Fotoğraflarla anılar biraz renklenir, somutlaşır ve hatırlamak kolaylaşır. Yeni gittiğiniz bir şehirde fotoğraf çektirmek adettendir. Bir zamanların Ankara’sında bağların arasında çekilecek bir fotoğraf ile muhteşem anılar oluşturulabilirdi. Çünkü Ankara’nın en meşhur tarım ürünü üzümdü, en uygun mekanlar da bağlardı. Üzümden yapılan pekmez, şıra ve şarap, her biri kendi alanında meşhurdu. Ankara’yı soranlar ve onun üzümle ilişkisini merak edenler olabilir. Onun en güzel adının Engürü; en güzel zamanının, hiç tereddüt etmeden eylül ayı olduğunu söyleyebiliriz.
Osmanlı Arşivi’nde yer alan belgelerin bir kısmında Ankara’nın adı karşımıza “Engürü” olarak çıkar. İmparatorluğun son döneminde ve Cumhuriyetin ilk yıllarında Engürü adının halk arasında yaygın olarak kullanıldığını biliyoruz. Özellikle Erken Cumhuriyet Döneminde bu adın kullanımı ve onun Ankara’ya dönüşümünün gözlenebileceği mülakatlar ve gazete yazıları mevcut. O zaman “Engürü adı bu şehre nasıl verildi ve nasıl bu kadar yaygınlaştı?” diye sormak gayet doğal. Bu ismin nasıl konulduğuna dair rivayetlerin ve tevatürlerin somut kanıtlara dayanmadığını söyleyerek bu bahsi hızlı geçelim. Ankara’da bugün çeşitli mekanlarda Engürü adının hala yaşamaya devam ettiğini gözleyebiliyoruz. Ankara’nın tarihte aldığı isimler arasında ona en çok yakışanın Farsçada üzüm anlamına gelen Engürü olduğunu söyleyebiliriz.
Bir isim bir şehre nasıl bu kadar yakışır, bu konuyu biraz daha açabiliriz. Bir eylül ayında, üniversiteyi kazandığım için yıllardır yaşadığım yerden ayrılıp Ankara’ya geldim. İlk görüşün büyüsünden olmalı, hep o ilk geldiğim yılın eylülündeymişim gibi göründü bana Ankara. Benim gibi bu şehre sonradan gelenler, yani Ankaralılar değil de Ankaracı olanlar, Ankara’nın en çok eylül ayını severler. Bu sevgiyi pekiştiren iki bilgi var. Engürü’nün Farsça’da “üzüm” anlamına geldiğini söyledim. İkincisi ise, eylül kelimesinin Anadolu’nun kadim halklarından Süryanilerin dilinde de “üzüm” anlamına gelmesi .
Yerleşim birimlerinin, mahallelerin, semtlerin, hatta ilçelerin adlarında bile bu kadar çok bağ geçen ya da bağ ile anılan ve her tepenin sırtında üzüm yetiştirildiğine işaret eden bir ilimiz daha yoktur. Ankara’da geçen anıları karıştırdığımızda hatıralara eşlik eden mekanlar olarak bağları ve bağ evlerini görürüz. Ailece piknikler yapılır, komşunun bağ evine gezmeye gidilir, okul gezisi düzenlenir ya da kutlamalar yapılır. Hatıraların tanıklığında birbirinden leziz üzümler ve üzüm ürünleri birbiri ile yarışır. Bu yarışta sofralık olanlar pazarda boy gösterir, diğerleri de şıraya, pekmeze ve şaraba dönüşür. Ama illaki mekan Ankara ise, anılar bağda geçer ve kahramanlar bağ evlerine gider.
Daha uzak geçmişe gittiğimizde üzümün Ankara’daki varlığını ve önemini destekleyecek tarihi buluntulara rastlarız. Türkiye’nin en önemli müzelerine ev sahipliği yapan Ankara’da Anadolu tarihinin her detayının titizlikle sergilendiği müzeler bulunur. Ankara’nın bağ ve üzüm tarihini bin yıl, hatta on bin yıl öncesine kadar götürebileceğimiz buluntular, Hititlerden ya da Friglerden kalan altın üzüm kadehleri ve üzüm şeklinde şarap kaplarıdır. Çeşitli zeminlerdeki üzüm kabartmalarını da eklersek bu buluntular üzümün Ankara tarihinde bir serap olmadığına dair en önemli dayanaklarımızdır.
Anadolu’daki her köyde istisnasız yetişebilen soğan, ceviz ve üzüm gibi birkaç tarım ürünü vardır. Bu ürünlerin geçimlik üretim sınırını aşıp pazara yönlendirilebilmesi için bazı iklim koşullarının olması ve arazi niteliklerinin sağlanması gerekir. İktisadi bağcılık için ilkbahar donlarından etkilenilmemesi, uzun bir yaza ve yazın da sıcak geçmesine ihtiyaç vardır. Özellikle hasat günleri olan bağ bozumunda 12 günü aşan uzun yağmurlar olmamalıdır. Ankara’da en iyi bağlar genellikle güneye bakan arazilerin sırtlarındadır. Güneşle daha erken temas ettiği için bu yerler kolay ısınarak kaliteli üzüm verir. Keçiören, Etlik, Küçükesat, Çankaya, Dikmen ve Kavaklıdere’de güneye bakan sırtlarda çok iyi bağlar yetiştirilir. Özellikle Etlik, güneye bakan hafif eğimli sırtlarıyla bağcılık için Ankara’nın en meşhur yeri olduğundan pazara çıkan ilk üzüm oradan gelerek sofralarda yerini alır. Ankara’nın küçük ve gözlerden uzaktaki ilçelerinden Güdül’deki bağlar daha yüksekte olduğu için, pazara inen en son üzüm orada yetişir. Ankara üzümü, Anadolu’daki diğer yerlere göre çok geç olgunlaştığından üzüm fiyatları düştüğünde pazara gelir. Ankara’da sofralık çeşitlerin yanı sıra şıra ve şaraplık üzüm türleri de yetiştirilir. Kalecik ve Kırıkkale civarında yetiştirilen beyaz ve siyah üzümlerden kaliteli şarap yapılır. Köylüler genellikle yetiştirdikleri üzümlerden pekmez, sucuk ve sirke yaparlar; kuru üzüm ihtiyaçlarını ayırdıktan sonra geriye kalanı satarlar.
