Aralık ayının son günleri, E.’yle birlikte Heybeliada’ya doğru gitmekte olan bir vapurdayız. Dışarıda yağmur ve fırtına var. Poyrazdan destek alan dalgalar vapurun kenarlarını dövüyor, denizin içinde bata çıka ilerlemeye çalışıyoruz. Buğulu camın ardından demir atmış tankerler, fırtınanın dinmesini bekleyen balıkçı teknelerinin ışıkları zorlukla seçiliyor. Bir taraftan bir an önce karaya ayak basmayı umuyor diğer taraftan olası bir felakete karşı tavandaki can yeleğinin kullanma kılavuzunu ezberlemeye çalışıyorum. E. de durumun ciddiyetinde olsa gerek, telefonundan meteoroloji sayfasını güncelliyor. Meteoroloji bültenleri sıklıkla aynı uyarıları yapıp tedirginliğimizi yükseltiyor.
Şayet vapur batmadan adaya varabilirsek, İstanbul’daki yeni hayatımıza Heybeliada’da başlayacağız. Gerçi görünüşe göre vapurun içerisinde ikimizden başka endişeli birisi yok gibi. Yolcular bizim endişemizin tam aksine hiç istiflerini bozmadan çaylarını içip, neşeli bir şekilde sohbet ediyor; mideleri bulanmadan gazetelerini okuyup, müzik dinliyorlar. Bu kadar sakin olmaları onların İskandinav kökenlerine mi sahip olması yoksa bizim aşırı Ankaralı olmamızdan mı kaynaklanıyor? Bilmiyorum. Tek bildiğim bir an önce karaya ayak basmayı istediğim. Endişe ve stresten kan kırmızısına dönmüş ifademizi fark eden gazeteden Celal Salik’in “Boğaz’ın Suları Çekildiğinde” başlıklı köşe yazısını okuyan yaşlı yolculardan biri kurduğu gazeteyi gizemli bir şekilde ağız hizasına indirerek “Siz turistsiniz galiba,” diyor. “Hayır, Ankaralıyız.” Ankaralı olduğumuzu söyleyince nikotinli bir kahkaha atarak, “O, tedirgin olmanızdan belli oluyor. Adalı olmayan herkes doğal olarak çekinir bu havalardan. Biz alışkınız, dalgalı denizde herkes kaptan burada,” diyor, görmüş geçirmiş yüz ifadesiyle. “Biz de adalı sayılırız artık; Heybeli’de yaşayacağız,” diyorum. “Hoş geldiniz, o zaman. Hiç tedirgin olmayın. Kaptan Murat’ın vapuru batmaz. Onu deniz korur, deniz de onu. İkisinin arasında özel bir bağ vardır,” diyor. Amcanın mistik cümlesi, bizim gibi rasyonel dünya görüşüne sahip iki kişi üzerinde hiç etki yapmıyor. Aksine, sakinleşeceğimize gerilimimiz daha da artıyor. Vapur kıyıya doğru ilerledikçe sallantı da şiddetleniyor.
Marmara’nın etrafına takımada olarak sıralanmış Kınalı, Burgaz, Heybeli ve Büyükada, Prens Adaları olarak da adlandırılmakta. Prens adaları ismini, Bizans döneminde türlü taht oyunları nedeniyle sürgüne ve infaza gönderilen prens adaylarından alıyor. Cumhuriyet döneminde ise bu adalar İstanbulluların yazları sayfiye yeri olarak kullandığı yerler olarak biliniyor. Peki, bizim sonumuz hangi istikamet üzerinde olacak? Tatil mi, sürgün mü? İkimiz de fena yüzücü sayılmayız ama bu havada, hem de boğazda akıntıya karşı yüzebilmek imkânsız görünüyor. Esat Kıratlıoğlu dışında bugüne kadar kış ayında akıntıya karşı yüzmüş kimsenin de olmadığı düşünülürse olası bir vapur alaborasında ne yaparız? Üstelik tüm kıyı müsilajla kaplanmışken!
