Where we start is where we end
We step out sweetly, nothing planned
Along by the river we feed bread to the swans
And then over the footbridge to the woods beyond
We waltz in the moonlight and the embers glow
So much behind us
Still far to go
David Gilmour, Where We Start
Eylül ayının başı, yazın son günleri. Yaz hatıralarının artık Instagram’a karıştığı, iş yorgunluğunun kendini beli ettiği, hafta sonu rehavetinin kendini iyice hissettirdiği bir Çarşamba akşamı E.’yle Fellini’den Amarcord’u izliyoruz. Pencereler açık, perdeler hafifçe süzülüyor. Evdeki ışıklar hafif kısık, zamanın içinden sükûnet akıyor. Bu sırada birden telefonum çalıyor. Arayan şimdilerde yurt dışında yaşayan eski dostum M. Bir süreliğine Ankara’ya geldiğini, gitmeden görüşmek istediğini söylüyor. Bu teklifi heyecanla kabul ediyorum, tıpkı eski günlerdeki gibi bir program yapıyoruz. Yarın önce Dost’un önünde buluşacağız, sonra Sakarya’ya inip kitapçı ziyareti yapacağız, akşama da üçümüz Kumsal’da yemek yiyeceğiz. E.’nin mesaisi olduğu için ancak akşam bize katılacak. Eski bir dostla, bilindik yerleri gezmek gibisi yok.
Ertesi gün büyük mavi harflerle duvara kazılmış Dost logosunun önünde M.’yi beklemeye başlıyorum. Dost’un önü yine çok kalabalık, benim gibi arkadaşını bekleyenler, içeriden aldığı kitabı heyecanla bankların üzerinde okumaya başlayanlar, mesai arasını ve yorgunluğunu sigara dumanıyla üzerinden atmaya çalışanlar; yani her şey yerli yerinde. Ben neredeyse hipnotize olmuş bir şekilde tüm bunları düşünürken, M. gülümseyerek yanıma geliyor. Saçlarındaki azalmaya paralel olarak alın kısmında açılma, sakallarda artan beyazlar hemen göze çarpıyor. Zamanın akışını en çok yüzümüzde taşımıyor muyuz zaten? Sırtında da ben bildim bileli hiç çıkmayan çantası var. Kısa bir hoşbeşten sonra (konuşacak çok konu vardı hepsini bir anda tüketemezdik) Dost’un içine geçiyoruz. Yeni Çıkan Kitaplar rafında karşılıklı “bunları okudun mu” sorularını yöneltiyoruz birbirimize. Tanıdık okuma listelerinde benzer yorumları yapıyoruz. Yazarı ya yerin dibine batırıyoruz ya da kararında övgülere boğuyoruz. Tanımadığımız ve bize cevap verme olasılığı olmayan yazar ve sanatçıları “gömme” oyunu eskiden beri en keyif aldığımız aktivitedir. Hac vazifesi gören Dost gezintisini, aldığımız kitaplarla beraber tamamlıyoruz. Dışarı çıkıp istikametimizi Sakarya’ya doğru kırıyoruz bu sefer de.
