Bir programa katılmak için geldiğim TRT Ankara Kent Radyosu’ndan çıkıyorum. Otomatik kapılardan dışarıya adımımı atarken ellerinde bağlama, kanun ve tef olan orkestra üyeleri kayıt için binaya resmi girişlerini yapıyor. Orkestranın geçişine saygıyla öncelik verip, yoluma devam ediyorum. Sıhhiye Köprüsü alt geçidinde yürüyorum. Aylardan Nisan, hava mevsim normallerinin bir hayli üstünde sıcak. Nisan ayında böylesine sıcak pek hayra alamet değil diyorum. Köprünün altı her zaman olduğu gibi yine çok kalabalık, yolun iki tarafına birikmiş tavuk dönerci popülasyonunun etrafa yaydığı koku oksijene karışmış durumda. Telaşlı kalabalık arasından geçmeye çalışıyorum, eski tip körüklü bir halk otobüsü egzozunu cömertçe salarak yanımdan geçiyor. Tavuk döner, egzoza karışıyor, yürümek iyice zorlaşıyor. Yenişehir tren istasyonunun önünden bana doğru gelen yolcu trafiğine yakalanmamak için adımlarımı hızlandırarak köprüyü geride bırakmayı başarıyorum. Klostrofobik ortamdan kurtulmayı becerince tepemde dikilen güneşle baş başa kalıyorum. Hiç değilse bu iyiye işaret. Gözüm, yanımda beliren giyim mağazasına takılıyor. Mağazanın teşhir olarak dışarıya koyduğu “kilolular” için tasarlanmış mankenle göz göze geliyoruz. Kabul etmem gerekir ki, pek hoş bir göz göze gelme eylemi olmuyor. “Fatshaming”in bizzat kendisi olan modelin yanında ise ilginç bir tezgâh dikkatimi çekiyor. Tezgâhın üzerindeki ürünler ilginç bir seçki sunuyor: “Boy uzatma geldi”, “Sihirli defter bulunur”. Tezgâh sahibi hava sıcaklığına aldırış etmeyen uzun sarı pardösüsü, parmaklarının tamamını kaplayan yüzükleri, uzun yağlı saçları ile kimseyi takmayan bir şekilde sigara içmekte. Satış yapmayı hiç önemsemeyen ama bir nedenle orada olma mecburiyeti hissettiği için orada duran bir adam imajı çizmekte. Havaya doğru üflediği sigara dumanın arasından kanlanmış gözleriyle bir an için bana bakıyor. Kanlanmış gözlerinin odak noktası kısa bir süre sonra tezgâh oluyor. Bu sırada bize doğru sert bir rüzgâr esiyor. Yerdeki kağıtlar, poşetler havaya doğru uçuşa geçiyor. Çevredeki insanlar rüzgârdan savrulan kıyafetlerini kontrol altında tutmaya çalışıyor, bazı şapkalar özgürlüklerini ilan edip gökyüzüne karışıyor. Havanın sıcaklığına tamamen ters bir şekilde ortaya çıkan kısa süreli fırtınaya anlam veremiyorum. Fırtına nasıl anlamsız bir şekilde başladıysa öylece bir anda bitiyor ve sıcak hava, kaldığı yerden kaldırımın üzerindeki insanları kavurmaya devam ediyor.
