Arkadaşlarla uzun bir masada başlayan her gecenin bittiği o yer: bir Ankara klasiği Manhattan Bar! İyi müzik herkesi nasıl birbirine bağlar? Bir bar nasıl yıllar boyunca kendi müdavimlerini yaratır? Türkiye’nin farklı yerlerinden gelen pek çok müzisyeni nasıl aynı sahnede, aynı dilde birleştirir? Üstelik bunu yaparken kendine has o farkını her daim korur. 90’lar ve 2000’lerin meşhur Manhattan Bar’ının sahibi Taner Akdoğan ile Bodrum’da buluştuk. Taner Akdoğan’ın anlattıklarının o yılları özleyen herkese iyi geleceğine eminim.
Manhattan’ın kuruluş hikayesi
Tabii ki en merak ettiğim kısım buydu. Nasıl oldu da Manhattan, Ankara’nın en ünlü barına dönüştü? Yolculuğun başında neler yaşandı? Taner Akdoğan anlatmaya başlıyor:
“Manhattan’dan önce gece hayatıyla çok ilgim yoktu ama müziğe ilgim vardı. Tarsus Koleji’ndenim. Echo Band’ler ile başladık müziğe. İyi bir dinleyici olarak devam ettim. Ortağım ‘Bar açalım,’ dedi, müziği çok sevdiğim için ‘Olur,’ dedim. Yurt dışında gördüğüm bir örnek vardı, beni çok etkilemişti: Berlin’de Irish Pub. Her gece ayrı bir müzik grubu sahnede. Aklımda o var.
Hürriyet Gazetesi’nin küçük ilanlarından Çankaya’da kiralık bar yeri baktık. Bulduk. Eski Dorian Gray, kapanmış. Sonrasında hapishane konseptli bir yer açılmış. Hücreler falan yapmışlar, yıkık dökük bir halde. Orayı düzelttik. Ama nasıl olacak, konsept ne olacak, kimler çalacak? Ortada hiçbir şey yok. Ben ODTÜ’lüyüm. Bizim büyüğümüz Cemal var. Ankara’da meşhur müzisyen, Kel Cemal. Onun A Bar’ı vardı. Onunla konuştum, ‘Tamam’ dedi, ‘Çalarız’. Benim çevremde mimar çok, Mimarlar Derneği’nde çalan cazcılar var. Tuna Ötenel, Janusz Szprot, Murat Ulus… Tuna’yla konuştuk, onlar da çalarız dedi. Rock, caz ve blues temalı bir bar oluşturduk ve iki grupla başladık.”
Yıl 1993, Manhattan’ın açılışı
“Çok kalabalıktı. Yollar tıkandı. İyi müzisyenler olunca insanlar geliyor. ODTÜ öğrencisi de çok tuttu Manhattan’ı. Bir de çalan müzisyenler iyi olunca üst yaş grubu da gelmeye başladı. İstanbul’dan gruplar geliyordu. Sonraları Babylon’u kuran Pozitif ile bir işbirliğimiz oldu. Festivallere gelenler -mesela Efes Blues Festivali- sonrasında Manhattan’da sahne alıyordu.”
Bu bilgiler üzerine Taner Akdoğan benimle çok değerli bir belge paylaştı, Manhattan’da bugüne kadar sahne almış tüm müzisyenlerin listesi! Bülent Ortaçgil, Erkan Oğur, Harun Tekin, İlhan Erşahin, Kaan Tangöze, Kerem Görsev, Nejat Yavaşoğulları, Norah Jones, Yavuz Çetin ilk bakışta dikkatimi çekenler. Listenin tamamına buradan ulaşabilirsiniz.
Barın sahnesi yıllar boyunca Türkiye’den ve dünyadan müzisyenleri ağırladı. Yarattığı kimliği hiç bozmamış, müzikal çizgisi dışına çıkmamış olan Manhattan’da kimlerin sahne alacağına nasıl karar veriliyordu? Taner Akdoğan bu soruya “ben” diye cevap veriyor:
“Çıkacak grupların hepsine ben karar veriyordum. Bir de home bandler var. ‘Biz çalmak istiyoruz Taner Abi’, ‘Gelin bakalım öğleden sonra bir deneme yapın’, ‘Çocuklar şu ara doluyuz, ileride belki’ ya da ‘Tamam, haydi gelin başlayın’. Home band olarak Cemal Atahan ve Süleyman Bağcıoğlu’nun olduğu The Gang vardı mesela. Sonra Fender Blenders, çok iyi gruptu.
Orhan Gencebay’ın Gönül şarkısını coverlamıştı Fender Blenders, her perşembe istenirdi. Solist Özge Fışkın’ın önceleri başka bir grubu vardı, sonra rahmetli Gürbüz Barlas’ı aldılar. Gürbüz müthiş bir adam. Çok iyi bir grup oldular. Onların da sadık dinleyici kitlesi vardı, öyle yayıldı. Ve böylece perşembeleri Manhattan ve Fender Blenders gecesi oldu.”
“Manhattan’ı ilk açtığımda canlı müzik 11’de başlıyordu, makul bir saat. İnsanlar giderek 12’ye, 1’e itmeye başladılar. Bir de biz genç tayfa tarafından ‘pahalı bar’ olarak bilinirdik. Herkes karşıdaki bakkalda kaldırımlara oturur, biralarını içer, son dakika içeri girerdi daha az para harcamak için.”
Ama İstanbul farklı, Ankara daha sadık. İstanbul tüketen bir seyirci.
