Bir sonbahar günü, yirmi yedisi ayın. Akşamüzeri Tuna Caddesi üzerindeki Barış Heykeli’nin önündeyim. Bu şehirdeki en sevdiğim heykellerden biri. Gözümü kapadığımda zihnimde canlanabilen birkaç heykelden biri hatta. Ona rağmen dikkatlice izliyorum bir kez daha ellerindeki güvercinleri göğe doğru uzatan kadın ve erkek tasvirini. Etraftaki kuşlar heykelin üzerine ve asfaltla kaplanan caddenin kırmızı yeşil boyalı zeminine konuyor. Sonra yeniden havalanıyor. Garip bir rüyanın içinde çok önceden tanıştığım ama yüzünü ilk kez göreceğim birini bekler gibiyim. Tipik bir Ankara’da sonbahar günü havası var. Günün batmasına sayılı saatler kala üzerimdeki tişört ve gömlek bana yetiyor. Fakat güneşle vedalaşmamızın ardından bir cekete ihtiyacım olacağından eminim. Tabii bu duruma yabancı kimseler de var. Bir Ege şehrinden Ankara’ya taşınalı henüz birkaç gün olmuş kimseler mesela. Siyah tişört üzerine ipince deri ceketle bir sonbahar akşamında üşümeyeceklerini düşünebilirler. Sanırım burada o kimselerden birini bekliyorum.
Tanıdık bir simayı seçmek üzere gözüm heykelin üzerinden ayrılıyor. Selamlaşıyoruz ve ben hemen gereken uyarıyı yapıyorum. “Yalnız üşürsün böyle.” O gün gözlerimi heykele dikmeden evvel Kırmızı Kedi’ye ya da İş Bankası Yayınlarına uğrayıp kitap alıp almadığımı hatırlamıyorum. Fakat sonraları aynı güzergahta fazlaca yeni bekleme anları yaşayacağımı tahmin edebiliyorum. Bu bekleme anlarına saklıyorum hediyelik kitap alışverişlerini. Bir filmden çıkıp daha önce ismini hiç duymayanlar için Barış Bıçakçı kitapları almak fena fikir olmuyor. Bu şehri hiç bilmeyen biriyle baş başa yürüyorum. Hava tam da tahmin ettiğim gibi yavaşça serinlemeye başlıyor. Nereye gitsek bilemiyorum. Sonraları aklıma kısa bir Kızılay turunu da kapsayacak şekilde Tunus Caddesine çıkmak geliyor. “Biraz yürümek ister misin?” diye soruyorum. Yanıt olumlu olunca başlıyor yolculuk. Hala bir rüyada gibiyim, henüz kabusa dönmemiş bir rüya.
Tunus Caddesi üzerinde nereye oturacağımıza karar veremiyorum asla. Hemen her yer ile ilgili garip ön yargılarım var. Zaten bir şeye karar verme konusunda asla iyi olamadığımı hatırlayıp kararı şehrin yeni üyesine bırakıyorum. Adını daha önce bir Ege şehrinden bildiğimiz için ikimize de tanıdık gelen bir yere öylece oturuyoruz. Benim üzerimde sarı tişört ve kahve tonlarında bir gömlek var. Saçlarım çok kısa. Önceden tanıştığım ama yüzünü ilk kez gördüğüm biriyle olmanın güvensiz heyecanı ifademe yansıyor büyük ihtimalle.
Ankara Kart başvurusu yapması gerektiğinden bahsediyor şehrin yeni üyesi. Süreci ve başvuru yapabileceği yerleri hızlıca anlatıyorum. Ben de bu şehrin yeni yerlisi sayılırım ama buraya geleli henüz birkaç gün olan birine oranla daha iyi biliyorum bazı şeyleri. Sonbaharda havanın geçişini, Ankara Kart dolum yerlerini, otobüs ve metro duraklarını, Cermodern’de açık hava sinemasına gitmenin ya da caz dinlemenin keyfini, festivalleri… Fakat birinin elini ilk kez nerede tutabileceğimi öğrenmemişim henüz bir de birine nasıl veda edebileceğimi. Yani bu şehre dair bazı şeyleri pek bilmiyormuşum ben de. Şehrin yeni üyesinden öğreneceklerim de olabilirmiş.