Ankara’daki bağlardan ve hasat edilen üzümlerden İngiliz Konsolos Raporlarında olumlu olarak bahsedilir. Kasabalarda ilkel koşullarda yapılan şarapların ihracat için yeterli miktarda olmadığı, eğer profesyonel tekniklerle üretim yapılırsa Ankara şarabının İngiltere’ye ihraç edilebileceği ve müşteri bulabileceği yer alır raporlarda. Buradan Ankara’da şarap yapılmadığı sonucu çıkarılmamalıdır. Raporların işaret ettiği, Ankara’da ihraç edilecek miktarda şarap üretilmediğidir. Demiryolunun gelişi sonrası 1890’ların başından itibaren Avusturya’dan şeker ithal edilmeye başlanmışsa da, Ankaralılar şekeri pahalı buldukları için teveccüh göstermemiş, Avusturya’nın şekeri yerine kendi üzümlerinden yaptıkları pekmezi kullanmaya devam etmişlerdir.
Cumhuriyetin İmparatorluktan miras aldığı Ankara’da bağ bozumu eylül ayının neredeyse tamamını kapsar ve köylerden şehir merkezine kadar tüm Ankara’yı harekete geçirirdi. Bağ bozumunda ve bağ evlerinde pekmez kaynatılırken civar köylerdeki eşekler de sahipleriyle beraber Ankara’ya gelirdi. Eşekler ve sahipleri Atpazarı’ndaki hanlarda bağ bozumu döneminde iş beklerler ve yaklaşık bir buçuk ay boyunca şehir merkezindeki üzüm hareketliliğine katılırlardı. Çünkü bağlarda toplanan üzümleri bağ evlerine taşıma görevi eşeklerindi. Belki bugün yazılan Ankara tarihinde onlara rastlayamayız ama anılarda baş köşeyi aldıklarını ve özellikle bağ işlerinde yük hayvanı olarak kullanıldıklarını belirtelim.
Ankara, Türkiye’nin başkenti olduğu kadar, Erken Cumhuriyet Döneminde üzümün de başkentidir. 1930’lardan sonra bağcılık ve şaraplık üzüm yetiştiriciliği Ankara’da daha önemli bir yer tutmaya başlar, yeni topraklara asma dikilip yeni bağlar açılırken, piyasada üzüm ve üzüm ürünleri daha çok görünür olur. 1930’larda Ankara ve ilçelerinde yıllık üretim 6 bin 500 tona ulaşır, bunun 2 bin 600 tonunun yaş yemelik olduğu ve 2 bin 400 tonunun ise pekmez yapımında kullanıldığı kayıt altına alınır. Şeker pancarının yetiştirilmediği ve şeker fabrikalarının olmadığı bir dönemde, üzümden yapılan pekmezle bütün ihtiyaçlar görülüyordu. Geriye kalan üzümlerin bir kısmı kurutulurken, şarap yapımı da ihmal edilmiyordu.
Ankara’daki bağ alanlarının 1940’lardan itibaren artmasının temel nedeni üzümün Tekel, Atatürk Orman Çiftliği ve çeşitli şarap firmalarına hammadde olarak satılması ve bu nedenle bağların devlet eliyle yaygınlaştırılmasıdır. 1960’lara gelindiğinde bağcılığın yapıldığı alanlar çok daralır, filoksera hastalığı görülen yerlerde hastalık nedeniyle asmaların tamamen sökülmesiyle şeker pancarı ve fiğ gibi yeni tarım ürünlerinin ekimine başlanır. Ankara’daki ürün deseninin değişmesinde filoksera hastalığı önemli bir dönüm noktası olmuştur. Belki de bugün Çubuk turşusundan söz edebilmemizin nedeninin, 60-70 yıl önce bağların söküldüğü o alanlarda mevsimlik sebzelerin üretilmesi olduğunu unutmamak gerekir.
*Sanatçı Damla Sandal’a ait görseller telif hakkına tabidir.
Araştırma alanları arasında kent hafızası, insan hakları, geçmişle yüzleşme ve toplumsal cinsiyet eşitliği gibi konular yer almaktadır. Kadın ve gençlik hakları alanında uzun yıllardır sivil alanda faaliyet yürütmektedir. 2016’dan bu yana projeler yürüttüğü Karakutu Derneği’nde yönetim kurulu eş başkanı olarak görev almaktadır. Marmara Üniversitesinde hafıza çalışmaları üzerine yüksek lisansını sürdürüyor ve fotoğraf üzerine yaptığı nakış kolajlarıyla çeşitli hafıza projelerinde yer almaya devam ediyor.