Kıyıya biraz daha yaklaşıyoruz. Denizin üzerini perde gibi örtmüş sisin arasından parlak ışıklarıyla tepelere doğru sıralanmış evleri ve dört tepeye yayılmış çam ormanıyla Heybeliada, eski adıyla Halki ortaya çıkıyor. Hızla çantalarımızı hazırlıyoruz. Kaptan, kırmızı beresi, uzun siyah paltosu ve beyaz sakallarıyla ürkütücü dalgaların arasından vapuru kıyıya yanaştırmaya çalışıyor. O hengâme içerisinde yolculardan biri, sinir bozucu bir rahatlıkla telefonda eşinden market alışverişi listesi alıyor. Bir insan hayatının son dakikalarını bir kilo patates ve yoğurt talimatıyla geçirmemeli! Onun rahatlığının bizdeki karşılığı film şeridi olarak geçen hayatımız. Neyse ki Kaptan ustalıkla iskeleye yanaşmayı başarıyor. Suratında rahat bir ifadeyle biraz önce söndürdüğü sigarasını yenisiyle değiştiriyor. Amcanın bize biraz önce söylediği gibi denizin ona bir şey yapmayacağından emin gibi duruyor. Ya da bu denli ciddi bir ölüm tehlikesi atlattığımız için kendimi irrasyonel bir hikâyeye inandırmaya çalışıyorum.
Çantamızdan şemsiyeyi alıp, kapüşonlarımızı takıp, kendimizi hızla dışarı atıyoruz. Yağmur ve fırtına şiddetini artırmış görünüyor. Damlalar görüş alanımızı kısıtlıyor. Tam solumuzda kalan Deniz Harp Okulu yağmur ve sisin arasında kaybolmuş durumda. Dalgalar iskeleye vurup binlerce su damlacığına bürünerek yere düşüyor. Bu sırada yolculardan birisinin şemsiyesini şiddetli rüzgâr kapıyor, şemsiye elektrik tellerinin arasından Being There filmini andırırcasına gökyüzüne doğru süzülüyor.
E.’yle ele ele tutuşup, bir an önce evimize doğru yürümek istiyoruz. E. telefonundan rotayı belirlemeye çalışırken gökyüzünde gürültü kopuyor, ardından da fırtına geliyor. Gece karanlığında kırmızı renge bürünmüş yağmur bulutlarının arasından iki büyük yıldırım önce Anadolu yakasındaki dev gökdelenlerin birine sonra da Heybeli’nin tepelerine doğru düşüyor. Etrafa kıvılcımlar saçılıyor ve her yer karanlığa bürünüyor. Geriye yıldırımın yankısı, dalga sesi ve rüzgâr uğultusu kalıyor. Birazdan etkileşim bağımlısı haber sitelerine “İstanbul’da korkunç yıldırım paniği” başlığıyla servis edilecek bu olay nedeniyle evimizi bulabilmemiz imkânsız görünüyor. En azından fırtına sakinleşinceye kadar, kendimize sığınacak bir yer arıyoruz. Bu sırada Aya Nikola Kilisesi’nin yakınında bir yerden zayıf bir ışık huzmesi beliriyor. Hızla ışığa doğru hareket ediyoruz. Işığın kaynağı bir meyhaneden geliyor. Meyhanenin bahçesinde üzeri yağmur suları birikmiş ağacın ve yazın gelmesini bekleyen boş masaların arasından içeriye giriyoruz. Lodos da ardımızdan davetsiz bir misafir gibi peşimize takılıyor. Yanan mumların ateşi zayıflıyor, masa örtüleri havalanıyor, garson panikle mum ateşini sönmekten kurtarmaya çalışıyor. Hızla kapıyı kapatıp, üzeri yağmur damlaları birikmiş bir cam kenarı masasına oturuyoruz. Elimle camın buğusunu temizlerken kırmızı bereli Kaptanın, Aya Nikola Kilisesi’ne doğru yürüdüğünü görüyorum. Kilisenin önündeki, Bizans döneminden kalma ve Denizcilerin Koruyucusu Aya Nikola’ya atfedilen sütunun yanından geçip, kiliseye giriyor.