Sonra Ankara Kart başta olmak üzere birtakım başvurularda kullanılmak için yeni çekilmiş bir vesikalık fotoğraf çıkıyor masaya. Yurt dışında yaşayan halam ve kuzenimin fotoğraflarını uzun yıllar telefonumun arkasında taşıdığımı hatırlıyorum tam da o sıra. Çok sevdiğim ve özlediğim insanların fotoğraflarını günün büyük bir kısmında elimin altında tutmak güzel bir fikir gibi gelmişti bir zamanlar. Aklıma geliyor, uzun zamandır telefonumun arkasının boş olduğu. İzin isteyip hemen yapıştırıyorum vesikalık fotoğrafı telefonumun arkasına. O an yanımda olan ve artık aynı şehri paylaşacağımız birinin fotoğrafı ilk kez her an elimin altında oluyor. Sanki çok seveceğimi ve çok özleyeceğimi o an hissetmişim gibi. Anı olsun diye elimde telefonumla bir poz veriyorum. Gülümsüyorum ve fotoğrafım çekiliyor. Fakat bir anı olmuyor bu an benim için. O fotoğraf nerelerde şimdi hiç bilmiyorum. Belki de kötü çıkmışımdır. Başlarda boş sayılabilecek mekân iş çıkış saatinin gelmesi ile dolmaya başlıyor. Müziğin sesi iyice açılıyor ve birbirimizi duymakta zorlanıyoruz. “Kalkalım mı?” diyorum ben. “Biraz Tunalı’da yürürüz.”
Bu şehirde birinin elini ilk kez nerede tutabilirim sorusunun cevabı işte tam da bu ana rastlıyor. Tunus’tan Tunalı’ya doğru geçiyoruz. Hava iyiden iyiye kararmış. Arabaların farları gözlerimizi alıyor. Kuğulu Park’a doğru yürümeye başlıyoruz. Birkaç anlamsız cümle kurup şehrin yeni üyesine Ankara tarihinden bahsetmeye çalışıyorum. Bir yandan da yeni kurulmak üzere olan bir samimiyeti yıkmamak için temkinliyim. İşte tam da bu arada kalmışlık hissiyle ürkek bir güvercin gibi dudaklarımdan dökülen bir cümle ellerimde bir sıcaklığı hissetmemi sağlıyor. Muzip bir gülümseme beliriyor şehrin yeni üyesinin yüzünde. Ben biraz heyecanlı mıyım yoksa fazlaca telaşlı mı bilemiyorum. O andan tanıdık gelen tek his şu sıralar bana çok uzak duran bir kavram aslında. “Mutluluk.” Şehrin yeni üyesi ile el ele yürürken ona Ankara’ya dair bahsetmeyi unuttuğum bir şeyler olduğunu öğreniyorum. Bu şehir aslında o kadar küçüktür ki daha geleli birkaç gün olmasına rağmen yolda muhakkak birilerine rastlar ayak-üstü sohbet etmek zorunda kalırsın. Neyse ki avuç içlerimin içinde sıcaklığını hissettiğim şehrin yeni üyesi bizzat deneyimleyerek öğreniyor bu gerçeği.
Ellerimiz birbirinden ayrılıyor ve bir selam veriyoruz yakınlardan bir akraba ya da dosta. Tunalı Hilmi Caddesi tarihinin en çabuk biten yürüyüşlerinden birine ev sahipliği yapıyor o akşam. Sanki ışınlanmışçasına kendimizi Kuğulu Park’ta buluyoruz. Havanın serinlemesinin verdiği avantajla boş bir bank bulmakta güçlük çekmiyoruz ama biz de biraz üşüme ve titreme haliyle karşı karşıya kalıyoruz. Ben bir süre ağaç budama bahanesiyle parktaki güzelim ağaçların mahvedilmesinden dem vuruyorum. Bir ara Kavaklıdere’nin tarihi önemine teğet geçen bir konuşma yapmaya kalkıyorum ama neyse ki sözü Kavaklıderespor’a getirmeden susmayı biliyorum. Hava iyiden iyiye serinliyor. Burnumuz kızarıyor ve ağızlarımızdan su buharları çıkmaya başlıyor gökyüzüne doğru. Hafifçe elimi omzuna atıyorum. Sarılıyoruz. Bir sonbahar günü, yirmi yedisindeyiz ayın. Bu küçük park saat çok geç olmadan taksiye binip uzaklaşmak zorunda kalacak şehrin yeni yerlisi iki insanı kabuğuna çekiyor. Kuğulu Park’tan dünyaya doğru giden bir banktayız ve o andan itibaren özlemeye başlıyorum tam da bu bankta kabuğumuza çekildiğimiz ve asla tekrarı olamayacak o anı.