Fırtına, Sıhhiye Köprüsü’nün altındaki bu anlamsız kaos ve telaş yüzünden sanki bir şeyler ters gidecekmiş hissi zihnimin içerisine yerleşip hiç kalkmayacakmış gibi oturuyor. Kafamı dağıtmak için yoluma devam etme kararı alıyorum. Bu cendereden ve kaostan kurtulmak için adımlarımı ısrarlı ve emin bir şekilde atıyorum. Rotamı Abdi İpekçi Parkı’na kırıyorum. Burada beni Metin Yurdanur’un parkın simgelerinden “Eller Anıtı” karşılıyor. Bu kadar kısa yolun sonu en sonunda hakiki bir gerçekliğe götürüyor beni. Bir süre hiç hareketsiz heykeli izlemek istiyorum. İnsan hareketliliği burada da kendini gösteriyor. Fotoğraf çektirenler, kurulan kermesler, aylaklık edenler… Bu sırada telefonum çalıyor. Arayan E. İşte güzel bir hakikat daha. Vakit kaybetmeden telefonumu açıyorum. E., 1 saat içerisinde Kızılay’da olabileceğini, Dost’un önünde buluşabileceğimizi söylüyor. Bilenler bilir, onunla dünyanın sonuna bile giderim. Hele şu ürkütücü atmosferin içerisinde onun bu güzel çağrısı bir hayat öpücüğü etkisi yaratıyor. mutlulukla “Anlaştık, Dost’un önünde buluşuruz,” diyorum. E., sıcaklığı telefonun diğer ucundan bile hissedilebilir bir gülümseyişle “Bir saat sonra görüşmek üzere,” deyip telefonu kapatıyor. Hisler böyle değil midir? Mesafeleri, telefon hatlarını, kablosuz ağları aşmaz mı? Böyle olması lazım, en azından okuduğumuz kitapların birçoğunda böyle söylenmişti bize. Hayat bazen de kitaplarda durduğu gibi durmalı bence.
Yoluma devam ediyorum. Tepedeki güneş biz kaldırım fanilerini taramaya, ısıyı arttırmaya, üzerimizdekileri bir deri gibi bedenimize yapıştırmaya devam ediyor. Sıhhiye Köprüsü’nde yaşadığım kaotik atmosfer bu istikamet üzerinde de yaşanıyor. Üstüme doğru gelen kalabalığı yararak yürümeye çalışıyorum. Bu işte bir yanlışlık olmalı hissi artarak devam ediyor. Sıhhıye’nin simgelerinden Hitit Güneşi’ni geride bırakıyorum. Bir gazete kupürü süzülerek önüme düşüyor. Paçavraya dönüşmüş gazetenin alt kısmında bir haber dikkatimi çekiyor. Astrolog Nuran Romans “Mars, Parleides takım yıldızına yaklaşıyor. Olağanüstü günler olabilir. Bugün gökyüzüne dikkatli bakın, aydan iki tane görebilirsiniz,” uyarısını yapıyor. Haruki Murakami romanını andıran bu öngörüyü elbette ciddiye almıyorum. Hayatın sanatı taklit etmesinin de bir sınırı olmalı diye düşünüyorum.
İnsan yığınını bir bir aşıp E.’ye kavuşmak üzere Karanfil Sokak’a giriş yapıyorum. Sokağın sağ tarafında kalan, “lisanslı” olmayan forma satıcısı yüksek sesle bağırıyor: “Arsenal, Milan, Ankaragücü, hepsi burada!” Dükkânın tepesinde ise Avatar filmindeki mavi renkli dostlarımız tüm caddeyi gözetliyor. Peki onların burada ne işi var? Bugün ne kadar çok soruyla karşılaştım ve ne yazık ki ne kadar az yanıt alabildim.
İnsanı huzursuz eden zaman-mekân algısından dev bir adımla uzaklaşıyorum. Dost’a doğru yaklaşıyorum. Sadece Ankara’nın, belki de dünyanın merkezlerinden biri sayılabilecek olan kitabevinin önü yine çok kalabalık. Bir tarafta gitarla müzik yapanlar, diğer tarafta illa ki birilerini bekleyenler göze çarpıyor yine. Bugün, evvelsi gün gibi bıraktığım tek mekân Dost olabilir. E. henüz gelmemiş. İçeriye geçip hayatta yapmaktan en çok keyif aldığım şeylerden biri olan, Dost’un içinde kafama göre kitap bakma eylemini yürürlüğe koyuyorum. Yeni çıkan kitaplara bakıyorum, Orhan Pamuk’un Benim Adım Kırmızı kitabı tüylerimi ürperten bir şekilde önüme çıkıyor. Bu kitabın yıllar evvel çıktığını anımsıyorum, hatta bu anımsayışı yüksek sesle dile getiriyorum. Etrafımdakiler bu şaşkınlığıma anlam veremiyorlar. Kitabın kapağını açıp basım tarihine bakıyorum, 2020 yazıyor. Alnımdan terler akmaya başlıyor. Bu işte bir yanlışlık olmalı! 2020 yılında ilk baskıya çıkan Orhan Pamuk kitabı… Hangi yıldayız? Astrolog Nuran Romans “çok acayip günler yaşanacak” derken, bunu mu kastediyordu? Neler oluyordu? Edebiyat dünyasını etkileyecek bir paralel evren mi oluşmuştu? Bu evrende de mi kişisel gelişim kitapları ilgi görecekti? Biri anlatsın hemen! Baş dönmesi, tansiyon düşmesi derken, E. imdadıma yetişiyor. Yanıma yaklaşıp “İyi misin canım?” diyor. Ona iyi olduğumu söylüyorum ama bir yere geçip oturmayı öneriyorum.
