18 Haziran 2021
Akşam oldu sonunda. Saat yediye ne kadar kaldı? Çok az. Kesin geç kalacağım. Yetişirim. Hem Ankara’da yabancıyım, bahanem var. Anlar beni. Yedi buçuk mu desem? Ofistekilerin de iş kitleyeceği tuttu. Bugünü mü buldunuz? Hayatımın en güzel akşamını baltalamak için mi yapıyorsunuz?
Ofisten apar topar çıktım. Eve uğramam lazım. 15 dakika kaldı. Anahtar bile ilk denemede denk gelmek istemiyor. Geç kalmam için bütün olasılıklar birbirleriyle sözleşmiş. Hah oldu.
Cevapsız çağrı, ondan. Söylediği yalandan dolayı günahkar olduğunu düşünen bir çocuk gibi hissederek “Taksideyim” diye mesaj attım. En hızlı giyinme rekorunu kırarak evden çıktım. Allah’tan taksi durağı yakın. Umarım dünyanın en hızlı şoförüne denk gelirim.
Nefes nefese bindim taksiye. “Beşevler metro durağı” cümlesi ben daha koltuğa oturmadan şoförün kulağına ulaştı. Maltepe’nin bilmediğim bir sokağından bilmediğim bir caddesine çıkarak yola koyulduk. “Ne kadar sürer?” diye sordum. Taksici, yabancı olduğumu anladığını itiraf eder gibi gülümsedi. “Trafik yoksa 5 dakika” dedi. O an için, dünyanın en güzel cümlesini işittim.
Sohbet etmeyi seven, gereksiz sorular sormakta usta bir taksiciydi. Beş dakikalığına kesişmiş olan hayatlarımız için gereğinden fazla çaba sarf ediyordu. Acelemin sebebini sordu. “Kız arkadaşımla buluşacağım, geç kaldım.” dedim. Halbuki kız arkadaşım değildi. Neden öyle söyledim? Ne diyecektim başka? Sevdiğimdi sonuçta. Yani bambaşka bir şeydi aramızdaki, tarif edemezdim. Ya ne demeliydi? Onun, denk geldiğim için şükrettiğim en güzel varlık olduğunu nasıl anlayabilirdi bu adam? “Kız arkadaş” demek doğruydu. Oturup aşk hayatını anlatacak halin yok ya adama. Sonuçta beş dakikamız var. Neden bunun için bile kendime bir açıklama yapma gereği duyuyorum? Geldik.
Usulca sağa yanaştı taksi. İndim. Nerede bekliyor? “Beşevler metro durağı” demiştik ama neresi oluyor tam olarak? Sağıma soluma baktım. Gözlüğümü ne diye almadım ki? Gözlükle çocuk gibi görünüyorum, iyi ki almadım. En iyisi aramak. Telefonu kulağıma götürmemle ağır ağır indirmem bir oldu. Gördüm, orada işte. Metroya inen merdivenlerin başında duruyor. Hızlı adımlarla bir sağa bir sola yürüyor. Beni bekliyor. Benimle ilk kez görüşeceği için tatlı bir telaşı var. Benim için? Ne diye heyecanlanır ki insan beni görecek diye? Ama o, heyecanlanmış işte.
Ben bir süre ona bakakaldım. Onu dünya gözüyle görmek, o beni henüz fark etmeden onu doyasıya inceleyebilmek… Benim orada olduğumu bilmeksizin en doğal haliyle karşımda duruyor. Sırf bu an için bunca zaman beklemeye değermiş. Beklemek mi? Dünyaya sırf bunun için bile gelinirmiş.
Telefonum çaldı. Arıyor.
“-Neredesin?
-Karşıdayım, soluna dön.”
Beni görmesiyle birlikte yüzüne bir tebessüm yerleşti, telefonu kulağından usulca indirdi. Ben hayata karşı ilk adımımı, ona doğru attım. Ufak bir kalabalık eşliğinde karşıdan karşıya geçtim. Ona vardım. Kollarımız birbirimize doğru aynı anda açıldı, sarıldık. Birbirimizden ayrıldığımız gibi yüzüne dosdoğru baktım. Ardından yürümeye başladık.
Çok güzel, sandığımdan da güzel. Böyle bir güzelliğin yanımda yürümesine şaşırıyorum. Yanına yaraşmaya çalışmalıyım. Ama neden hiç yabancı gelmiyor yüzü, yürüyüşü, kendisi? Neden onu doğduğumdan beri tanıyor gibiyim? Uzun zamandır bana verilmeyi bekleyen bir armağan sanki. İşte, onun ile benim aramda olup biten her şeyin özetiydi bu his. “O an Ankara’ya, ona ve hayata inandım.” [1]
Gerginliğimi atmama yarayan gündelik bir sohbet eşlik ediyordu yürüyüşümüze. Bahçeli’ye doğru gittiğimizi söyledi. Hızlı yürüyor. Hayata karşı alacaklıymışız, bir yerlere yetişmemiz gerekiyormuş gibi yürüyor. Adımlarımı doğru atmaya çalışıyorum. Ayaklarım birbirine dolanıyor. Rahat görünmeliyim. Bütün bunların farkında mı? Karşısında küçülüyor muyum? Bu saçma kaygıların anlamı yok artık. Artık sadece heyecan ve sevgi. O kendisi olarak burada, ben de kendim olarak. Ve “biz” Ankara’nın sokaklarında yürüyoruz. Edimlerin en güzeli. Nefesim tükendiğinde yeniden yoluma devam edebilmem için bir soluk olmuştu bana. O gün yanımda attığı ilk adımdan itibaren, bende olacağı ve olduracaklarından ne benim ne de onun haberi vardı. Oruç Aruoba söylediklerinde haklıymış. Birlikte yürümekten daha ulu bir şey yokmuş:
“Ve tabii, ‘yürümek’ – bu konuda kafamı nasıl bozmuş olduğumu biliyorsun: yürüme-birlikte yürüme… -Daha ulu bir şey bilmiyorum.-
Sevişmek bile, bütün yakınlığıyla, yüceliğiyle, güzelliğiyle; ama, patlayan ve sönen tutkusuyla, heyecanıyla, doyumuyla, birlikte yürümekten daha üstün değil- hele, bir de, birlikte gidilecek bir yer (bir amaç, bir erek) varsa…
Yürüyüş —– Ne kavram ama!…” [2]
Ankaralı olmasının omuzlarına yüklediği ev sahipliği göreviyle güzel bir mekân arıyor.