Meyhanede bizden başka kimse yok. Garson, elinde yüzünün bir kısmını karanlıkta bırakan mum ateşiyle yanımıza doğru gelirken silueti, duvarda asılı duran camın ve onun yanında duran çiçeklerin üzerinde büyüyor. Sıcak bir gülümsemeyle mumu masamıza koyuyor. E. hemen lafa girip, elektriksiz kalmaya tahammül edemeyen modernler gibi elektriğin ne zaman geleceğini soruyor. Garson, elektrik arızayı aradıklarını, trafonun patladığını dolayısıyla tüm adada elektriğin gittiğini ve ne zaman geleceğini bilmediğini söylüyor. “Ama Sanatoryuma düşmüş diyorlar, kış aylarında Adalar’da sık olur bu. Gelir birazdan, merak etmeyin,” diye ekliyor. Bu son dakika haberine canımız sıkılıyor.
Stres dolu anların karnımızı acıktırdığını fark ediyoruz. Elektrik gelene kadar meyhanede biraz daha oturmaya karar veriyoruz. Garson, “Levreğim var. Tazedir,” diyor. “Tamam,” diyoruz. Balığın yanına da 35’lik Yeni Rakı açıyoruz. Ayrıca karidesli börek, enginar dolma ve mevsim salata (bol rokalı, zeytinyağı gezdirilmiş) söylüyoruz. Börek, dolma, salata ve rakı hızla masaya geliyor, kısa bir süre sonra da balık… Rakı kadehlere yağ gibi doluyor. Mutfaktan anason ve iştah açıcı ızgara kokuları yükseliyor. Rakının suya karıştığı o eşsiz an, vapurda yaşadığımız stres dolu dakikaları, yol yorgunluğumuzu ve elektrik kesintisini unutturuyor. Kadehlerimizi birbirine vuruyoruz. Yeni hayatımız stresli başladı ama işler şimdi yolunda gidiyor gibi görünüyor. Yemeğimiz bittikten sonra meyhanenin spesiyallerinden sakızlı çilekli muhallebi söylüyoruz. Muhallebi üstü, şekersiz kahvelerimizi yudumlarken, E. telefonundan evimizin adresini bulmaya çalışıyor ama emin olmak için garsondan hesabı isteyip adresi ona soruyoruz. Garson, camdan dışarı bakarak, çarşının içerisinden dümdüz gidip, İsmet Paşa Müzesi’ni de geçtikten sonra caddeye varabileceğimizi söylüyor.
Tarihi Meltem Pastanesi’nin yanından geçip yürüyüşümüze başlıyoruz. Yağmur suları cadde boyu akıyor, yol karanlık, önümüzde sıralanmış evlerin pencerelerinden silik kandil ve mum ışıkları görülüyor. Etraf sessiz, E.’yle ele tutuşup yürümeye devam ediyoruz. Şarap rengi duvarlarıyla Aya Nikola Kilisesi’nin yanından geçiyoruz. 1857 yılında mimar Stefanis Gaitanakis’in depremde yıkılan yapıyı yeniden inşa ettiği kilisenin çan kulesinin üzerinde yer alan saatin akrep ve yelkovanından ufak damlalar yere düşüyor.
