kötüsü başkalarında olduğunu sandığımız güzel hayatı oynuyoruz. Tabii ki sadece sosyal medyada oynayabiliyoruz. Yoksa gerçek hayatta, filtreler hiç de o kadar renkli değil. Harika yemekler, harika giysiler, harika ilişkiler. E her şey bu kadar harikaysa ayın sonunu getiremeyenler kim? Babasıyla kavga eden ya da sevgilisinden ayrılanlar? Akşam buzdolabına bakıp yiyecek bulamayanın storysinde, Nusret’te yediği et fotoğrafı var.
Kahveyi arkadaşına ısmarlatan, profiline ice chocolate mocha koymuş. Bu yalan dünyada biz gerçekten sosyalleşmek için mi varız? Emin miyiz? Başkalarıyla iletişim kurmak, böyle bir şeye mi evrildi? Başkalarının hayatını takip etmek ve içten içe onlarla yarışmak. Yarış kime karşı ve neden? Belki de sorgulamayı çok önce bıraktık, daha acısı sanırım hiç başlamamıştık.
Ciddi hastalıklar geçirdiğim bir dönemden sonra, uzun zamandır görüşmediğim yakın bir arkadaşımla dertleştim. Ne kadar kötü zamanlar geçirdiğimi anlattım ve bana dediği; “Gaye sen sosyal medyada çok iyi gözüküyordun, geziyordun, eğleniyordun.” “Evet, güzel iyi numarası yaparım ehehe,” dedim, güldüm. Ama neden iyi gözüküyordum? Halbuki iyi değildim.
Kime, neyi ispat etmeye çalışıyoruz? Neden hepimiz iyi, başarılı, mutlu, sağlıklı ve fit olmak zorundayız? Zaten hiçbirimiz hepsini birden değiliz ama sanki öyleymiş gibi yapmaktan kendimizi alamıyoruz. En umurumda değil diyen bile, 3 tane filtre denemeden Instagram’a fotoğraf atamıyor. Bu artık bilinçli bir eylem olmaktan çıktı. Farkında olmadan yapıyoruz, çok da düşünerek değil. Yani iyi gözükmek için çaba harcamıyoruz ki, zaten iyi gözükmek zorunda olduğumuz için, bir fotoyu filtrelemeden koymayı düşünmüyoruz bile. En güzel aşk pozlarını “aa ben bunda çirkin çıkmışım” diye siliyoruz. Fotoğraflarda herkes sadece kendisine bakıyor, âna bakan tek bir kişi bile yok. Yemek fotoğrafı çekmek için sandalyenin üstüne çıkınca, çok az insan yadırgıyor. Sokaklarda her köşebaşında, herkes en iyi pozunu bulmaya çalışıyor. Sizin de kafanızda, Black Mirror gibi bir sahne canlandı değil mi? Çabamız iyi gözükmek için değil. İyi gözükmek, zaten bilincimizi ele geçirmiş bir zorunluluk gibi. Biz, dahasını istiyoruz. Daha güzel, daha mutlu, daha zayıf. Bence bu çağın adı, doyumsuzluk çağı olmalı. Hiçbir şey bize yetmiyor. Herkesin profilinde bir sürü meslek yazıyor. Herkes hem avukat, hem editör, hem sosyal medya yöneticisi, hem tasarımcı. Herkesin ciciş anneleri, tatlış babişkoları, kocişleri, sevgilileri var. Kimsenin derdi tasası yok. Ah pardon kolu serumlu pozları az kalsın unutuyordum. İlgi çekmek, sevilmek, önemsenmek için ne yapacağımızı şaşırdığımız bu dönemin dozu her geçen gün artıyor. Artık sorun insanların ilişkilerini paylaşmalarından, yemek fotoğraflarından da ileri bir boyutta, kendimizi pazarlıyor, ünlü olmak istiyor ve kısa vadede de olsa sınırlı alanlarda ünlü oluyoruz. Andy Warhol’a hak vermemek mümkün değil açıkçası. O peruğun altında, hep iyi fikirler vardı kabul etmek lazım. Sadelik içimizden uçup gitti ve maalesef dönmüyor.
Hepimize acil şifalar diliyorum.