|
Getting your Trinity Audio player ready...
|
2018 yılında, Yapı Kredi Kültür Sanat’ın düzenlediği Şehirlere Alışamadı: Sabahattin Ali’nin Şehirleri isimli sergiyi gezmiştim. Sergide, Sabahattin Ali’nin yaşadığı ve ziyaret ettiği şehirler, yazarın fotoğrafları ve notları eşliğinde yansıtılmıştı. Tüm bu şehirler arasında en çok Ankara’daki hayatı ilgimi çekmiş, o döneme dair birçok konuyu merak etmiştim. 2025 yılında, Yapı Kredi Yayınları’ndan yayımlanan Tolga Aydoğan imzalı Sabahattin Ali’nin Ankara’daki İzleri kitabı bu merakımı tamamen giderdi.
Tolga Aydoğan yeni kitabıyla, Orhan Veli’den sonra Sabahattin Ali’nin Ankara’da izlerini sürüyor. Yazar; titiz araştırmasını, zengin görsellerle destekleyerek Ankara ve edebiyat tarihi açısından başvurulacak bir kaynak meydana getirmiş. Haziran ayında yayımlanan ve gördüğü yoğun ilginin ardından ikinci baskısı yapılan kitap hakkında değerli yazarla keyifli bir röportaj gerçekleştirdim. Kendisine teşekkür ediyorum.

Kitabınızda, Adalar Apartmanı’nın yeriyle ilgili doğru bilinen bir yanlışı ortaya çıkarıyorsunuz. Aynı zamanda, yazarın daha önce yaşadığı Menekşe Apartmanı’nın yerini de ilk defa kitabınız vasıtasıyla öğreniyoruz. Bu apartmanların yerlerini saptarken nasıl bir yol izlediniz?
Sabahattin Ali ilk kez 1927 senesinde Ankara’ya geliyor. Dayısının Çankaya sırtlarındaki evinde bir süre kalıyor. Yıllar içinde Yenişehir’de, Sıhhiye’de, Ulus’ta birçok yerde ikamet ediyor. Asıl zihinlere kazınan ise Karanfil Sokak’taki Adalar Apartmanı… Malum, 2017 senesinde Çankaya Belediyesi Dost Kitabevi’nin bulunduğu apartmana “Sabahattin Ali 11 yıl ailesi ile birlikte daha önce burada bulunan Adalar Apartmanı’nda yaşadı” diye bir levha koymuş. Bu iyi niyetli bir girişim fakat yanlış binaya yerleştirilmiş. Yıllar içinde bina numaraları değişiyor. Bu hesaba katılmamış ve günümüzdeki 11 numaralı binaya levha yerleştirilmiş. Oysa ki Adalar Apartmanı günümüzdeki Karanfil Sokak 9 numaralı binanın bulunduğu yerdeydi. 1980’lerin başına kadar ayakta kaldı. Tabii bunu tespit etmek için de dönem haritalarından, hava fotoğraflarından ve telefon rehberlerinden yararlandım. Binada yaşamış insanlarla görüştüm. Öte yandan Ulus’taki Menekşe Apartmanı’nın yeri de zorlu bir süreç sonunda yine haritalar, telefon rehberleri, birebir görüşmeler, paftalar, eski fotoğraflar, hava fotoğrafları incelenerek tespit edildi. Değerli dostum Sayın Emrah Türüdü’nün de bu konuda eşsiz desteği oldu. Neticede bilinmeyen bir iz ortaya çıktı, ne mutlu bize…

Belediye bunu düzeltmek için bir girişimde bulundu mu peki?
Kitabı okuyanlar ve kıymetli bir edebiyat eleştirmeni Çankaya Belediyesi’ne sosyal medya üzerinden bir çağrı yaptı ve “Levha yanlış binaya kondu, düzeltilmeli” dendi. Ancak belediyemiz sosyal medya üzerinden olumsuz yanıt verdi. Levhayı doğru binaya koyduklarını söyleyerek hatada ısrarcı oldular. Oysa ki benimle temasa geçseler hatanın düzeltilmesi için elimdeki bilgileri kendileriyle seve seve paylaşırdım.
Bir de Himaye-i Etfal Cemiyeti binasında kendisine bir odacık yapılmış, orada yaşamış bir süre. Bu da ilk kez kitapta yer alıyor galiba?