Bu sırada kilisenin kapısı aralanıyor. Kapının aralığından önce mum ışığı dışarıya sızıyor sonra da kırmızı beresiyle ve ağzında piposuyla Kaptan Murat beliriyor. Kaptan içeridekilerle vedalaştıktan sonra piposunu tüttürerek vapura doğru ilerliyor. E.’nin yanakları bu sefer soğuktan kızarmış durumda. Meraklı gözerle yeni yaşam alanına bakıyor. Gördüğü yerleri heyecanla bana da gösterip, yarın sabah burada yürüyelim, Meltem Pastanesi’nden sıcak ekmek ve poğaça alalım, denize inelim, tepeye çıkalım denize bakalım, diyor… Yolun iki tarafına karşılıklı olarak sıralanmış bisiklet tamircilerini, hem Osmanlı hem de Cumhuriyet dönemi mimari üslubunu yansıtan ahşap ve beton evleri, pencere kenarına kandillerini koyup pencere önünde sigara içip elektriğin keşfini bekleyen ada sakinlerini ardımızda bırakıyoruz.
Refah Şehitleri Caddesi üzerinde ilerlemeye devam ediyoruz. Bu cadde de tıpkı benzer sokaklarda olduğu gibi beton ve ahşap yapıların baskın olduğu bir yer. Ahşap köşkler diğer adalarda olduğu gibi Heybeli’nin de baskın yapılarından biri olarak görülse de yıllar içerisinde çıkan yangınlar neticesinde sayıları bir hayli azalmış durumda. Caddenin sonuna doğru, günümüzde müze olarak da kullanılan İsmet İnönü Evi karşımıza çıkıyor. Tepeye doğru tırmandıkça deniz kendini daha çok belli ediyor. Gökyüzünü halı gibi örten kırmızı bulutlar ve demir atmış tankerlerin ışıkları kendini gösteriyor.
Caddenin sonuna geldik. Peki ama nereden dönecektik? Sanırım kaybolduk. İkimiz de endişeyle birbirimize bakıyoruz. Bu sırada E. hangi sokaktan sapmamız gerektiğini bulabilmek için bakınca telefonunun şarjının bittiğini ve rotamızı kaybettiğimizi anlıyor. Ben de tüm gün hovarda biçimde telefonumun şarjını bitirdiğim için kapkaranlık çam ağaçlarının önünde, baykuşların ürpertici sesleri ve uzaklardan gelen köpek havlamalarının, rüzgâr uğultusunun ve yağışın tam anlamıyla kaybolmuş durumdayız. Sahipsiz siyah renkli bir at, heybetini göstere göstere David Lynch filminden çıkmış gibi yanımızdan hızlı adımlarla geçiyor. Walter Benjamin, bir kenti veya bir yere en iyi tanıma biçiminin orada kaybolmak olduğunu ileri sürüyordu. Bizim karanlıklar içerisindeki Heybeliada kayboluşumuz ise orayı tanımaktan ziyada hayatta kalmaya çabalamak gibi.
E.’ye müzeden sonra sağa dönmeyi öneriyorum kendimden emin bir şekilde; Google rotasında adres burayı gösteriyordu diyorum üstüne basa basa. E. bana çok güvenmese de cadde üzerinde sahipsiz atların gezdiği, baykuşların uçtuğu, ağaçların duvarlarda ürpertici gölgeler bıraktığı bir yerde sabit kalmanın daha güvensiz olduğunu düşünerek, dediğim yol üzerinden yürümeye ikna oluyor. Ara sokağın sonunda karşımıza Mısır tapınaklarını andıran giriş kapısı, yan yana duran iki sütun, sütunlarının önünde Mısır Tanrısı Ptah’ın asasını sembolize eden figürlerin yer aldığı boş arsa çıkıyor. Giriş kapısında emlakçı oto portresiyle, bir ucunun rüzgârdan koptuğu kiralık ilanı ve sembollerinin üzerine kalp şeklinde adlarını kazıyan iki salak âşığın izleri var. Ağaçların rüzgârdan uçuşan yaprakları hiyerogliflerin üzerine düşüp, gece karanlığında daha ürkütücü bir hal almasını sağlıyor. Giriş kapısının ardı ise karanlık.
