Sıla ile gurbet birbirine karıştı artık. Kalınacak yer neresiydi gidilecek yer neresi; zorundalıklar ne diyordu gönül ne; zihinde toparlamak güç. Mekânsal ve zamansal tıkılıp kalış zincirleri güçlendikçe bekleyiş de yer yer anlamsızlaşıyor. Ufuk böylesine uzakken özlemin engebeli arazisinde her an canlı ve dirençli kalabilme işini, gıptayla, güç sahibi kimselere bırakıyorum. Tıpkı avuçlarımdan bir yürek uçurur gibi. Elimde kalan, şöyle sakin bir köşeye geçip varlığımı bir an için Ankara’ya taşımak fikri ise hiç de fena değil. Anılarla umutları, geçmişle geleceği kaynaştıracak olan bu yeniden yaratım, bu canlandırma her ne kadar eninde sonunda uyanıp kuru gerçekliğe dönecek olmayı öncelese de, şimdilik tek çıkar yol bu gibi görünüyor.
Bozkır güneşe gebe. Doğum sancılarını karnımda duyabiliyorum. Polatlı ovasında bir gün batımıyla terk ettiğim şehre seher vakti giriş yapıyorum. Bu defa rüzgârı arkama aldım. Uğurlu koltuğum olan 12 numaradayım. Şimdi Polatlı merkezde bir fırın önünde duruyoruz, muavin, kahvaltı ikramı için buharı üstünde açmaları koşa koşa gidip alıyor fırından. Yolcuların kimileri göz kapaklarına dolan güneşin doğuşuyla rahatsız, uykularından uyanıyor. Kimileri taze açma kokusu ve kaynar su buharıyla hafiften hareketlenmeye başlıyorlar. Hiç uyumamış olanlarsa harman sonunu getirmiş sapsarı ovada gün doğumunun tadını çıkardılar.
Şimdi AŞTİ’de hiç dinmeyen curcunanın ortasına iniyorum. Ben aceleci adımlarla kıvrıla kıvrıla ilerlerken valizim çaresiz peşimden geliyor. İşte orada, köşe başında bir kavuşma yaşanıyor. 08.00 otobüsünü bekleyenler arasından başını bizden yana çevirip inceden gülümseyenler oluyor. Ardından, uzun zaman sonra bir araya gelenlerin bildiği o safça bakışmalar, beceriksiz el kol hareketleri ve fakat sonunda yeniden aşinalık. Gelen yolcu peronunda bizimle birlikte kim bilir daha kaç hasretlik, avuçları arasında gülümseyen yüzün her an kaybolacakmış gibi duran varlığına korkuyla sarılmak istiyor.
Ankara ile yeniden kaynaşıp sımsıcak oluveriyoruz. O bana yine göğsünde bir yer veriyor ve beni seviyor; ben yine onun sokaklarını arşınlıyor, kedisine köpeğine, kumrularına göz kırpıyorum. Sedef yapraklı iğdelere, badem, palamut, ahlat, huş, ardıç, söğüt gövdelerine sarılıyorum.
Şimdi ben oturduğum yerden Ankara’da bir dolmuşu kaçırıyorum. Metrolara binip metrolardan iniyorum. Şehrin öte ucundaki bir büyüğümü ziyarete gidiyorum. Bir akşam geç vakit Birsen Tezer konserinden çıkıyor, mevsimin ilk karı düşerken Tunalı’nın sırtında bir kahveci arıyorum. Şehrin neon ışıkları içinde dönenmekten bazen usanıyorum da. Eve dönüp ılık ılık akan caddeleri ardımda bırakınca, tepelere bahar siması vurulduğunda yabana yazıya çıkacağıma, o kıymetli yazar gibi Çal Dağı’nın eteklerine alıç ağacıyla sohbet etmeye gideceğime dair kendimden söz alıyorum.
İş çıkışı Güvenpark’ta oturmuş, yanında taşıdığı yasemin çayını içen dostuma bir sohbet uzunluğu eşlik ediyor, Bonelli’de halka tatlısı teklifine yine çocuklar gibi seviniyorum. Biz o dostumla ellerimiz tatlının şerbetiyle yapış yapış, Kurtuluş Parkı’ndan geçip gülüşerek eve yollanıyoruz.
Şimdi, elinde taptaze simitle kahvaltıya gelecek misafirimi beklerken çaydanlığın altını yakıyorum. Masanın başında dikilirken, Gaziosmanpaşa’da apartmanlar arasında dolaştığım bir sabah, bordo bir binanın duvarı dibinde soluklanırken, küçük bir aileyi izleyişimi anımsıyorum. Dalgınlığım çok sürmüyor. Çünkü bu defa, pazar kahvaltısında çayları tüten aileyi hasretle uzaktan seyretmek yerine, başka bir balkonda kendi soframa zeytin kâsesi koyuyorum.
Akşam oluyor. Şimdi elime geçen kitabın arasında 24 Mart 2019’a tarihlenmiş, “Kabarık Kuş” imzalı bir mektuba rastlıyorum. Mektubun arka yüzünde bir şiir var, gözüme çarpan ilk dizeler:
“Yılları çok çağlar gibiyiz
Günleri çok yıllar gibiyiz
Uzun sessiz bir ağlamak gibiyiz
Geyik akar suları özleyince
Akmamız yok, çekilmiş nehirler gibiyiz”.
Adımın çağrıldığını duyup ayıldım. Şimdi ben Ankara’da sarılmalar kaçırıyorum. Ayaz akşamlar omuzlarımda battaniye, şehri tepeden seyretmeler kaçırıyorum. Gülüşmeler, yürümeler, yılgınlıklar, yetişmeler, üşümeler, mücadeleler, yaşamalar kaçırıyorum. Fakat her nasılsa, küçük gezintimin kuru gerçekliği sürdürebilmek için bana bir parça dayanma gücü verdiğini de görüyorum.
Sakinliği bozulmuş köşemden kalkarken, düşünmeden duramadığım bir şey var zihnimde: Sanırım bazılarımız Ankara’yı, kendini bizlere verirken aslında kendimizi bize bahşettiği için seviyoruz.
Yazı içi görseller: Mehmet Kürşat Değer