“Ya bir yer vardı.”
“Önceden gelirdim.”
“Aylardır gelmiyorum Bahçeli’ye.”
“Aylar sonra ilk defa seninle…”
Benimle…
Bizim için güzel bir yer bulamazsa mahcup olacak diye korkuyor, belli belirsiz bir sürü cümle çıkıyor ağzından. “Korkma insancık korkma” demek geliyor içimden. Ama hiç bozmadan anın tadını çıkarıyorum. Her hali ayrı güzel, dışarıdan hiçbir müdahaleyi kaldırmayacak durulukta bir güzelliği var.
Bahçeli 3. Cadde’ye girdik. Onunla olduğum için mi bana öyle geliyor, yoksa o cadde o gün için bize iltimas mı geçiyor bilmiyorum ama Ankara’nın en güzel caddesindeymişiz gibi hissediyorum. Aradığı mekânı hatırlasın diye mekânları ağır ağır geçiyoruz. Ağaçlar göğü örtmüş, gölgeler dağınık bir güzellikle asfalta ve kaldırımlara dökülüyor. Ağaçlar bizi dünyanın kötülüklerinden korumaya çalışıyor. “Siz bunu hak ettiniz” diyor.
Aklındaki mekânı bulamadığımız, kuvvetle muhtemel kapandığı için bu durum üzerine üç beş cümle kuruyoruz. Onun içini rahatlatmak için gülümsemeyle bitiriyorum bu gereksiz mahcubiyeti. “Hadi buraya girelim” diyor. Varuna Gezgin’e giriyoruz.
Boş masa yok. Olasılıklar yine bizden taraf olmamaya devam ediyor. Herhangi bir masa boşalana kadar bar kısmına oturmaya karar veriyoruz. Sonrasında boşa çıkan masa olmasına rağmen oradan kalkmak istemeyecek kadar benimsiyoruz o bar taburelerini. Orası, yan yana oturduğumuz ilk yer. Bu dünyada, varlıklarına teşekkür ettiğim ilk ve son tabure oluyor o iki sıradan tabure.
Gülmenin ona ne kadar yakıştığının farkında olmamasına rağmen gülmesi hiç eksik olmuyor. Uzun bir zaman boyunca o akşam için biriktirmiş sanki en güzel gülmelerini. O an, hep gülmesini diledim içimden. Eğer bir dilek hakkı verilseydi bana, gülmesinin hiç eksik olmadığı bir ömür dilerdim onun için. Bu hakkın bana verilip verilmediğiyle ilgilenmeden, bunu çoktan dilemiştim.
“Bir sözcük olsaydık, sence ne olurduk?” diye sordum.
“Bizim bir sözcüğe sığamayacak kadar çok sesimiz var.” diye karşılık verdi. Her korkumu böyle sevgiyle yatıştırıyordu. [3] Gelmesi kaçınılmaz olan, onun özlemiyle dolup taşacak günler için bana güç verecek cümleleri şimdiden cebime dolduruyordu.
Bir ara, bar taburesinde oturuyor olmamızdan dolayı klişe bir filmin tanışma sahnesini canlandırdık.
“Siz de mi sıkıldınız?”
“Birini mi bekliyorsunuz?”
“İsminiz?”
“Memnun oldum.”
“Ben de.”
O akşam haddini bilen iki birayla, değişen duyguların denk düştüğü sigaralarla ve kavuşmanın verdiği esenlikle geçti.
Akşamın aksine o esenliğin yanımızdan hiç gitmeyeceğini biliyorum. Esenlik o günden bu yana şuracığımda duruyor. Hep de duracak. Haziran’ın sıradan bir günü, Ankara’nın güzel sokakları, yürüdüğümüz kaldırımlar, sen ve ben buna şahidiz.
“O bir güne sığdırılan aşkı görüp ‘bizim hiç olmazsa bir yazımız oldu’ diye düşünür seviniriz…” [4]
[1] Yiğit, Şükran. (2021). Ankara, Mon Amour! İstanbul: İletişim Yayınları. s. 167.
[2] Aruoba, Oruç. (1999). İle. İstanbul: Metis Yayınları. s. 55.
[3] Özakman, Turgut. (1994). Korkma İnsancık Korkma. İstanbul: Mitos Yayınları. s. 55
[4] Yiğit, Şükran. (2021). Ankara, Mon Amour! İstanbul: İletişim Yayınları s. 149.
Kapak Görseli: Mehmet Kürşat Değer