7 Ağustos 2001’de yazmışım bu yazıyı. Hatırlayacaksınız Türkiye Büyük Millet Meclisinin hemen önündeki Atatürk Meydanı bu sonbaharın başında “yıkıldı” haberleriyle şehrin gündeminden hızla gelip geçti, yeniden. Sonrasında “yıkmadık, yeniliyoruz,” dedi belediye. Yıkılan meydan Atatürk’ün ismini taşıdığından, yerinden sökülen yazılar da “Cumhuriyet”in ilanıyla ilgili olunca başka anlamlar kazandı. Oysa belki de mesele zamanla veya bu tartışmalarda ima edildiği gibi siyasetle ilgili değil, tüketimle. Nasıl hemen eskiyorsa aldığımız kazaklar, sevmiyorsak daha dün aldığımız telefonu bugün, “o”nunla tanışınca ayrıldıysak sevgilimizden belki meydanları, heykelleri, binaları ve en nihayetinde şehri de tüketiyoruz, çabucak!
Ankara’nın Ortasında Geniş Bir Boşluk, Tretuvardaki Anıt: Atatürk Meydanı
“Piazza”. İtalyanca’da meydan demek. Meydan deyince bizde olduğu gibi geniş boşluklardan bahsetmiyor onlar. Büyüklükleri evlerimizdeki salonlar kadar olan meydanlar da var, bir hipodromun üzerine kurulmuş olanları da. Bizdeki “piyasa” kelimesi de İtalyanca’dan geliyor. Kelimenin her iki anlamı da mevcut İtalya’daki mekanlarda: Ticaret de aşk da kendine yer buluyor orada.
Ankara’daki meydanlar ise daha çok kavşaktır benim için. Kızılay ya da Ulus insanlar için değil arabalar için var sanki. Şimdi onlara bir yenisi eklendi. Varlığını yine arabalara, trafiğe borçlu. Yeni düzenlenmiş olan Akay Kavşağı’nın üzerine yapılan Atatürk “Meydanı”ndan bahsediyorum. Yollar yeraltına girince yukarda kalan boşluğa yerleştirilmiş “yapmacık” bir meydan bu. Atatürk’ün Samsun’a çıkışından TBMM’nin kuruluşuna kadar olan süreci simgeleyen bir havuz düzenlemesi bir başka havuzla sonlandırılmış. Geceleri de ışıklandırılıyor. Hoş bir tretuvar düzenlemesi bu. Ama bir meydan değil, bir anıt.
Oysa meydanlar şehre aittir. Yaşlı kadınların yorulduklarında altına sığınacakları ağaçlar olmalı orada. Akşam serinliğinde şehrin farklı farklı yerlerinden gelen herkes orada buluşmalı. Köşede birileri akordeon çalmalı. Diğer köşede bir kafenin sandalyelerinde oturan miskinlerin gözleri binaların, insanların ve hareketli hareketsiz her şeyin üzerinde gezinmeli özgürce. Arabalardan başka şehre ait her şey, herkes orada toplanmalı. Kediler mağrur kuyruklarıyla geçmeli önünüzden, köpekler oyuna davet etmeli sizi orada. Kaldırımlara oturan çocuklar birazdan taşlarla kale kurup maç yapmalı. Ellisinde bir amca teklifsiz katılmalı onlara. Protestocular büyük harfli sloganlarıyla geçmeli önünüzden. Tanıdıklara rastlamalı iki adımda bir, ayaküstü laflamalı. Çünkü meydanlar şehrin de yaşamın da tam ortasındadır.
Atatürk Meydanı ise bu ismi taşıyan bir anıt oysa, çünkü bütün anıtlar gibi işlevsiz. Sıcak mağduru şehir aylaklarının oturmadığı beton banklarıyla tatsız bir anıt üstelik. Bir mekana “meydan” demekle orası meydan olmuyor, bir patikayı binlerce adım nasıl kendiliğinden oluşturuyorsa meydanlar da öyle oluşuyor. Kullanılmayan misafir odalarının tatsızlığını duyuyorsunuz o banklarda otururken. Orası sanki Ankaralılar için yapılmamış, misafirler için bir vitrin: Bir tretuvar düzenlemesi.
Şehrin tam ortasında ama yaşama çok uzak. Gölgesiz. Meydan sadece bir boşluk değildir oysa, onu çevreleyen binalarla vardır. Gözle hissedilebilir bir sınır olmalı orada. Atatürk “Meydanı”nın bir tarafında sanki güneşin üzerinde hiç batmadığı İnönü Bulvarı var. Onun tam karşısında Akay yokuşu tepeyi tırmanıyor. Şehrin değil sanki kırın boşluğunu hissediyor insan. Binaların değil sanki tarlaların ortasında duruyor. Belki de orada anlam kazanıyor o eski marşın sözleri: “Yoktan var edilmiş ilk şehir sensin/Varolsun taşın toprağın Ankara.”