Güne gözlerimi açtığımda alarmdan önce uyandığımı fark ediyorum. Salonda uyuyakalmamışım üstelik ve televizyon da açık değil. Yüzümde aptal bir tebessüm var. Heyecanlıyım. Güne güzel başlamanın verdiği haz ile Tunalı üzerindeki vitamin barlardan birinde taze sıkılmış portakal suyu ve kaşarlı tost ile yapıyorum kahvaltımı. Kaldırımın üzerinde ayaküstü beklerken elimdeki dergiye göz atıyorum. Bir gözümle de caddeyi süzüp bir gece öncesinde yaşananları anımsıyorum. Bu kaldırım taşına basmıştık. Elinin sıcaklığını ilk kez burada hissetmiştim. Sokak sanatçıları hangi şarkıyı çalıyordu hatırlamıyorum mesela, zaten eşlik de edememiştim. Fakat sonraları çok şarkılar dinleyecek ve mırıldanacaktık yollarda yürürken ya da kısa otobüs yolculuklarında. Benim sol kulağım onun ise sağ kulağı, onun siyah kulaklıklarında emanetteyken. Ankara’yla henüz bozuşmamışız ama sanki yas tutmaya hemen ertesi gün başlamış gibiyim.
***
Şehrin yeni üyesi Ankara’yı tanıdıkça daha çok seviyor. Fakat ben asla o ilk günkü tur rehberi kimliğimi koruyamıyorum. Aramızdaki en kısa mesafe eve dönme zorunluluğu olan bir sonbahar akşamı Kuğulu Park’ta kalıyor. Yeni yerler keşfedildikçe ve bir Ankara klasiği olarak bazı yerlerin müdavimi olundukça açılıyor aramızdaki mesafe. Şehrin yeni üyesi kendi başkentinde kendi rotasını çiziyor. Benim kısa hikayemse kentin belli başlı noktalarında kendiliğinden küçük rotalar oluşturmaya başlıyor. Örneğin aramızdaki mesafenin git gide arttığı bir dönemde Cebeci’den Kızılay’a yürüme ritüelini gerçekleştiriyoruz. Kurtuluş Parkı’nda bir ağacın altına uzanıp başkalarının açtığı şarkılara eşlik ediyoruz, usulca. Biraz baş başa yürümek isteyip tartan piste geçiyoruz. Hayatın olağan akışı içerisinde gerçekleşen birkaç olayı anlatıyoruz. Aslında çoktan örülmeye başlanan duvarlara rağmen birbirimize nasıl olduğumuzu sormayacak kadar yakınız. Ben bir dönem bu pistte çok yürüdüğümden bahsediyorum. Önceleri Kurtuluş Parkı’na geldiğimizde neler yaptığımdan, hangi banka oturup kimlerle sohbet ettiğimden. Uzun zamandır haber alamadığım eski dostlarıma değiniyorum. Hemen hepsi bu parktan geçtiler. Bu yolda onlarla da yürüdüm. Belki de yıllar sonra bir başkası ile yürürken bu andan bahsedip onu anacağımın farkında bile olmadan şehrin orta yerindeki bu parkta onu geçmişime ortak etme çabasındayım. Soluk soluğa ama heyecanımı yitirmek üzere olduğum bir gerçeklikte.