Karanfil metro durağının yanında bekleyen simitçileri; ayakkabısının arkası kesik, ağzında sigara, patlayan sigara malzemesi satan, ateşle yaklaşılmaması gereken abiyi; piyangocuları ve insan yığınını geride bırakıyoruz. M.’nin uzun zamandır aradığı bir kitabı soruşturmak üzere, Aksoy Pasaj’ındaki sahafları dolaşmaya başlıyoruz. Dükkânların tamamı kitap yığınlarıyla dolu, fonda kısık sesli özgün müzikler dinleniyor, rutubetli masalarda yarım bırakılmış çaylar var. Rafların bir bölümünde KPSS kitapları, diğer bölümünde ise baskısı tükenmiş kitaplar var. Kitapçılara ziyarette bulunanlar ise ağırlıklı olarak KPSS, üniversite hazırlık ve edebiyat ödevi için öğretmenin istediği kitabın peşinde olanlar. M.’nin gizemli bir cinayet soruşturması yapan dedektif rolüyle, kayıp kitabını aradığı kitapçılardan birinde, arkamızdan iki liseli giriyor. Recaizade Mahmut Ekrem’in Araba Sevdası romanını arıyorlarmış. Elinde cep telefonu ortamdan sıkılmış liselilerden bir tanesi “Oğlum mal mısın? İnternetten indirsene diyor.” Öbürü ise “Kanka aradım ama bulamadım. Zaten bir başını, bir sonunu okurum.” şeklinde yanıt veriyor. Kitapçı Araba Sevdası‘nı liseliye verip, onları gönderiyor. Tam bu sırada kitapçının bilgisayarından Farid Farjad melodisi yükseliyor. Hepimiz bir anda gereksiz bir hüzne kapılıyoruz. Mekânda, her an Sunay Akın çıkıp, şiir okuyup, sahaf tarihinden bahsedecek gibi bir ortam oluşuyor. M. kitabını aramaktan vazgeçip, sahafa üzülmeye başlıyor. Bana, sahafların ne kadar zor şartlarda çalıştığını, kimsenin artık kitaplara kıymet vermediğinden bahsediyor. Farjad’ın kemanları iyice inceliyor M. ağlayacak gibi oluyor. Sahaf tüm bunlardan habersiz ve kayıtsız bir şekilde çayından büyük bir yudum alıp, önündeki kağıtlarla ilgileniyor. Moralimiz daha bozulmadan M.’yle birlikte dışarı çıkıyoruz. Derisi yırtılmış, tek ayağı kopuk, üzerinde “Lütfen oturmayınız” yazan koltuğu, kitapçı esnafını, KPSS’den geleceğe bir köprü inşa etmeye çalışanları, eski kitapları, rutubeti ve karbonatlı çayları arkamızda bırakıyoruz. Hayat burada birbirini tekrar eden döngülerden oluşuyor sanki. Aynı sorular, aynı cevaplar, aynı müzikler ve aynı boş çay bardakları… M. ve ben ise şimdilik bu zaman dilimine ait değiliz. Yapacak başka işlerimiz var.
M. üniversite zamanından bildiği bir bara gitmeyi öneriyor. İstikameti meydana doğru kırıyoruz. Kalabalık, tezgahtaki balıkları ıslatan balıkçılar, kötü pop müziği dinleyen ikinci el telefon satan dükkânlar yan yana sıralanmış vaziyette. Sauron’ın gözüne benzeyen bir mimari estetikle inşa edilmiş, bir taraftan tüm Sakarya Caddesi’ni tarayan diğer taraftan belediyenin gurur verici işlerini, itfaiyeciler haftasında itfaiye birliklerin tatbikatlarını gösteren dev video ekran herkesten rol çalmaya çalışıyor. M.’nin gitmeyi istediği barın olduğu yere geliyoruz. Lakin barın yerinde kahveci dükkânı kalıntısı var. Kalıntısı var çünkü kısa bir zaman önce burası da kapanmış. Dükkânın etrafına asılan afişe göre yerine tavuk döner satacak bir yer açılacakmış. Bardan geriye de ikimizin ufak hatıra kırıntıları kalmış görünüyor. Hafızayı zorlayıp, barla ilgili detayları hatırlamaya çalışıyoruz. Lakin pek başarılı olamıyoruz, birçok şey uçup gitmiş. Bir sene içerisinde açılan bir yer bile yılsonunu göremiyor artık burada. Yıllarca biriktirdiğimiz nice