E.’yle İnsan Hakları Heykeli’nin çevresinde bulunan teraslı bara doğru geçiş yapıyoruz. Bara oturmamızla birlikte E. yüzüme endişeli bir şekilde bakıyor. Onun endişesini biraz olsun azaltabilmek için iyi olduğumu, sıcaktan tansiyonumun düştüğünü belirtiyorum. Kendimize iki soğuk bira söylüyoruz. Hava açık, mekân kalabalık, şenlikli, fonda Bob Marley’den Iron, Lion, Zion çalıyor. Biramdan bir yudum alıp, bugün yaşadığım gariplikleri E.’ye anlatıyorum. Orhan Pamuk’un yıllar evvel çıkmış kitabını, Sıhhiye Köprüsü’nün altındaki gariplikleri ve anlamsız sıcak havayı… Tüm bu anlattıklarım değil de olanlara bu denli şaşırmam şaşırtıyor E.’yi. Şaşkınlığını bozmayan bir ifadeyle Orhan Pamuk’un yeni kitabının uzun süredir beklendiğini söylüyor ve bana tekrardan iyi olup olmadığımı soruyor. Bu garip olaylar zincirine anlam verememeye devam ediyorum. Biranın yaratmış olduğu sarhoşlukla, 2020 yılında ilk baskısı yayımlanmış Benim Adım Kırmızı kitabı gerçekliğini kabul ediyorum. Birayı içip kalkıyoruz.
Birlikte eve doğru yürürken ağaçların altından takım elbiseli, elinde saat olan bir tavşanla göz göze geliyorum. Tavşan saatine bakarak hızla ortamdan uzaklaşıyor. Gördüğüm şey bana gündüz saatlerinde bu kadar bira içmeme tavsiyesini hatırlatıyor. Kavurucu güneş ve olağanüstü olaylar diniyor. Hava kendini yaz serinliğine bırakıyor. E.’nin elini tutarak eve geliyorum, hızlıca yatağa geçiyorum. Yatak odasının perdesini kapatırken gökyüzüne bakıyorum; tıpkı Nuran Romans’ın uyardığı gibi tepemizde iki ay var. Haruki Murakami’nin 1Q84 romanının içine düşmüş gibi hissediyorum. Tepede iki tane ay var! Belki bir tanesi arada bize doğru yaklaşan Venüs’tür. Sözelci cehaletime güvenerek, gökyüzünde bir gariplik olmadığına kendimi inandırmaya çalışıyorum. Sonra yatağa uzanıp bugün karşılaştığım acayiplikleri sıralıyorum: Boy uzatma ve sihirli defter satan tezgâhtar, takım elbiseli tavşan ve yeni çıkmış Benim Adım Kırmızı… Kâbusun içinde olduğumu düşünüyorum bir an ve tüm bunları unutmak için uykuya geçiyorum.