***
Şehrin ne içerisinde ne de çeperinde kalan bir semtte, semtin adına yakışır bir şekilde güneşe ve aydınlığa boğulan balkonu olan bir evdeyim. Düzensizliğin içerisinde düzen barındıran bir çalışma masası, kitaplık, okuma köşesi ve taşınmamdan bir buçuk yıl sonra bulacağım pembe bir battaniye ile her şeyin yerli yerinde olduğu sıradan bir gün. Televizyonda Yaşar Kemal belgeseli açık. Yıllar evvel doğum günümde yakın bir arkadaşımın hediye ettiği Yaşar Kemal’den bir masal kitabı kitaplıktan öylece bize bakıyor. Birkaç taşınma işlemi sırasında bir yerlere savrulan diğer kitaplar gibi olmamış neyse ki bu kitabın akıbeti. O, belgeseli izlerken bir yandan da notlar alıyor. Sonra kitaplığa doğru dönüp masal kitabına doğru uzanıyor. Okumaya başlıyor. Ben ise dinliyorum.
***
Bir öğle vakti DTCF’nin kapısından içeri giriyorum seneler sonra. O, beni kapıda karşılayıp koluma girerek içeri kadar eşlik ediyor. Bir zamanlar şehrin yeni yerlisi olarak gördüğüm kişi şu anda benim yanımda ev sahibi konumunda. Siyahların yoğunlukta olduğu bir şeyler giymeyi tercih etmiş. Gözlerim ceketinin yakasına ilişiyor. Ona hediye ettiğim broşu takmamış olduğunu görüyorum. Üzülüyorum biraz, fakat üzerinde çok durmuyorum. Kuğulu Park’taki kabuğumuzdan izler taşıyan bir broş olduğunu hatırlayıp ona hak veriyorum. Belki de gerçekten tamamlamak bir yana eksik bırakacaktı üzerindekileri bu küçük hediye diyorum. Kürsüde bir ışık huzmesi gibi parlayan gözlerine, kısalan saçlarına bakıp zamanda kayboluyorum. Gözlerimi açtığımda Farabi Salonu’ndan uzaklaşmam gerekiyor. Geldiğimden çok farklı bir şekilde tek başıma dönüyorum. Kapıdan çıkar çıkmaz Büyük Ev Ablukada’dan bir şarkı mırıldanıyorum. “Sevmedin mi beni, hoşça kal kadar.”
Uzun yürüyüşlerimiz kısa adımlarla sürüyor. Çitlerin üzerinden atlayıp terk edilmiş bir restoranın bahçesine dalıyoruz. Ankara’nın dört bir köşesinde banklara oturup şarkılar dinliyoruz. Hatta bazen bazı şarkılara eşlik ediyor, bazı şarkılardan ortak dinleme listeleri çıkarıyoruz. Pirinç pilavını, helva yapmayı seviyoruz. Birkaç durak önce inip havanın durumuna göre dondurma ya da pamuk şeker alıp kalan yolu yürümeyi de. Fakat bazı şeyler henüz yapılmamış olabiliyor. Birlikte Seğmenlere gidilmemiş, Eymir’de bisiklet sürülmemiş, Bahçeli’deki üçüncü nesil kahvecilerden birine hiç oturulmamış, bahar şenliklerine, film festivallerine ya da şarkılara eşlik edebileceğimiz bir konsere gidilmemiş olabiliyor. Bu şehir bizi yarıda bırakabiliyor ya da tam ortamızdan ikiye ayırabiliyor. Boğazın iki yakasından bir kenti bölen Marmara Denizi gibi. Uzuvları birbirinden kopmuş bir beden gibi kan içinde kalıyoruz. Kan kaybından ölmek üzere bir yarıda kalmışlık bu. Hiç beklenmedik bir anda, hazırlıksız ve habersiz.
***
Kızılay, Güvenpark’ta bir akşam vakti. Her gün önünden geçtiğimiz, defalarca birlikte otobüs beklediğimiz duraklardan biri. Beyaz renkli bir araba yanaşıyor durağa. Sonrası kulakları sağır eden bir çınlama. Alev alan ağaçlar, yerle bir olan bir meydan. Barış Heykeli’nin üzerindeki kuşlar kaçışıyor, zarar görüyor çoktan. Başkentin göbeğinde tam bir can pazarı. Acı içinde kıvranıyor tüm ülke. Tam otuz altı insanını kaybediyor o gün. Ben ise onu kaybediyorum. Her birinin apayrı hikayesi var. Benim hikayem ise bu, biliyorum. Her şey yarım kalıyor. Birine nasıl veda edebileceğimi yine öğrenemiyorum.
Görsel çalışmalar: Hafize Pala