Pusu'laGezi

Varşova Ayaklanma Müzesi

Ağaçlarla çevrili arazide yükselen taş evlerine doğru hızla koşan Ewa, kardeşinden kaçıyordu. Evin yanındaki yaşlı ağaca ulaşınca durdu ve derin bir nefes aldı. Soluk soluğa kalmıştı. Ağacın gölgesinin altına oturup kardeşini beklemeye başladı. Gözlerini kapattı ve kafasını ağaca yasladı. Yüzünü okşayan yazdan kalma esinti ile kalbinin ritmini ağacın sakinliğine uydurmaya çalışıyordu. Birden üzerinde koyu bir gölge hissetti. Başını kaldırdığında gözlerini dikmiş ona bakan kardeşini gördü. Ania da en az Ewa kadar yorulmuştu. Sabah çıktıkları yürüyüşün dönüş yolunda eve kimin ilk varacağına bahse girmişlerdi. Her zaman kardeşinden daha hızlı koşan Ewa, bu kez de onu geçmiş ve eve ilk varan o olmuştu. Ania da Ewa’nın yanına oturdu. Birbirlerine sarılarak bir süre manzarayı seyrettiler; sonbaharın ilk günü yazdan kalma havanın tadını çıkarıyorlardı. Az sonra evin kapısının gıcırtısını duydular. Aralanan kapıdan anneleri seslendi, onları eve çağırıyordu. Ania ve Ewa eve doğru güle oynaya yürümeye başladılar. Anneleri yemeği çoktan hazırlamıştı, yemek için babalarının eve gelmesini bekliyorlardı. Kardeşler masayı hazırlarken babaları içeri girdi. Sessiz sedasız kapıyı kapatan baba, her zamanki neşesinde değildi. Bir şey olmuştu. Kızlar babalarına doğru koştular. Ne olduğunu anlamak istiyorlardı. Ewa tam sormak üzereyken babası konuştu. Beklenen savaş başlamıştı. Güzel ülkeleri Almanlar tarafından işgal edilmişti. Alman askerleri her yeri bombalıyor ve insanları kurşuna diziyorlardı. Her yerde toplu bir kıyım başlamıştı. Düştükleri dehşet ve şaşkınlık içinde ne yapacaklarını bilemeden bir süre durdular. Kurtulmanın tek yolu kaçmaktı.

Yanlarına ne alacaklarını bilemiyorlardı, ki zaten alabilecekleri çok fazla bir şeyleri de yoktu. Ellerine ne geçerse çantalara doldurdular. Ania bu kargaşada iki oyuncak alabilmişti. Biri kendisi diğeri Ewa için. Doğup büyüdükleri evlerini arkada bırakarak belirsizlik ve endişe içinde yola düştüler. İçleri sıkıntı dolu, çaresizlik içinde geceleri yürüyor, gündüzleri saklanarak geçiriyorlardı. Yürüdükleri gecelerden birinde bir kız çocuğu ve annesi ile karşılaştılar. Küçük kızın babası yoktu. Alman askerleri aileyi kampa götürmek üzere geldiklerinde anne ve kızı son anda kaçmışlardı. Babaları da onlar kaçabilsin diye teslim olmuş ve kurşuna dizilmişti. Ne olacağını, nereye gideceklerini bilmeden panik halde bir çıkış yolu arayan anne ve küçük kızı da yanlarına almaya karar verdiler. Günlerce yürüdükten sonra küçük bir yerleşim yerine geldiler. Yorgun, aç, susuz ve uykusuzlardı. Yakınlarda ucuz kiralık bir ev buldular. Sonunda biraz dinlenebileceklerdi. Ewa, Ania ile birlikte bir yatağa kıvrıldı ve düşüncelere daldı. Anlam veremediği bir karmaşanın tam ortasına düşmüştü. Doğduğu günden beri mutluluk ve iyilikten başka bir duygu bilmeyen ruhu ağır yaralar almıştı. Ruhundan güneş ve neşe silah zoruyla alınmış, yerine karanlık ve soğuk kocaman bir boşluk bırakılmıştı. Mutsuzluğunu teselli edecek hiçbir şey bulamıyordu. Ania, Ewa’yı biraz olsun neşelendirebilmek için yanına aldığı oyuncakları gösterdi. Ewa’nın yüzünde küçük bir tebessüm belirdi. Doğduğu ve büyüdüğü evi, orada geçirdikleri güzel günleri bir anlığına hatırlamak onu biraz olsun sakinleştirmişti. Oyuncaklara sarılarak uykuya dalan Ewa, bir daha yeni bir sabaha uyanamadı. O gece Ewa’nın sığındığı ev Alman füzeleriyle bombalanmıştı. Dahası, savaş bitinceye kadar Naziler sayısız Ewa’yı katledeceklerdi.