&
Uykumdan uyanıyorum. E.’nin evde olmadığını fark ediyorum. Ekmek almaya çıktığını varsayıyorum ama sonra bir hayli zaman geçmesine rağmen E. eve dönmüyor. Bir olağanüstü hâl daha! Hemen telefonla onu arıyorum ama cevap vermiyor. Onu aramak için dışarı çıkıyorum. Kapıyı kapatırken, karşı komşumla karşılaşıyorum. Komşum büyük bir damacana suyu bir kova deterjanla yıkıyor. Nedenini soruyorum haliyle, o da bu mikropların ancak bu şekilde temizlendiğini söylüyor. En zorunun da eve gelen paranın ve soda şişelerinin yıkanması olduğunu belirtiyor. Sonra da beni kesin bir dille uyarıyor: “Aman oğlum kâğıtlara dikkat et. Bu lanet, kâğıt üzerinde 12 saat yaşıyormuş. Hep o Maltalıların işi, onlar üretmiş diyorlar bu virüsü, dünyanın yarısını yok etmek için. Kendileri adada keyifle hayatlarını sürsünler diye”. Komşumun bu garip açıklamalarını kafamı sallayarak desteklermiş gibi yapıyorum. Temizlik hastalığının ciddi bir rahatsızlık olduğunu anımsıyorum, sohbeti devam ettirecek bir cümlem kalmayınca dışarı çıkıp E.’nin peşine düşüyorum. Sokaklar daha önce hiç aşina olmadığım bir şekilde ıssız. İnsan türü çok az, kediler, kuşlar mekânın asıl sahibi; üstelik insanlar maskeli ve benim maskesiz halime eleştirel gözlerle bakıyorlar. Yoluma devam ediyorum. Güvenlik Caddesi üzerinde E.’yi aramaya koyuluyorum. Bu sırada öfkeli bir kaldırım üstü sakini bana mesafeli bir şekilde neden maske takmadığımı, bırak kendi sağlığımı halk sağlığını bile önemsemediğim konusunda uzun bir söylev çekiyor. Neden maske takmamız gerektiğini söyleyene kadar da ortadan kayboluyor. Güvenlik Caddesi’nin her daim kalabalık olan Mutlu Lokantası saat öğleye yaklaşmasına rağmen kapalı. Yine bir acayiplikle karşılaşıyorum. Dünkü olağanüstü haller bugün bambaşka bir evreye geçiş yapmış görünüyor. Kaldırım üstünde maskeleriyle yürüyen insanlar birbirlerine belirli bir uzaklıkta, paralel bir şekilde yürüyor; maskelerinin üzerinden yadırgayan gözlerle bana bakıyorlar. Maske takmanın ne zaman ahlaki bir kural haline geldiğini düşünüyorum. Yine yanıt bulamıyorum.
E.’yi bir kez daha arıyorum ama yine yanıt vermiyor. Merakım artıyor. Tunalı’ya doğru onu aramaya çıkıyorum. Burada da beni ıssız bir Tunalı karşılıyor. Tek tük geçen arabalar, tek tek yürüyen insanlar… Hafta sonu bu saatlerde Tunalı nasıl bu kadar boş olabilir? Aklıma iki ihtimal geliyor. Birincisi darbe olması, ikincisi ise nüfus sayımı. Lakin iki düşüncemi boşa çıkaracak çok sayıda örnek var. Adımlarımı Kavaklıdere Sineması’nın önünden Kıtır’a doğru kırıyorum. Lakin ne Kıtır civarı ne de Kuğulu Park’ta insana rastlıyorum. Bir tek yüzlerine maske üstü plastik koruyucu takıp köpeklerini gezdiren insanlara denk geliyorum. Üstelik Kıtır da kapalı… Neler oluyor böyle? E. de halen ortalarda yok. Seğmenler Parkı’na doğru yürümeye karar veriyorum. Polonya Büyükelçiliği’nin önüne geliyorum. Trafik lambaları çalışmıyor, sarı ışık yanıp yanıp sönüyor. Karşıdan karşıya geçiyorum. İnsansız yokuşu tek başıma tırmanıyorum. Ne Karum’un etrafında ne de yolun çevresinde insan var. Herkes nerede peki? Asıl E. nerede? Rimbaud’nun yalnız gezginliğini