hatıraların üzerinde artık greyderler var. Hatırlamak için daha çok çabalamamız gerekiyor. Ama nasıl? Yaşadığımız onca şeyi kim neden hatırlasın? Kim bu anıları kaydetsin? Gezdiğim sokaklarda artık bir yabancıyım. Başkalarının hatıraları arasında kendi kayıp zamanımı arıyorum. İlk defa yaşadığım yerle aramda bu kadar çok mesafe var. Moloz yığınlarına dağılan hafıza kırıntılarımızı yerlerden toplayıp Nefes’e doğru geçmeye karar veriyoruz. Ganyan müdavimlerinin, dolu küllükleri, sararmış bıyıkları, önlerindeki bira kadehleriyle yaşları kaç olursa olsun talihlerini yeniden yazmak isteyenlerin önünden geçiyoruz. Bütün sokakta TJK TV’nin spikerinin sesi yankılanıyor. Tüm sokağa yankılanan “Erbatur kazandı” sesleri eşliğinde Nefes’le Sakarya’yı birbirine bağlayan köprü ayaklarının dibine geliyoruz. “Karşı karşıya geçerken asla köprüyü kullanmayın, az biraz heyecan yaşayın, arabaların arasından geçin kuralını” uygulamaya koyuyoruz. Araba popülasyonu yoğun olduğundan, köprünün önünde beklemeye başlıyoruz. M., bir yabancının gözleri gibi tarıyor etrafını. Led aydınlatmalı tavuk dönercilere, Sayısal Loto bayiine ve hırdavatçıya, üst tarafında yer alan bara ilgiyle bakıyor. Her şey böylesine yan yana gelmesine anlam veremiyor gibi. Bir yeri bıraktığın gibi bulmak belki zor ama anılar üzerinde led aydınlatma geçmesi de anı sahipleri için kırıcı olsa gerek. M.’yi içerisine düştüğü yabancılık hissinden uyandırıp, “Hadi arabalar yavaşladı” diyorum. Kafamızı bir sağa bir sola fıskiye gibi çevirip arabaların arasından koşarak geçiyoruz. Nefes’e giriş yapıyoruz. Guiseppe Pelliza da Volpedo’nun renkleri solmuş The Fourth Estate tablosunu karşıdan görecek bir masaya oturuyoruz. İçerisi oldukça sakin. Bu sakinliğe ayak uydurup ağzında sigara, telefonuna bakan garson bizi görünce toparlanıp Wim Wenders’in Berlin Üzerinde Gökyüzü temalı menüleri önümüze bırakıyor. Ben menüye göz gezdirirken, M. mekânı inceliyor. Saksıların arasından gözüken sokağa bakıyor. Onun bakışlarındaki geçmiş güzel günler filmine ben de dâhil oluyorum. Anılar denizinin diplerine yolculuk yapıyoruz. Yaşımız 35’ten 22’ye dönüyor bir anda. M. ile üniversite dönemimizde buraya sık sık gelirdik: Ders çıkışında, final dönemi bitişinde, sevgiliden ayrılma anı sonrası hüznünde, aileyle kavgalıyken, Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar kitabını ilk okuduğumuzda hiçbir şey anlamadığımız ve bu anlamama halinin bize büyülü geldiğinde, gelecekten çok emin olduğumuzda, buralardan gitmeyi isteyip ama aynı zamanda burayı çok sevdiğimizden bir ömür yaşama hayalleri kurarken hep buradaydık. Biz dünyanın değil de dünyanın bizim etrafımızda döndüğüne inandığımız yıllardı. Kısa Sakarya turu bizi tarifsiz bir nostalji hissiyatına sokmuştu. 30’larında olan iki kişinin nostaljiye bu kadar kolay düşmesi, geçmişe özlem methiyeleri düzmek değil de, huzuru geçmişte araması çok ilginçti. Biz 20’li yaşlarda iki üniversite öğrencisiyken de hayat kusursuz ilerlemiyordu ama gelecek hiç kuşkusuz daha güzel görünüyordu. Kurulan hayallerde çeşitlilik, yol ayrımlarından korkmamak vardı. Şimdide ise belirsizlik ve korkutucu bir şeyler var. En azından geçmiş güzel günlerimize hoyratça davranmayın! Bizim de bir parçamız var sigara kokulu duvarlarda! İnsan, burada yaşarken bile burayı özler hale gelebiliyormuş.
