Ülkemizde en çok araç nüfusunun olduğu şehir Ankara’ymış. Biliyor muydunuz? Bilmiyordunuz. Çünkü 25 senedir Ankara’da yaşayan biri olarak ben de yeni öğrendim. Önce bu bilgi gayet sıradan gelmişti lakin daha sonrasında bu bilginin gerisinde nelerin olduğunu sorunsalı sorgulama iştahımı kabarttı.
Sorgulamaya öncelikle kendimden başlayarak tüme ilerleme kararı aldım. Neden araba kullanıyorum? Her gün sabah evimden çıkıp işe giderken sadece kendimi götürebildiğim bir seyahati neden tercih ediyorum? Sorularım tabi ki Antarktika’yı yeniden keşfetmeyecek ama ben bu soruların cevaplarını vererek insanlığımıza bir nebze olsun katkı sağlayacağım.
Aslında hikaye çok değil bir 10 sene öncesinden başlıyor. Her 80 ve sonrası kuşağının bir akşam yemeğinde konusunu geçirdiği ‘Üniversiteyi kazan, sana araba alacağım’ gündemi bizim de evimizde yaşanmış ve babamın bana en büyük yalanı olarak tarihe geçmişti. Üniversiteyi kazandığımı öğrendiğim ilk gün kırmızı renkli arabamın evimizin önünde olacağı ve babamın Türk filmlerindeki zengin ebeveynler gibi anahtarı bana uzatacağı hayallerimi daha dün gibi hatırlarım. Hayal diyorum çünkü gerçekten hayal olarak kendi tarihime geçti. Ben üniversiteyi kazandım, babam da bana araba almadı. Belki de küskünlüğüm ve hırsım işte tam olarak bugün başladı.
6 senelik üniversite hayatım 267 numaralı belediye otobüsünü beklemekle geçti. Sıcak, soğuk demeden yolları arşınlamakla gurur yaptım ve yılmadım. Günler günleri kovaladı ve Ankara’nın o insanın kemiklerine kadar işleyen soğukları, güneşinin asfaltları erittiği sıcakları geçti. Mezun oldum. İş buldum. Para kazanmaya başladım.
Para kazanmaya başladığım ilk gün Ankara’nın en yüksek tepesine çıkıp seni yeneceğim Ankara demedim tabi ki. Her genç ruhun bilinçaltına saplanmış olan dürtülerine esir düşerek kredi çektim ve bir araba sahibi oldum. O da yetmedi dünyanın en pahalı benzinini kullanan memleketimde yapılabilecek en mantıklı davranışa imza atarak benzinli araba satın aldım. Evet, tam olarak ben de gülüyorum şu an.
İlk günler arabam ile olan duygusal bağım sevgilim ile aramdakinden güçlüydü. İtiraf ediyorum. Kendimi korunaklı, güçlü ve mutlu hissediyordum. Bu fevkalade başlayan ilişki sonraları sıradanlaşmaya ve cebimdeki son paralarla benzin almaya başladıkça soğumaya, tatsızlaşmaya başladı. Acaba babamın bir bildiği olabilir miydi?
Gelelim bugüne. Geçen hafta Türkiye’nin bilgilerini toparlayan kurumundan aldığım bu bilgi beni dehşete düşürmekle kalmayıp toplu ulaşımın nelere yaradığını hatırlamama bir kez daha neden oldu. Sabah uyandım ve işe gitmek için dolmuşa bindim.
Hissettiklerimi paylaşayım:
Öncelikle işe tam saatinde yetişebilmek adına erkenden uyandım. Erken uyanmanın vermiş olduğu bilinç açıklığı ile sabahın esintisi birleşti ve yüzümde hafif bir gülümseme kendiliğinden oluşuverdi. 25 senedir yaşadığım sokaktan durağa varana kadar değişen apartmanları, sokak kedilerini, her seçim dönemi lüzumsuz yere değişen kaldırım taşlarını, küçük esnafın sabah telaşını görebilme fırsatını yakaladım. Bir anda lise yıllarında annemin camdan bağırışları ile kapımızı çalan sokak simitçisini gözlerim aradı, göremedim. Acaba hala yaşıyor muydu?
Derken durağa vardığımda ansızın 267 numaralı otobüs önümden geçti ve içimden sesli güldüm yanımdan geçenler delirdim zannetmesinler diye. Birinci dolmuş dolu, ikinci dolmuşa el kaldırıyorum dolmuşçuda gereksiz bir öz güven ile görmezden gelmeler… Üçüncü dolmuşta kendimi içeride buluyorum. Mesai saatinin vermiş olduğu kalabalık önce asık suratla karşılıyor ve kabul ediyor beni yarım saatlik birlikteliğimize. Aslında ilk görüşte insanların neden birbirlerinden hoşlanmadıklarını en iyi anladığın yerlerden biri toplu ulaşım araçlarıdır, bunu birbirini ittirdiğinde daha iyi anlayabiliyor insan. Derken bir centilmen abimiz hafif nezaket hafif kibirle buyurun diyor, yer veriyor. İşte o an gözlerin çevrende dönen dünyaları daha iyi görebilmene olanak tanıyor.