E. kendisini yanlış yoldan getirdiğim için bana kızıyor. Yüksek sesle tartışmaya başlıyoruz. Sessizlikte bağrışlarımız normalden iki katına çıkıyor haliyle. Tam bu sırada, giriş kapısının demirlerinin ardından kafasında fesi, ceketinin üzerinde işlemeli madalyaların olduğu, sert bakışlı, pos bıyıklı biri beliriyor. “Nedir bu gürültü?” diye bağırıyor. Başımıza gelmesi olası başka felaketlerin önüne geçmek için hemen lafa giriyorum “Saksıllı Sokağı arıyorduk”. Adam, üzerinde sıralanmış madalyaları olan ceketini eliyle düzelttikten sonra “Kime adres sorduğunuzun, kimin evinin önünde bağırdığınızın bile farkında değilsiniz, elbette kaybolursunuz. Gideceğiniz yer arkalarda kaldı, hadi varın gidin yolunuza,” diye kükrüyor. Geldiğimiz yere hızla dönüyoruz. Yürürken cadde başında fark edemediğimiz Abbas Paşa Sokağı tabelasını fark ediyoruz. Zihnimin bilgi arkeolojisi Abbas Paşa’yla ilgili dosyaları hızla indiriyor:
Osmanlı Sadrazamları’ndan Sait Halim Paşa’nın kardeşi Abbas Halim Paşa’ya ait köşk, ihtişamlı olduğu kadar, lüks yapısıyla dikkat çeken köşkler arasında yer alıyordu. Örneğin, jeneratör sayesinde köşk aydınlatmaya sahipmiş, yemek asansörü ve borularla köşk içerisi haberleşme de sağlanabiliyormuş. 1899 yılında inşası tamamlan köşk, mimar Hovsep Aznavur’un çivi yerine vida malzemesi kullandığından ötürü de lego misali parça parça sökülebiliyormuş aynı zamanda, zaten 1945 yılında Paşanın vasiyeti üzerine köşkün bir kısmı sökülerek Mısır’a götürülmüş. Taşıma işlemi nasıl olmuştur acaba? Sütunlar tek tek sökülmüş, üzerleri dikkatli bir şekilde sarılmış, sonra parçalar tek tek limana getirilmiş, gemiye bindirilmiş, Marmara’dan Ege’ye doğru yola çıkmış, gemi çalışanları merak içerisinde ne götürdüklerini tartışmış, köşkün Kahire’ye taşındığına inanmamışlar ve limanlarda mola verdikten sonra Akdeniz üzerinden Kahire’ye ulaşmışlar. Kahire’de monte işlemini gerçekleştirecek mimar, IKEA’dan ürün almış gibi kendisine gönderilen kurulum şemasını masaya açmış sonra da gerekli hesaplamaları yapıp köşkü olduğu gibi yeni yerine monte etmiş olsa gerek.
Köşkle ilgili daha önceden okumuş olduğum bilgiler maddeler halinde zihnimde sıralanıyor. Peki, biz biraz önce meşhur Abbas Paşa Konağı’nın önüne geldik, bir de kendisiyle konuşup, koca paşadan adres mi sorduk? Bu gece artık bir yerde sonlanmalı, diye düşünüyorum. Paşanın işaret ettiği yoldan ilerliyoruz. Tepeye doğru çıkıyoruz. Çamlıklar, çamurlu yollar karşılıyor bizi bu sefer de. Heybeli’deki küçük tura âşıklar turu da deniyor. Bizim içinse bu tur bir kâbuslar yürüyüşüne dönüşüyor. Refah Şehitleri Caddesi’nin sonuna kadar yürüyoruz. Yol yine bitiyor. Tepemizi saran çamlıklardan görüş alanımızı iyiden iyiye kaybediyoruz. Yağış duruyor. Bulutların arasından tombul ay İstanbul’un başköşesine kuruluyor. Şarkılara konu olan meşhur mehtabını da göstermekten çekinmiyor.