Bir Ankara klasiği Manhattan Bar’ın yolculuğunun İstanbul ayağı da var. Bir süre sonra kapılarını kapatsa da harika konserlere ev sahipliği yapan Manhattan’ın İstanbul şubesinin hikayesini de öğrenmek istedim ve Taner Akdoğan’ı yakalamışken sordum.
“İstanbul’da da açın, diye sevenlerimizden baskı vardı. Ben de biraz daha büyüyelim istiyordum. İstanbul’da yer aramaya başladık. Eski Olimpia Pavyonu’nu bulduk, Mısır Apartmanı’nın altında. O zamanlar çalışıyordu ama patronu artık bırakmak istiyordu. Maddi olarak ağır şartlarda anlaştık. İçini yıktık döktük, tamamen yeniden dekore ettik. Açılış gecesi Duman çaldı, çok kalabalık oldu. Yalnız havalandırmayı iyi yapamamışız, herkes şikayet yazdı. Sonra havalandırmayı düzelttik.
İstanbul’da çok güzel konserlerimiz oldu. En kalabalık olanlardan biri Violet Femmes konseriydi. Ta Galatasaray Meydanı’na kadar kuyruk vardı. Ekip, sahne önüne polis bariyeri istemişti. Bariyer olmasa seyirciler sahneye çıkacaktı neredeyse, o derece coşturuyorlardı milleti. Ama İstanbul farklı, Ankara daha sadık. İstanbul tüketen bir seyirci.”
“Bush’a Rağmen Mor ve Ötesi”
İstanbul Manhattan’da son konser. Ama nasıl bir ortamda?
“O gün Bush geliyordu İstanbul’a. Cumartesi günü Taksim’e de gelecekmiş. Valilik, Taksim’e çıkan bütün yolları kapattı. Benim de kafam bozuldu. Mor ve Ötesi o gün İzmit’te çalıyormuş. Aradım, dedim ki ‘Bu gece çalar mısınız? Ama kimse gelmeyebilir bütün yollar kapalı.’ Mor ve Ötesi ‘Burası erken bitiyor, yetişiriz,’ dedi ve saat 12’de geldi. Ben öncesinde bir afiş hazırlattım: ‘Bush’a Rağmen Mor ve Ötesi’. Bütün Taksim’i donattım. Bir sürü insan geldi o gece.”
Manhattan’da Blue Blues Band
“Süleyman Bağcıoğlu ile bir kavgamız olmuştu. Manhattan bir apartmanın altında, üstte evler var. Bizde ses bangır bangır. Ben müzisyenlere hep derim ki ‘Biraz daha yavaş’. Hafta içi, çarşamba galiba, çok az insan var. Süleyman Bağcıoğlu başladı soloya. Ben de çıktım sahneye, amfisini kıstım. Yapılır mı? Yapılmaz. ‘Biz burada çıkmayız bir daha!’ dediler. Cumartesi sahne var, eyvah kimi bulacağım? İstanbul’da da o zaman Blue Blues Band meşhur. Aradım, ‘Cumartesi gelir misiniz?’, ‘Tamam,’ dediler. O gece tabii tıklım tıklım. Bu sefer Süleymanlar baktılar gece elden gidiyor. O gece Blue Blues Band ve Süleymanlar birlikte çaldı. Sonrasında da çok birlikteliğimiz oldu Batu Mutlugil ile, Yavuz Çetin ile.”
Tabii ki klasik bir soru, Taner Akdoğan’a unutamadığı konserleri soruyorum:
“Unutamadığım konserlerden biri… Ağustos ayında Ankara hep boş olur ama biz hiçbir zaman kapatmadık, 12 ay açıktık. Yavuz Çetin’i aradım, geldiler. Yavuz Çetin hayatımda tanıdığım en yetenekli müzisyenlerden birisidir. Kerim Çaplı da inanılmaz yetenekli; hem gitar, hem davul, hem solistlik… Ağustos’ta onların konseri oldu ve inanılmaz kalabalıktı. Yavuz bir kere daha geldi ama o geldiğinde Yavuz’u biraz farklı gördüm. 15 gün sonra da intihar etmişti. Çok üzücü bir kayıp.”
En Büyük Pişmanlık: Cem Karaca Konseri
“Rahmetli Cem Karaca gelmek istedi. Bana o an tarzımız değil gibi geldi. Olur mu be? Adam Türk rock tarihine adını yazdırmış. Cem Karaca çıkmak istiyor, ben hayır, diyorum. O zaman bir ukalalık ettim, ona üzülürüm.”
Unutulmaz konserleri, sabaha varan geceleri, kalabalığı, coşkusuyla Manhattan Bar’ı konuştuktan sonra Taner Akdoğan sohbetimizi harika biçimde noktaladı. Fazla söze gerek yok.
İçki kötülüklerin anasıdır derler ya, şimdilerde müziği de öyle görüyorlar. Halbuki müzik iyiliklerin anasıdır. Müziksiz hayat olmaz.
Taner Akdoğan’la sohbet ederken sevdiğim bir grubu sahnede izlemeyi ne kadar özlediğimi hatırladım. Ayakların ağrıyana kadar dans etmek, sahnedeki şarkıya hayali gitarlarla eşlik etmek, bar masasında davula eşlikçi ritim tutmak… Müzikle bir olmak, sahnedeki müzisyenlerden biri gibi hissetmek. Kalabalık içinde kendin olabilmek. Senin gibi olan, seninle aynı şarkılardan keyif alan insanlarla birkaç saat geçirebilmek. Şimdinin lüksleri eskinin ‘klasik bir gece’siydi ve o klasik geceler Manhattan Bar’da biterdi.
Röportaj için Taner Akdoğan ile iletişim kurma konusundaki yardımları için Metin Solmaz’a teşekkürler.