İşe geç kaldığı için yüzü kireç gibi olup durmadan saatini kontrol eden mi ararsın, çocuğunu yalnız başına doktora götürmek zorunda kaldığı için kocasına nefret tohumları eken umutsuz bir ev kadını mı ararsın, ayakta zor durduğu halde sevgilisine günaydın mesajı atmak için şekilden şekle giren delikanlıyı mı ararsın, yorgunluktan gözlerini açamayan işçi sınıfını mı, babasının evinden bıkmış gözleri hep dışarıdan geçen lüks arabalara takılı parfüm kokusu tüm dolmuşu kaplamış sarışın genç kadını mı ararsın? Sonrası Cemal Süreya’nın dediği gibi iyilik güzellik oluveriyor.
Evet, yarım saatlik toplu taşıma seni sadece evinden işine götürmekle kalmayıp dünya da başka dünyalara da taşıyabilme yetkinliğine sahip bir mekanizma haline dönüyor. Her sabah kapının önünden çıkıp arabayla geçirdiğim o yalnız saatlerim bir anda birçok dünyayla tanışıyor ve aslında dönen dünyada artık biz neleri göremiyoruz’u bana gösterebiliyordu.*
Dünya dönüyor, hayat akıyor. Belki de şu an en kıymetli hazine zaman. Araba kullananların en büyük bahanesi. Zamanımız yok. Geçip giden zamanda nelerle karşılaştığımız, neleri tüketip, neleri biriktirdiğimiz… Benim geçen 10 senemde ardımda kalanlarım, hep yüzümde tebessüm bıraktıklarım ise sokakta biriktirdiklerim. Geçtiğim caddelerde, yürüdüğüm sokaklardaki kavak ağaçlarında, değişen şehrin anılarında, gördüğüm yüzlerde biriktirdiklerim.
Sabahın ilk günaydınını annemden sonra iş arkadaşıma değil de sokakta karşılaştığım komşumuz Kemal Amca’ya verebilmek, kalabalığa karışabilmek, kalabalıkta kaybolup sonra kendini bulabilmek, güne göğün maviliğini içine çekerek başlayabilmek belki de toplu ulaşımın arkasında yatıyordur. Bugün gene aynı soruyu sorarım. Acaba babamın bir bildiği olabilir miydi?
Evet, insanın arabasının olması keyifli. Orta direk yaşayan bir insan olarak arabamın olması beni iyi hissettiriyor lakin bir sabah uyanıp kendimi sokaklara vurup insan içine karışabilmek hala o eski günlerimi hatırlayıp yüzüme gülümseme yapıştırabilmek, biriktirdiklerime yenisini katabilmek ve insan olabilmenin verdiği gerekliliklerini yerine getirebilmek daha da iyi hissettiriyor.
Dünyada gelişen bisiklet yollarının, yeraltı treni hatlarının memleketimde görebileceğim günlerin umudunu hiç kaybetmeden ve bir gün kendi çocuğuma üniversiteyi kazandığında araba alacağımı vaat ettiğim günlerin heyecanından hiç vazgeçmeden; o günlerin geleceğine inanıyorum.
Bu yazıyı okuduktan sonra aklınızda Ankara’nın en fazla araç nüfusuna sahip olduğu mu, gençlik hayallerimizin aslında ne kadar benzediği mi, 25 yıldır hala yeraltı treni hatlarımızın eksikliği mi, deli olduğum mu kalacak bilemiyorum ancak kendiniz için haftanın sadece bir günü yapacağınız toplu ulaşım yarınlara biraz daha faydalı olacak bunu kesinlikle biliyorum.
Arabanızdaki yalnızlığınızdan vazgeçin. Dünyaya, doğaya, çocuklarınızın yarınlarına zarar vermekten de vazgeçin. Kalabalığa karışıp dönen dünyada bir parça olup sabahlarınızı anlamlı kılın. Bir günaydın belki de dünyanızı değiştirecek. Bir günaydınla belki de birilerinin hayatını değiştireceksiniz. Toplu ulaşıma güvenin.
Ya da belki de bu değerli sözlere güvenin:
Çok eşyan olmayacak mesela evinde.
Paldır küldür yürüyebileceksin.
İlle de bir şeyleri sahipleneceksen,
Çatıların gökyüzüyle birleştiği yerleri sahipleneceksin.
Gökyüzünü sahipleneceksin,
Güneşi, ayı, yıldızları…
Mesela kuzey yıldızı, senin yıldızın olacak.
“O benim.” diyeceksin.
Mutlaka sana ait olmasın istiyorsan bir şeylerin…
Mesela gökkuşağı senin olacak.
İlle de bir şeye ait olacaksan, renklere ait olacaksın.
Mesela turuncuya ya da pembeye.
Ya da cennete ait olacaksın.
* Bu okuduklarınız çok sıradan hepimizin hayatında her gün yaşadığı, gördüğü sahneler. Aslında bakarsanız herkesin görebildiğine emin olduğum da değil.
** Toplu taşıma ile alakalı başka bir yazı için tıklayınız.
<Bu yazı Tefrika dergisinde yayınlanmış, lavarla.com’da editörlük yapan yazarı tarafından siteye eklenmiştir.>