Adada olduğumuzu nereye gidersek gidelim bir şekilde başlangıç noktasına ulaşacağımızı düşünerek çeşitli yönlerde yürümeye devam ediyoruz. Hiç ara vermeden çam kokuları eşliğinde yürüyoruz. Yolun sonunda ise üç katlı diğer köşklere nazaran daha eski bir köşk çıkıyor. Köşkün önünde soluklanıyoruz. Bu sırada köşkün balkonunda asılı duran beyaz renkli büyükçe masa örtüsü mandallardan özgürlüğünü ilan ederek önce gökyüzünde serbest gezintiye çıkıyor sonra da bir ucu elektrik direğine diğer ucu da çam ağaçlarından birine takılıyor. Ağaç dalları masa örtüsünün üzerine düşüyor, rüzgâr da örtünün orta kısmını derin nefes alırcasına bir içe bir dışa doğru hareket ettiriyor. Masa örtüsü bu haliyle yelkenli ve Gulyabani arası bir şeye dönüşüyor.
Arkamızdan bir ses işitiyoruz: “Gitti masa örtüsü, daha bu sabah yıkanmıştı. Bu lodos her kış yakıyor bizi.” Sesin sahibi bisikletiyle bize doğru yaklaşan, şık takım elbisesi, beyaz eldivenleri, simetrik olarak kesilmiş bıyıkları, arkaya doğru taranmış beyaz saçlarıyla İstanbul beyefendisi imgesine uyan, yaşını başını almış biri. Bisikletinin pedallarını ağır ağır çevirip yanımıza kadar geliyor. Bu sırada yine lodos çıkıyor, köşkün, kapıları eskimiş pencereleri kapanıp açılıyor, yapraklar havada uçuşuyor, çamlıkların dalları bir o bir bu yana kıvrılıyor. Havada asılı duran masa örtüsü aşağıya doğru düşüyor, çamura değmeden son anda örtüyü yakalıyorum. Katlayıp kendisine teslim ediyorum. Nazik bir gülümsemeyle teşekkür edip neden burada olduğumuzu soruyor. Kaybolduğumuzu, Saksıllı Sokak’taki evimize gitmeye çalıştığımızı söylüyoruz. Altındaki bisikleti bize uzatıp, “Yağmurda yürümeyin, bunu alın iki kişiyi kolay taşır merak etmeyin,” deyip, bizim anlayacağımız şekilde yol tarifini veriyor. Bisikleti de istediğimiz zaman getirebileceğimizi söyleyip, köşke geri dönüyor.
Köşkün hemen yanında duran Hüseyin Rahmi Gürpınar Müze Evi tabelasını fark ediyoruz. Yeniden şaşkınlıkla birbirimize bakıyoruz, tek kelime etmiyoruz. Çünkü tek bir kelime dahi edersek, yaşadıklarımızın gerçek olma ihtimali artacak. Hemen E.’yle bisiklete atlayıp, evimize doğru hareket ediyoruz. Yağmur, rüzgâr ve karanlığın ortasında ada çevresinde gotik bir turdayız sanki. Yeniden Refah Şehitleri Caddesi’ne çıkıyoruz. Bu sefer Saksıllı Sokağa giriş yapıyoruz. Sokak üzerinde kalacağımız evin numarasını arıyoruz ve kısa bir süre sonra onu da buluyoruz. Bisikleti bahçeye alıyoruz. E. çantasından evin anahtarını çıkarıp, kilidi açıyor. İçeri adım atmamızla birlikte balkondan görünen İstanbul’un ışıl ışıl olduğunu fark ediyoruz. Elektrik gelmiş olabilir mi acaba? Hemen salondaki lambalardan birini yakıyorum, ev büyülü bir şekilde aydınlanıyor. Lambalar, yazdan kalma tozları, mobilyaların üzerini kaplayan eskimiş beyaz örtüleri, nemden çatlamış duvarları ortaya çıkarıyor. Balkon kapısını aralayıp nemi dışarı çıkartıp, mobilyalarının üzerindeki örtüleri açıyoruz. Kaloriferi yakıyoruz. Üstümüzün çamur içinde olduğunu fark ediyoruz. Bir süre sonra yol yorgunluğunu iyiden iyiye hissediyoruz. Yatak odamıza geçip, gecenin fişini çekiyoruz.