andıran yalnız yokuş tırmanışım sona eriyor. Seğmenler’e giriyorum. Belki E. buraya sabah yürüyüşüne gelmiştir. Tunalı’daki ürküten ıssızlık burada da kendini gösteriyor. Genişçe bir yeşillik önümde serili, tek bir insan yok. Sadece bir kuş havalanıp çimene iniyor. Seğmenler içinde gezintiye çıkıyorum, sanki birisi düğmeye basmış ve başka bir evrene geçmişiz gibi hissediyorum. Bu sırada telefonum çalıyor, arayan E. Bekletmeden açıyorum. Son derece normal bir şekilde telefonun sessizde kaldığını, aradığımı görmediğini söylüyor. Kendisini çok merak ettiğimi, neden haber vermeden evden çıktığını soruyorum. Bu soruya anlam veremiyor, en son iki gün önce görüştüğümüzü ve kendi evinde olduğunu söylüyor. Alnımdan terler süzülüyor, birisinin bana bir açıklama yapmasına ihtiyaç duyuyorum. Ellerim titreyerek E.’ye beklemesini ve ona geleceğimi bildiriyorum. Telefonumu kapatmamla beraber güneş gözlüklü siyah maskeli iki görevli yanıma yaklaşıp maskesiz dolaşmanın yasak olduğunu ve bana ceza keseceklerini söylüyorlar. Neden herkesin maske takması gerektiğini sorunca da öfkeli bir şekilde bakıp böylesine bir aymazlığın bu toplumun en büyük sorunu olduğunu söylüyor görevlilerden biri. Yine cevabımı alamadan E.’nin evinin önüne geliyorum. E.’yi arıyorum, aşağı inmesini söylüyorum. E. odasının perdelerini ve camını açıp bana neden maske takmadığımı soruyor, bu şartlarda nasıl aşağıya ineceğini, sosyal mesafeyi korumanın hayati olduğunu vurguluyor. Bugün neden herkesin bana maske takmam gerektiği söylediğine yine anlam veremiyorum. Ben bunları düşünürken E.’nin komşusu balkonda paralarını yıkayıp marketten aldığı ürünleri deterjanlıyor, sonra da elbiselerini plastik sandalye üzerine koyuyor.
E., maskemin olmadığını düşünerek bana maske vereceğini, böylelikle virüsten korunabileceğimi söylüyor. Ben de ne virüsü olduğunu sorma gafletinde bulunuyorum. E., bana şakanın hiç sırası olmadığını söyleyip küresel bir salgına dönen virüsün bir an önce bitmesi için kurallara uymamız gerektiğini hatırlatıyor. Sosyal mesafenin çok önemli olduğunu, sarılmanın, öpüşmenin bu dönemde hiç sağlıklı olmadığını belirtiyor. Tüm bu söylediklerine anlam veremiyorum. Sonra da penceresinden sepetle maske gönderiyor. Maskeyi alıp yüzüme geçiriyorum. Şimdi ben de herkes gibi görünüyorum. Dün yaşadığım gariplikler yetmezmiş gibi şimdi de küresel salgınla karşı karşıya kalıyorum. Gerçekten de Nuran Romans’ın dedikleri doğru olabilir mi? Olağanüstü günler böyle bir şey mi? Sanki zaman, Sıhhiye Köprüsü’nün altında tavuk döner kokularıyla birlikte bükülmüştü. Paralel bir evrene mi geçiş yapmıştım? İyi de bu nasıl olabilirdi? E. yukarıdan seslenip artık evime gitmemi, böyle zamanlarda dışarıda olmamın çok tehlikeli olduğunu vurguluyor.
Maskemi kontrol edip yürümeye başlıyorum. Tunalı’dan Kızılay’a doğru bir istikamet belirliyorum, oradan evime geçerim diye düşünüyorum. Bomboş sokakları, insansız mekanları arşınlıyorum. Olgunlar’ın tenha haline, tek bir insanın bile var olmadığı ara sokaklara uzun uzun bakıyorum. Halbuki burası iğne atsan yere düşmez bir yerdi. Ne olmuştu, neyi yanlış yapmıştık da böyle bir vaziyetle karşı karşıya kalmıştık acaba? Adımlarımı Karanfil Sokak’a doğru kırıyorum. Sokakta sadece ben ve İnsan Hakları Heykeli var. Mülkiyeliler Birliği yüzyıllar önce terk edilmiş gibi, tek bir anason kokusu yükselmiyor. Karanfil’in bu hali bana çok melankolik geliyor. Böylesine sessizlik ve ıssızlığa hiç alışkın değilim. Düşük bütçeli, kötü senaryolu bir Hollywood filminin içine düşmüş gibi hissediyorum. Moralim bozuluyor. Bir insanın mekanla kurduğu ilişkinin derinliği ancak başka bir insan sayesinde sağlanabilir. Anılar, tek kişinin kayıt altına alacağı şeyler değildir, birlikte derinleşen durumlardır.