Garson yanımıza geliyor, siparişleri alıyor. İki bira, ortaya da tuzlu fıstık söylüyoruz. M.’yle aramızdaki mesafe yüzünden genişleyen zamanı geri almaya çalışıyoruz. M. bana Amerika’yı, akademiyi, oradaki yaşantısını anlatıyor. Buradan uzakta olmak onu bir anlamda rahatlatmış bir anlamda da zorlamış görünüyor. Başka bir yerde yeniden bir yaşam kurmak o kadar da kolay değil diyor. Ama buranın da artık ona eskisi gibi huzurlu gelmediğini, bu yüzden uzaklaşmak, gitmek gerektiğini söylüyor bana. “Alışkanlıklar da aşınma yaratabilir, gözün belleğini şaşırtmak, ona yeni ufuklar sunmak gerekiyor,” diye ekliyor. “Burası zor, çok zor artık,” diyor. “Sen de gitmelisin. Berlin, Amerika neresi olursa; gitmek iyi gelecek sana” . Yine de burayı çok özlediğini, daha sık gelmek istediğini söylüyor. M. ikilemde ama kararının arkasında duracak kadar da dirayetli. Doktora bitene kadar orada olmaya kararlı. M. tüm bunları anlatırken kendi hayatım bir film şeridi gibi önümden geçiyor. Ne yapıyordum? Ne yapacaktım? Hep burada mı kalacaktım? Derdim neydi? Bana burada akademik bir gelecek var mıydı? Etrafımda ne çok giden vardı. Gidersem E. de benimle gelir miydi? Orada mutlu olur muydu? Arkadaşlarını özler miydi? Pişman olur muydum? İnsan ömrü boyunca aynı yerde kalırsa çürür mü, ne hisseder, ne yapardı?
M. zihnimden akan soru kümelerini hissetmiş olacak ki “Daldın” diye sesleniyor bana. Kafamın üzerindeki soru balonlarını tek bir iğneyle patlatıyorum. Masaya dönüş yapıyorum. Biraları tokuşturuyoruz. Biraz benden bahsediyoruz, akademiden, yazı çizi işlerinden. Gelecekten, şimdiden konuşuyoruz. Kendimin öznesi olduğu hiçbir konuşmayı sevmemiştim oldum olası. M.’nin cümlelerinin arasından kaçış kelimeleri kovalıyorum. Konu benden ne kadar uzak kalırsa o kadar iyi. M. soru işaretlerinden öbek öbek kaçtığımı anlıyor. Uzun dostlukların en büyük kıymeti ufak jestlerden, sözlerden karşıdakini anlamak belki de. Üstelemiyor, saatine bakıyor “Kumsal zamanı geldi,” diyor. Hesabı istiyoruz. Kumsal’ın eskiden yerleşkesi olan, şimdi bir inşaat alanı haline dönmüş yerde, E.’ye bir mesaj gönderip Nene Hatun’a doğru geçtiğimizi bildiriyorum. Taksi, trafiği yararak egzoz zorlamasıyla Nene Hatun yokuşundan ilerliyor. Kumsal’a geliyoruz. Sakarya’dan aşina olduğumuz şişe dibi gözlükleri ve Karadeniz şivesiyle şef garson kapıda karşılıyor. Ahşap kapılı ve merdivenli holden yukarıya geçiyoruz. E. hepimizden önce gelmiş ve masaya oturmuş bize el sallıyor. M. ve E. sıkıca sarılıyor. Seremoni sırası bana gelince yanağına bir öpücük de ben konduruyorum. Rakı, bardaklara hafifçe dökülüyor. Rakı ve suyun karıştığı o eşsiz an. Masada laf lafı açıyor, eskiler, yeniler her şey birbirine giriyor. Kadehler, kahkahalara karışıyor. Şimdi güzel geliyor, bu anda kalmak istiyorum. Zaman ilerlemiyor, geçmiş pişmanlıklar karşıma dikilmiyor. Her şey olduğu gibi güzel… Saatler