Evet, 1923 senesinin nisan ayında Himaye-i Etfal Cemiyeti başkanı Mehmet Fuat Umay, Atatürk tarafından yardım toplanması için ABD’ye gönderiliyor. O zaman ABD’deki bağlantıları orada yaşayan Sertel ailesi ayarlıyor. Umay da ABD’de yaklaşık 5 ay kalıyor ve Türklerle görüşerek cemiyete para topluyor. Topladığı paralarla da Ankara’ya dönüyor. Arif Hikmet Koyunoğlu’na Ulus’ta üç yatay bina yaptırıyor. Bunların ikisi, cemiyetin idare binası oluyor, hatta çocuklar bir süre bloğun birinde kalıyor. Arkasında oyun parkı vardır, uzun yıllar burası kullanılıyordu. Bloklardan biri de Ankara’nın ilk özel hastanesine ev sahipliği yapıyor. Burayı açansa Sabahattin Ali’nin doktor dayısı Rifat Ali Ertüzün. Sabahattin Ali de işsiz ve evsiz kaldığı zaman Himaye-i Etfal Cemiyeti idare binası ile hastaneyi birbirine bağlayan koridorda yaşıyor. Burayı kendisi için odaya çeviriyorlar ve Ali burada 1933-1934 yıllarında iki sene kadar kalıyor. Hastane kapanınca da Yenişehir’e taşınıyor. Bu koridorumsu yapı hala ayakta ve yerini tespit ettik, kitaba da koyduk. Bu da gün yüzüne çıkmış oldu.
Sabahattin Ali, Carl Ebert’e tercümanlık ve asistanlık yapmış, buna detaylı bir şekilde değiniyorsunuz. Sizce bu durum, Ali’nin Ankara’daki yaşantısına ne gibi katkı sağlamıştır?
Atatürk, müzik devriminin ilk adımını 1924’te açılmasını istediği Cebeci’deki Musiki Muallim Mektebi’yle atıyor. Bu kurum gelişiyor ve 1936 senesinde Paul Hindemith’in başa geçirilmesiyle devlet konservatuvarı açılıyor. Tiyatro bölümünün başına da Nazi Almanya’sından kaçan Carl Ebert getiriliyor. Asistanlık yapması için Almancası kuvvetli bir kişi aranıyor. O kişi de Sabahattin Ali oluyor. Ali, o sıralar II. Ortaokulu’nda Almanca öğretmeni. Asistanlık vazifesi elbette Sabahattin Ali için önemli bir aşama. Yazarın kızı Sayın Filiz Ali ile bilgi almak için görüştüğümde Ebert ailesiyle çok yakın olduklarını Konur Sokak’taki evlerine sık sık gittiklerinden bahsetmişti. Bu ilişkinin Sabahattin Ali’nin yazın hayatını da geliştirdiğini ve beslendiğini söyleyebiliriz.
Öğrencilerin 1941 senesinde mezun olmasıyla temsiller başlıyor ve Madame Butterfly, Fidelio, Tosca gibi klasik operalar sahneleniyor. Bu temsillerde Mesuda Çağlayan, Semiha Berksoy gibi isimler parlıyor. Malum Carl Ebert de rejisör. Ama onun arkasında Sabahattin Ali’nin desteği var. Geçen bir broşür aldım, 1945 senesinde temsil heyeti yani “Tatbikat Sahnesi” İzmir’e gidiyor, herkes listede yer alırken Sabahattin Ali yok. Ön planda değil, geri planda Türk operası ve sanatçının gelişimi için de çalışmış, bunu da es geçmemek lazım.
Sabahattin Ali’nin kitapçılara büyük bir düşkünlüğü olduğu malum. Bu açıdan Ankara’da bağ kurduğu kitapçılar hangileriydi?
“Ankara Kitapçıları” denince Sayın Turan Tanyer ağabeyimiz çok güzel bir araştırma ile bunu anlatmış. Kendisine kent tarihine katkısı için teşekkür etmek lazım. Ben de istifade ettim. Elbette dönem Ankara’sında AKBA Kitabevi, Hachette gibi önemli kitapçılar var, Sabahattin Ali’nin sıklıkla gittiğini görüyoruz. Kızı Filiz Ali, görüşmemizde, babasının maaşını aldıktan sonra elinden tutup kendisini Ulus’taki AKBA Kitabevi’ne götürdüğünü ve çocuk kitapları aldıklarını anlatmıştı. Sabahattin Ali ise Almanca kitaplar, dergiler alırmış. Sonra troleybüse binip Yenişehir’deki Adalar Apartmanı’na dönerlermiş. Hatta Asiye Eliçin anılarında Sabahattin Ali için “Almanca kitabı hayranlıkla ve kutsal bir şey gibi tutar ve okşardı. Almanya’dan birkaç gazete ve dergiye abone idi ya da Haşet’ten onun için ayırıyorlardı,” diye anlatır.
AKBA Kitabevi aynı zamanda fotoğrafçılık malzemeleri satan bir yer. Sabahattin Ali de fotoğrafa meraklı ve buradan fotoğrafçılık malzemeleri alıyor. Bir ayağı bu kitapçılarda… Dönem anlatılarına baktığımızda bu kitapçılar, yazarların ve gazetecilerin toplanma alanı. Sabahattin Ali de AKBA’da kimi zaman gidip sohbetlere katılıyor, Samet Ağaoğlu’nun anılarında geçer bu. Kitapların olduğu her yer aslında Sabahattin Ali’nin de bir durağı olmuş Ankara’da. Kendi kütüphanesi zaten eşsiz, öğrencilik döneminde Almanya’dan getirilen birçok kitap var. Zengin kütüphanesi maalesef ölümünden sonra dağıtılıyor.