Baltık Denizi’ne kıyısı olan Polonya, Almanya tarafından işgal edilen ilk ülke olarak İkinci Dünya Savaşı’nın başlangıç noktasında yer almaktadır. Sonrasında Rusya tarafından da işgal edilen ülke büyük bir yıkıma uğramıştır. Örneğin savaştan sonra aslına uygun olarak yeniden inşa edilen ve başkent Varşova’nın simgelerinden biri sayılan “Old Town” işgal zamanında sistematik bir şekilde bombalanarak tamamen yok edilmiştir.

Polonya’da işgal boyunca acının ve sefaletin her türlüsü yaşanmış, ölüm siyah bir örtü gibi şehrin üzerine serilmiştir. Bu karanlık ve soğuk örtünün arasından sıyrılabilen umut huzmeleri, acıyı ve yıkımı delip geçerek zihinlere nüfuz etmiş ve bir uyanışa ön ayak olmuştur. Polonya halkı 1 Ağustos 1944’te daha sonradan “Varşova Ayaklanması” olarak adlandırılacak olan hareketi başlatmıştır. Direniş boyunca taş üstünde taş kalmayan memleketlerini sonuna kadar savunan Polonyalı askerler, maalesef mücadeleyi kaybetmiş ve yeşillenen özgürlük fikri, Alman askerlerinin ayakları altında ezilmiştir.

İşte bu direniş sırasında yaşanan acılar, feda edilen nesiller hep hatırlansın, şükranla anılsın diye yıllarca süren araştırma, toplama ve derleme faaliyetlerinin sonunda direnişin 60. yıldönümünde Varşova Ayaklanma Müzesi açılmıştır. Müze, mücadele günlerinde yaşananları her yönü ile göstermeyi amaçlayan ve o günlere tanıklık eden her türlü bilgi ve belgeden oluşan ayrı ayrı kategorize edilmiş birçok bölüm ve sergiden oluşmaktadır. Mücadele zamanlarına açılan bir kapı olarak Varşova Ayaklanma Müzesi, acının ve yıkımın bugünkü anlatısı niteliğindedir. Müzedeki her bölüm ve sergi, merhamet ve vicdanın bir süreliğine yeryüzünden tamamen silindiğini derinden hissettirmektedir.

Bu bölümler arasında beni en çok etkileyen ve yukarıdaki hikâyeyi kurgulamama sebep olan; Ewa ve Ania’nın oyuncaklarının, Grazyny Doroty Duchniak’a ait olan ve ölen babasının gömleğinden dikilmiş bluzun, Tailfingen Kampındaki bir mahkûm tarafından yapılmış oyuncak ayının, bir fotoğraf ve iki belgeyle birlikte sergilendiği bölümdü. Önünde durmuş camekânın içindekilere bakarken bu vahşeti, vahşete tanık olan tüm çocukları, Ewa ve Ania üzerinden düşündüm. Mutluluk çığlıklarının acı feryatlara, oyunlardaki kovalamacanın Nazilerden kaçmaya dönüştüğü bu gerçek zamanlı kâbusu, Ewa ve Ania gibi binlerce çocuğun kirlenmemiş düşlerinde anlamlandırabilmek imkânsızdı. İnsanların hırsını ve sebep oldukları savaşın dehşetini Ewa’ya anlatabilmenin bir yolu yoktu. Tıpkı çaresi olmayan bir hastalık gibi dünyanın bir yerinde, birden beliren acı ve yıkım dönüp dolaşıyor, başka bir zamanda başka bir yerde yeniden çıkıyordu ve maalesef bunu durdurabilecek Ewa’lar çoktan ölmüştü.

Esra Tuba Öğdü


Fotoğraflar yazara aittir. Tüm hakları saklıdır.

İkinci Dünya Savaşı’nın başka bir mağduru, kavuşmaları mümkün kılarak kutsal bir amaca hizmet eden Aşıklar Köprüsü’nün hikâyesini de okumak isterseniz, sizi şöyle alalım.

Şehrisevenler
Şehri sevenlerden gelenler. Lavarla'da yayınlanmasını istediğiniz yazılarınızı info@lavarla.com adresine mail atabilirsiniz.

    Bir Cevap Yazın



    Gezi

    Trieste: Bora ve nero şehri

    Trieste, benim gelmeden önce sadece Susanna Tamaro’nun memleketi olduğunu bildiğim, Slovenya sınırındaki İtalyan kenti. Turistlerin günübirlik durağı, İtalyanlar’ın yolunu bilmediği üvey evladı, benim 1 senelik...

    Pusu'la

    Gitmenin ve kalmanın müzesi: Baksı

    Bu yazıda Baksı Müzesi’nin Bayburt merkezine 45 kilometre uzakta ufacık bir köyün yakınında kurulan, etrafında bozkırdan, dağlardan ve -şimdilerde sessiz akan- Çoruh Nehri’nden başka hiçbir...