Bir kedi sakince yanımdan geçiyor, saksağanlar su birikintilerine iniş yapıp midelerine su nakli yapıyorlar. Saatlerdir tek karşılaştığım canlılar onlar olabilir. Sinir bozukluğu içinde heykelin yanına oturuyorum. Güneş yavaştan batıyor, tüm kızıllık ıssız Karanfil Sokak’ı tarıyor. Tam bu sırada dün gece göz göze geldiğim takım elbiseli, kolçaklı saat takan tavşan yavaşça yanımdan geçiyor. Bir an için duruyor, arkasını dönüp bana bakıyor, saatini kontrol ediyor, başını sallayıp “Güzel şeyleri hatırla, özle, yaşamın ve zamanın anlamını bil,” deyip yoluna devam ediyor. İki gündür yaşadığım acayipliklerden sonra bana beylik laflar söyleyen tam bir Ankara beyefendisi olan tavşana şaşırmıyorum. Başımı olumlu anlamda sallayıp deneyeceğimi söylüyorum. Evime geliyorum. Maskemi bir kenara bırakıyorum. Terasın camını açıyorum. Sakince güneşin batışını seyrediyorum. “Yaşamın ve zamanın anlamını bil!” Saatli tavşan bana böyle söylemişti. Bir süre bu sözü düşünüyorum. Güneş ufaktan batıyor, gözlerimi yavaşça kapatıp bünyemi sessizliğin akışına bırakıyorum. Geçmişi, güzel günleri düşünüyorum, tek bir sefer yaşanan ama devamı geleceğe sarkacak olan yeni güzel anları gözümün önüne getiriyorum. En çok E.’yi özlüyorum, onunla yaşanacak anları.
&
Sabah, E.’nin telefonuyla uyanıyorum. Bana geç kaldığımı, Kıtır’da beklediğini söylüyor. E,’ye anlamsızca, salgın tehlikesinin geçip geçmediğini soruyorum. Telefondaki ses bir süre kesiliyor, E. gülerek bir an önce evden çıkmamı söylüyor. Günlerdir yaşadığım anlamsızlıklar zinciri devam ediyor öyleyse… Yine sorularıma cevap alamıyorum. Üstümü giyiyorum, maskemi takıyorum ve Kıtır’a doğru yola çıkıyorum. Tunalı civarı düne göre aşırı kalabalık. Herkes dışarıda, tıpkı eskiden olduğu gibi… Köpek gezdirenler, sevgililer, aileler güzel havayla bütünleşmiş bir hareket sağlıyorlar. İçlerinde bir tek ben maskeliyim, bu sefer de herkes neden maskeli olduğumu sorguluyor, ben de neden onların maskesiz olduklarını… Sorular soruları takip ediyor. Kıtır’a yanaşıyorum. Dün tek bir kişi bile yokken şimdi tek bir yerin bile bulunmadığı, herkesin ayakta kaldığı eski haline dönmüş. Kafam karışıyor, maskemi düzeltiyorum, bu sırada E. oturduğu yerden kalkıp bana el sallıyor. Hemen yanına gidiyorum, sarılıp sarılmama konusunda tereddüt yaşıyorum. E., ben saçma bir şekilde beklerken, dünyanın tüm gereksizliklerini üzerimden alan bir şekilde sarılıyor bana. Neden maske taktığımı, komik göründüğümü söylüyor. Salgın nedeniyle maske taktığımı söylüyorum, gülmeye başlıyor. Günlerdir kimse bana doğru dürüst açıklama yapmıyor, E.’nin kahkahası bu duruma bir yenisini eklemiş oluyor. Biralarımızı içiyoruz, Benim Adım Kırmızı’nın nasıl gittiğini soruyorum, çaresizce içerisine düştüğüm bu garip zamana uyum sağlarmış gibi yapıp. E., yine o insanı aklını başından alan gülüşüyle bana