Kitabınızda, Sabahattin Ali’nin bilinmeyen birkaç fotoğrafına yer veriyorsunuz. Ayrıca, çok bilinen bir fotoğrafının çekildiği yeri de açıklıyorsunuz. Her iki fotoğrafın hikayelerini ve çekildiği yerleri kısaca anlatabilir misiniz?
Bu fotoğraflar çok özel oldu. Birisi, Ankara Halkevi’nde arkadaşının nikahında çekiliyor, muhtemelen 1933-1934 senesinde. Sayın Okan Tanın’ın koleksiyonunda yer alıyor bu fotoğraf. Bir diğeri yine Tanın’ın koleksiyonundan arkasında “Adana Muallim Mektebi öğrencileri” yazan bir fotoğraf. 1930’ların başlarında çekildiği anlaşılıyor. Bunlar çok özel ve değerli fotoğraflar. İlk defa kitapta yer alması da önemli, Tanın’a teşekkür ederim. Elbette fotoğrafçılığa da meraklı olan Sabahattin Ali Ankara’da birçok izini bırakıyor, fotoğraf makinesi hep yanında. Bu nedenle her yerde fotoğrafı var. Çok bilinen fotoğrafı da Halkevi’nin arkasında çekiliyor. Yani bugün Resim ve Heykel Müzesi olan binada… Nerede çekildiği bilinmeyen bu meşhur fotoğrafın yeri de yine tespit edilebildi. Pencere yapıları, kapı ve belirleyici yerler. Tabii zaman içinde restorasyonlar neticesinde bazı ufak tefek değişiklikler olsa da yazarın bir izi daha çıkmış oldu. Burası da zaten temsillerin yapıldığı bir durak, “Türk Ocağı – Halkevi Sahnesi” olarak geçer. 1939’da bir prova ya da temsil esnasında çekildiği anlaşılmakta.

Sabahattin Ali’nin Ankara’daki son günü ne zamandı? O gün ne yapmıştı?
Ankara’daki son günü için aslında iki anlatım var. Biri, kızı Filiz Ali’nin anılarında yer verdiği 1948 senesinin şubat ayındaki bir gün. Diğeri ise Emin Türk Eliçin’in eşi Asiye Hanım’ın anlattığı 1948 Mart günü, Ankara’daki son günü… Asiye Hanım, mart ayında bir sabah Sabahattin Ali ile kahvaltı ettiklerini söyler, piposunu içerek Nazım Hikmet şiirleri okuduğunu anlatır. Ayrıca yurtdışına kaçma isteğini dile getirir. Kızı Filiz Ali ise babasının kamyonculuk yaptığı dönemde Ankara’ya uğradığını söyler ve o günü şöyle anlatır: “Babamı son gördüğümde kıştı. Ankara’nın soğuk, karlı şubatı. İlkokul beşinci sınıfa gidiyorum.” Filiz Ali’nin anlattığı üzere babası Urfa’dan İstanbul’a giderken Ankara’ya uğramış, birlikte Ulus’a gitmişler ve Sabahattin Ali kamyonla ilgili işlerini halletmiş. Sonra da eve dönmüş kızı Filiz’in kalpaklı fotoğraflarını çekmiş.

Ankara’daki izlerini merak ettiğiniz ve yazmak istediğiniz başka bir yazar var mı?
27 Aralık 1919’da Mustafa Kemal Paşa Ankara’ya gelince bir süre sonra gazeteci ve yazarlar da kente geliyor. 1950’deki iktidar değişimine kadar da bu yazarlar hep Ankara’da. Bu nedenle Ankara’da izlerini bırakan çok isim var. Bunları yazmayı istiyorum. Çünkü hem kent tarihi için hem de yazar biyografisi için ya da genel manada edebiyat tarihi açısından bir kapı aralanıyor. Ben de keyif alıyorum bu araştırmalardan. Yeni bilgiler ediniyorum, öğreniyorum. Direkt isim vermeyeyim, üzerine çalıştığım kişiler var. Sürprizi kaçmasın… Ankara’nın sadece ülkenin başkenti olmadığını edebiyatın da sanatın da başkenti olduğunu vurgulamamız gerekiyor. Ankara aslında gri değil, renkli bir kent, bizim sadece o renklerin üzerindeki gri tozu elimizle silmemiz lazım. Altından renkli bir Ankara çıkacak…
Tolga Aydoğan ile Orhan Veli’nin Ankara’daki İzleri kitabına dair söyleşimizi buradan okuyabilirsiniz.



