rakı masası ciddiyetini gösterdiğinde ise sesler ve konu istikameti ciddileşiyor. M. gündüz bana anlattığı Amerika yolculuğunu bu sefer E.’ye anlatıyor. “Biraz kafanız dinlenir, iyi gelir uzaklaşmak,” diyor. Bu konuda E.’nin ne düşüneceğini merak ediyorum. Bir şey demiyor, neden olmasınlarla geçiştiriyor konuyu. Kafasının karışık olduğunun ilk defa bu denli farkına varıyorum. Gece bitiyor, hesabı ödüyoruz. Yollarımız bir kez daha ayrılıyor M.’yle kim bilir ne zaman bir araya geleceğiz. Sıkıca sarılıyoruz birbirimize. “Bundan sonra ben sizi bekliyorum,” diyor, taksiye binip evine gidiyor. M.’nin arkasından el sallıyoruz. Sonra E.’ye dönüp eve dönmek istemediğimi Sakal’da bir tane rakı üstü cilası yapmak istediğimi söylüyorum. “Tamam” diyor, “gidelim”. Hem kaç zaman olmuştu oraya gitmeyeli. Taksiye binip Bestekar’a doğru iniyoruz. Havalar soğumuş, E. hırkasını giyiyor, ben de ceketimi sırtıma geçiriyorum. Sakal’da Coltrane In a Sentimental Mood çalıyor. Hemen iki bira söylüyoruz. Köpüğü bardaktan taşan biradan sesli bir yudum alıyorum. Köpük bıyıklarımda iz bırakıyor. “Manzaramız benzinliğe bakıyor ve bu bana hiç tuhaf gelmiyor,” diyorum. E. bir süre sessiz kalıyor. “Evet, çok tuhaf, dünyanın en kötü manzarası ama yine de buradan vazgeçmiyoruz.” İkimiz de Ankara’dan çok sıkılmıştık aslında. Yakın dostlarımız kısa süre içinde şehri terk edip yurt dışına yerleşiyordu. Gitme fikri ikimize de yakın gelmeye başlamıştı bir süredir. Yeni bir başlangıç için hem istek duyuyor hem de korkuyorduk. Mahallenin mutlu sakini olmakla yeni yerler keşfetmenin tam ortası. Belirli bir yaştan sonra yeni dostluklar, cemaatler kurmanın sıkıntısı. Diğer tarafta aşina olunan hikâyeler, dostluklar. Bazı alışkanlıklar da kötüdür. İkimiz de sessiz kalıyoruz bir süreliğine. Mekânın uğultusunu dinleyip, benzinliğe giren arabaları izlemeye başlıyoruz. Etrafa yayılan egzoz kokusu, yan masadan gelen patates kızartmasına karışıyor. İkimiz de kaybolmuş gibi hissediyoruz. Her yer aynı ama bir o kadar da farklı görünüyordu. Yaşadığımız yere yabancılaşmış “eve döneminin yollarını arıyorduk”. Gitmek mi zor kalmak mı? Bilmiyorduk, gelecek tedirgin ediyordu. Sonra E.’nin elini sıkıca tutuyorum. “Dünyanın her yerinde her şartta bir tek seninle yaşarım” diyorum. Kötü bir romantik filmden çıkmış bir cümleyle sesim titreyerek ama inanarak, onun gözlerine bakarak söylüyorum bu cümleyi. İlhan Berk dizisiyle tamamlıyorum cümlemi: “Denize bakan evler gibiyim seninle. Dur, geliyorum ellerin en güzel öyle. Beni şey et gülüşlerini bekleyeyim”
E. yanıt vermiyor en güzel alışkanlığım güzel ela gözlerini kısarak bana gülümseyerek bakıyor. Sonra elimi sıkıca kavrıyor. Yine sessizliğe bürünüyoruz, yola bakmaya devam ediyoruz. Bu sefer sessizlik de gelecek de rahatsız etmiyor. Çünkü zamanın akışında ikimiz varız. Gelecekten korkmuyoruz. Bu inanç yetiyordu bize.