bakıyor, soruma yanıt vermiyor. Saçlarını yine harika bir şekilde düzeltip saatine bakıyor. Geç olduğunu, Mülkiyeliler’e gitmemiz gerektiğini hatırlatıyor. Büyük buluşma varmış. Sorular, sorular… Hayatımın en güzel parçalarının manzarası olan E.’yi hayranlıkla izlerken, günlerdir kafamda biriken tüm soru kümecikleri de ortadan kalkıyor. Olayları akışına bırakıyorum. Hem Ulus Baker ne demişti, “Her şeyi anlamak zorunda değilsiniz, anlamak hayatla kurduğumuz ilişkilerden sadece biridir.” Hiç sorgulamadan E. ile el ele tutuşarak Mülkiyeliler’e doğru yürümeye başlıyoruz. Maskemi takıp takmamam konusunda ikileme düşüyorum. E., bu mevsimde Tunalı’dan Kızılay’a yürümenin çok başka olduğunu söylüyor. Gerçekten de öyle, bu mevsim hep başka oluyor buralar. Sokak müzisyenleri, kalabalık, pastanelerde, barlarda oturup anın tadını çıkaranlar… Hayatın basit ama insana keyif veren küçücük detayları; ancak kaybedildiğinde değerinin farkına varılacağı, çoğu zaman gözle görülmeyen anlar… Tüm bunları düşünürken tavşanın söyledikleri aklıma geliyor, “Güzel şeyleri hatırla!” Evet, çok bayat klişe şeyler söylemişti bana. “Yaşamın anlamını bil!” Kötü bir Facebook iletisi gibi duruyordu ama haklılık payı da vardı sanki, her bayat klişe gibi… Hayattaki her karmaşık olayı, derinlikli bir şekilde açıklayamayız sanki, bazen basit olmak lazım.
Kızılay’a doğru yaklaşıyoruz, bir an için Dost’a uğramak istiyoruz. Dost, bıraktığım gibi önünde bekleyenler, gitar çalanlar, bakınca insana güven veren “Sabahattin Ali burada yaşadı” tabelası… İçeriye giriyoruz, yeni çıkanlara bakıyoruz. Benim Adım Kırmızı neyse ki yok, demek ki paralel evrenden şimdiki zamana dönüş yaptık diye düşünüyorum. Gerçekten bir zaman ve mekân bükülmesi mi yaşadık? Sıhhiye Köprüsü’den geçerken yanlışlıkla 2Q20 yılına mı geçiş yaptım? Tam olarak neler oldu? Hiçbir zaman cevabını bulamayacağım belki de… Lakin kâbusun sona ermesi iyi, hayatın “kötü” normale dönmesi hiç yoktan iyidir.
Dost’tan çıkıp Mülkiyeliler’e geçiş yapıyoruz. Büyük bir masa toplanmış, sevdiğimiz tüm dostlar orada, dışarıyı iğde kokusu sarmış, bardaklarda rakılar, mezeler, gökyüzüne karışan kahkahalar, sarılmalar, derinleşen muhabbetler… Masaya her yeni gelen birbirine özlemle sarılıyor. Dünya Ölmeme Günü’nü anımsatan bir atmosfer… Dillerde Turgut Uyar şiiri:
“eskiden şaşardık bazı şeylerin yokluğuna
artık bu yokları var etmeyi usladık
ağaçları budadık ormandan balıkları tuttuk denizden
hani bazı açılmaz sanılan kapıları omuzladık
çünkü herkesin elinde bir saat bir sümbülteber
hey koca dünya nasıl avucumuzdasın
nasıl da parlıyorsun ey gözleri maden
çözdüğüm bütün bulmacalardan zorludur yüreğin
elbette kırlardan gelecekler kırlardan
kırlardan gelecekler ellerinde sümbülteber”
Fotoğraflar: Ankarapartmanı İnstagram
Flanörün bir önceki yürüyüş yazısı: Flanörün Beşevler Yürüyüşü