Ertesi sabah erkenden kalıyorum. Ev dün geceye göre daha ılık artık. Salona geçip, perdeleri açıyorum sonra da balkon kapısını aralıyorum. Dışarıda güneş var. Balkondan içeriye lodostan atmosferde kalan türlü çiçek, çamlık kokuları geliyor. Koyu mavi deniz üzerinde şehir hatları vapurları seferlerini yapmaya başlamış bile. İstanbul’un gürültüsü uzaktan bile hissediliyor. Benim ardımdan kalkan E. yanıma gelip başını omzuma koyuyor. Birlikte denizi ve manzarayı izliyoruz. E. kahvaltıyı dışarıda yapmayı öneriyor ve rotamızı belirliyoruz: Meltem Pastanesi’nden poğaça almak, termosa çay koyup, Terk-i Dünya’ya yürümek.
Önce yürüyerek Meltem Pastanesi’nin buğulu camının ardından tüm sokağa yayılmış ekmek, poğaça ve pasta kokuları eşliğinde simit ve poğaça alıyoruz. Narenciye, nergis, mimozalı bahçelerden, bisikletlerin duvar diplerine park edildiği, esnafın viledayla yağmur suyunu sokağa süpürdüğü, alışveriş torbalarıyla evlerine dönen, telaşla ilk vapura yetişmeye çalışan adalıların arasından geçip, tepeye doğru yürüyoruz. İşte şimdi gerçek anlamda âşıklar yürüyüşü yapıyoruz diyebilirim. Kırk beş dakikalık yürüyüşün ardından Terk-i Dünya Manastırı’na geliyoruz. Bordo renkli, tek katlı manastırın, ağaçlarla kaplı bahçesinde, üzeri asmalarla kaplanmış, doğrudan denize bakan çardaklarına oturuyoruz. Heybeliada sürgün yeri olduğu kadar inzivaya çekilmek isteyen keşişler için de kaçış noktası görevi görüyormuş. Adanın tepelerinden birinde yer alan, solunda dalgaların kıyıya vurduğu Çam Limanı manzarasına ve lacivert renge bürünmüş denize bakarken, Terk-i Dünya’ya inzivaya gelen kesişleri daha iyi anlıyorum.
Başlangıçlar zordur. Ama her başlangıç, içerisinde yeni ihtimalleri, yeni hikâyeleri barındırır. E’yle biz de İstanbul’da yeni bir hikâyeye başlayacağız. İlk zamanlar alışamayacağız, her şeye yabancı olacağız, şehir içinde kendi yolumuzu bulamamız için sık sık kaybolacağız. Yeni alışkanlar edinip, yeni hikâyelerin parçası olacağız. Ankara sabit hikâyenin devir daim ettiği bir topoğrafya, sürprizlere yer yok. İstanbul’da her şey ihtimaller dâhilinde.
E. burada özel bir üniversitede çalışacak, ben de yayınevinde editörlük yapıp, yazarlığa devam edeceğim. Şimdilik bir şeye başlamak yerine, E.’nin rüzgârdan uçuşan siyah saçlarını düzeltmek, onu öpüp, denizi seyretmek istiyorum. Zaten bir yeri anlamlı kılan mekânın güzellikleri kadar, oraya kiminle baktığınız değil midir?