Gençlik Parkına Opera kapısından girdiğiniz zaman solda kalan boks makinesini hatırlıyor musunuz?
Hani kendimizi Karayip Adaları’nda hissedelim diye zeminine turkuaz muşamba serilmiş ama kendimizi iliklerimize kadar Gençlik Parkı’nda gibi hissettiren göletin hemen kenarında duran… O boks makinesinin Önünden Rocky’e benziyorum. Hatta Rocky’im diyebilirim. Eye of the Tiger’ın bütün melodilerini üzerime alınıyorum. Hemen 1 liramı hırsla gömüyorum makineye. Boks topu gözümün önüne kadar iniyor ve bam! Çakıyorum bütün gücümle.
Tabii top zar zor yukarı çıkıyor, berbat bir skorun dijital ekranda yanmasını turkuaz muşambayla beraber izliyoruz.
Haliyle Rocky olmadığımı hatırlıyorum. Ama bu şehirde Rocky’ler var. Boks makinesine ya da İvan Drago’ya yumruk atmasına gerek olmayan Rocky’ler. Onları Sıhhıye köprüsünün altında tavuk döner yerken, Sakarya’da hızlı hızlı bir şeyler içerken, Batıkent’te alışveriş torbalarıyla Gimsa servisi beklerken, otobüslerde öğrenci ücreti uzatıp “Pasom yok, İstanbul’da okuyorum abi, öğrenci kartımı göstersem?” derken, Eskişehir yolunun ne kadar hızlı geliştiğine şaşırırken ya da sadece bir şarkısını bildikleri bir müzisyenin konserinde hemen o şarkı çıksın diye dua ederken görebilirsiniz. Zamanında en hızlı trenlerle ünlü deyimin merro’su olup gitmişler buralardan. Şimdi geri dönüyorlar. Ankara’nın Herro’ları.
Çoğu Ankaralı’nın hayata karşı ilk sınavını -ve yine bir sınav yüzünden- Kızılay’da verdiğini biliyorsunuzdur. Ev, okul, mahalle, bakkal arasında dönen yaşam döngüsü “Kızılay’da güzel bir dershane varmış,” cümlesiyle bölünür. Kızılay’da, gözlerinizi kapatıp işaret parmağınızla herhangi bir yeri işaret ettiğinizde bir dershaneye denk geldiği zamanlarda güzel dershaneler de burada olurdu. Bu dershanelere gidecek olanlarsa çoktan basmıştı metro kartlarını makinelere. Kızılay’a gidiyorlardı. Bu akvaryumda yaşayan, mütemadiyen ağzından kabarcıklar çıkaran, ne kadar yem atılırsa o kadarını yiyen bir balığı, rafting yapılan deli bir ırmağa bırakmaya benziyordu. En azından öyle hissediliyordu o zamanlar. Metro istasyonlarından çok uzaklaşmadan bu balta girmiş ormanı keşfetmeye çalışıyorduk. Sonraları çoğumuzun yaşadığı gibi bu durum keyif vermeye başladı. Değişik kafeler, kitapçılar, sinemalar, Japonca adımızı hiç zorlanmadan yazabilecek dövmeciler kısaca her şey buradaydı.
Fantasyland de bu her şeyin merkezindeydi. Görmüşsünüzdür. Eğer görmediyseniz Kızılay’da birine Fantasyland’in nerede olduğunu sorarsanız “şu köşeyi dönünce hemen solda” ya da “şu köşeyi dönünce hemen sağda” cevabı kadar yakınsınızdır.
Jeton ile çalışan oyun makineleriyle kurulu bu dünyadaki tek sorun; “jetonumu hangi makineye atacağım?” olurdu genelde. Şimdilerde para politikası konusunda uzmanlaşmış insanlardan Fantasyland’de “Şu makinede 1 jetonla 5 dakika oynarsın ama şu makinede 3. turda 250 puanı geçersen 6 dakika 22 saniye oynayabilirsin,” gibi cümleleri rahatlıkla duyabilirdiniz o zamanlarda. Deli gibi araba sürmek, bir duvara toslayınca direksiyonun titremesini hissetmek, saçlarımızı Tekken’deki Paul gibi yapmak, 2 metreden 5 topu ardı ardına potaya sokmak, tabancalarla zombileri kovalamak istiyorduk. Ancak bir amaç uğruna Kızılay’daydık ve bu amaç oyun oynamak değildi. Bu yüzden Fantasyland’de geçirdiğimiz zaman cebimizdeki jetonlarla sınırlı olurdu.
Fantasyland bir dünyaydı ve amacı bu dünyada yaşamak olanlar da vardı. Günün her saati orada oldukları için orada yaşadıkları sanılırdı.
Bir gün güzel dershanelerden birinde dersi bitiriyor, sarı ışıkların altından geçerek kendimizi yine zombi kovalarken buluyorduk. İçeride bir uğultu var, ne olduğunu anlamaya çalışıyoruz. Kanca ile oyuncak ayı alınan makinenin önünde bir kuyruk oluşmuş. Ancak kimse jeton atıp şansını denemiyor, sanki bir şey bekliyorlar. Yanımdaki çocukların fısıldaşmasına kulak veriyorum. “Evet evet bu o,” diyordu birisi diğerine. Kimdi bu ?
Ağır adımlarla içeriye girdi. Sağına soluna bakmadan kanca ile oyuncak ayı alınan makineye doğru ilerledi. Bir jeton attı makineye “Hangisini istiyorsun?” diye sordu. Bu soruyu kuyrukta bekleyen herkese yöneltti. Kancayı hızlıca aşağı indiriyor ayıyı kavradığı gibi yukarı çekiyordu. Hiç kaçırdığını görmedim. Bu inanılacak gibi değildi sanki eliyle yakalıyor gibi rahat bir havası vardı. Fantasyland’in kralı ile tanışmam böyle oldu. Müziğin sesi kısılır, en önemli oyunlar yarıda kesilir ve bütün gözler bu görsel şölene çevrilirdi. Kral’ın şovuna. Halkını kırmaz bütün isteklere cevap verirdi. Sonra mesaisi bitmiş gibi sessizce giderdi. Oyunların High Score kısmında 1.sırada şöyle bir isim bırakarak: Kral…
Zamanla beraber Fantasyland’e gitmemeye başladık. İnternet kafeler 1 jeton parasına daha güzel imkanlar sunuyordu. İnsanlar oyuncak ayıların jeton parasından daha ucuz olduğunu anlayınca kuyruklarda beklemekten vazgeçtiler. Haliyle Kral da bu duruma uzun süre dayanamadı. Çok sonraları bir gün hep geldiği saatte gelmediğini duydum, bir daha da gören ya da duyan olmamış. Arada acaba onu görebilir miyim ya da ondan bir haber alabilir miyim diye gidiyorum, ancak birkaç jeton harcayarak geri çıkıyorum.
Biliyorum Kral, buralarda bir yerdesin. Sen de Fantasyland’in karşısına geçip bir sigara yakarak eski günleri düşünüyorsun. Eğer bu yazıyı okuyorsan bilmeni isterim ki seni deli gibi özlüyorum. Bana sabaha kadar oyuncak ayı alabilirsin.
Sevgiler.