Menu Kapat
Kapat

Ahmet Sami Özbudak: ‘Yazarlık, kendi kuyumuzdan çekmek’

Pusula Banner
Getting your Trinity Audio player ready...
Okuma Modu

Tiyatro dünyasında oyun yazarı sıfatıyla yıllardır adından söz ettiren, eserleri ödüllerle taçlandırılan Ahmet Sami Özbudak son zamanların en başarılı kalemlerinden.

Ankara turnesinde Meçhul Paşa oyununu ilk izlediğimde bu özgün metnin yaratıcısını merak etmiş ve tüm işlerini izlemeye çalışmıştım; bu söyleşinin arka perdesinde de bu değerli insanın tiyatro hikayesini dinlemek yatıyor.

Edebiyat Fakültesi’nde arşivcilik okudunuz ve yıllardır da kişisel arşivinizde özgün kaleminizden dile gelen hikayeleri tiyatro izleyicisiyle paylaşıyorsunuz; bu noktada yazmaya başlama motivasyonunuzu ve tiyatroya dair dönüm noktanızı konuşarak başlamak isterim.

Yazma eğilimim hep vardı. Küçük bir şehirde büyüdüm, Alanya’da. 25 yıl önce gençliğime denk gelen yıllarda küçücük bir şehirdi, daha kısıtlıydı. Anlatma isteğim hep oldu, bir de çocukluk travmaları olduğu zaman insan bu dertlerini anlatma ihtiyacı duyuyor. Yani Alanya’daki zamanlarımdan beri yazıyorum, 13-14 yaşlarında falan olmalıyım.

Yazmaya şarkı sözüyle başladım. O zamanlar müzik dünyası coşkulu zamanlarını yaşıyor. Müzik, kültür dünyasının içinde, her şeyin üstünde. Diziler bu kadar popüler değil, edebiyat ve müzik zirvede. Doksanlar müziği diye bir şey var. Ben de onlardan etkilenir, özenirdim ve kendi kendime şarkı sözleri yazardım. O zamandan bu zamana sürüyor. Aslında bu içgüdüsel bir şey, yani dert anlatma isteği sizde varsa var işte. 

Çalışma hayatınıza baktığımızda geçmişteki şehir gazeteciliğinizin size kattıklarını da sormak isterim. Özellikle üretkenliğinizin sürekliliğini düşünürsek merak ve keşif açısından…

Evet, İstanbul Life dergisi benim hayatımda çok önemli bir noktada ama o zamanki haliyle tabii, o zaman şehrin nabzını tutan bir dergiydi. Dergicilikte de öyle bir altın çağ var. 2000-2012 yılları arası Türkiye’de dergicilik çok popüler ve trendleri belirleyen bir güçtü; sosyal medya bu kadar baskın değildi, dergilere bakıyordu insanlar. O zaman o ruhla, o ateşle biz de şevkle çalışıyorduk.

Ben zaten hikaye avcısı gibi yaşıyorum, muhabirlik de tam olarak buna hizmet eden bir iş oldu benim için. Yani Tarlabaşı’ndan Adalar’a İstanbul’un en tuhaf semtlerinden gece hayatına değin birçok noktada bulunmak durumunda kaldım. Zenginliği de gördüm fakirliği de. Müthiş bir gözlem olanağı sağlıyor muhabirlik çünkü hayata dokunuyorsunuz, hayatla uğraşıyorsunuz birebir. Mesela beni hala çok etkiler, fotoğrafçı arkadaşım Hande Göksan ile birlikte Sulukule yıkılmadan önce oradaki insanlarla röportaj yaptık ve bu benim hayatımdaki en unutulmaz deneyimdi. İşte biz o röportajları yaptık, kayıtları aldık, iki ay sonra o semt yıkıldı. Yani mesela bir kadınla röportaj yapıyordum, evin içinde at vardı. Böyle muazzam gerçeküstü bir deneyimdi.

Bunun gibi birçok habere imza attım. Bu, yazarlığıma çok büyük katkı sağladı ve şunu öğretti bana: Hayatı bu şekilde yaşamazsan tıkanırsın ve üretimin biter. Hayatla iletişimimi hep sağlam tuttu muhabirlik, bu anlamda şanslı sayıyorum kendimi.

Kendime “hikaye ve karakter avcısı” diyebilirim

Görünmez bir oltayla şehri dolaşıp hikayeler avladığınızı söylemiştiniz bir röportajınızda ve bu süreçte de “insan okumayı öğrenmek”ten bahsetmiştiniz. O keşifler sonrası içsel yolculuğunuz nasıl devam ediyor? O potansiyel karakteri nasıl büyütürsünüz içinizde, nasıl sahneye çıkmaya hazır hale getirirsiniz?

Evet, tam anlamıyla kendime “hikaye ve karakter avcısı” diyebilirim. Zaten böyle dersler, böyle atölyeler yapıyorum ama tabii bu avcılık herkesi laboratuvar gibi görmek değil. Gördüğünüz bir karakteri, etkilendiğiniz bir insanı kendi dünyanızdan, kendi duygunuzdan geçirip anlatabiliyorsunuz ki zaten bu onu gerçek kılıyor. Aslında şu var, insanlar hem çok farklı hem çok aynı. Ben bir taksiciyle, bir doktorla, bir pilotla, bir evsizle aslında çok benzer bir duygusal akrabalık yaşıyorum. Hepimiz bunu yaşıyoruz. Şartlar ve durumlar bizi ayrı yerlere koyuyor ama korkularımız, kaygılarımız, var olma isteğimiz ve daha birçok şey aynı. O yüzden bir karakteri kendi yolculuğumdan geçirerek anlatmayı seviyorum. Bu yanlış veya doğru bilemem, benim tercihim bu. Başka türlü de olabilir. Atıyorum bir çöpçüyü anlatıyoruz diyelim, empati yapmak için dışarıda kalarak da anlatabiliriz, bu da bir tercih. Ama ben daha iç dünyama çekilerek mesela bir taksici Sami nasıl olurdu sorusuna yöneliyorum yazarken. Sanırım biraz da bu yazarlık, kendi kuyumuzdan çekmek.

Bu arada gerçekten çok çok güzel sorular, çok kapsamlı ve çarpıcı, bunu da araya koyayım.

Yazarlığınızda elbette rutinleriniz vardır. Ben özellikle sizin tabirinizle “kendi kuyunuzdan çektiklerinizi” konuşmak isterim. Yazdığınız karaktere ve dahi hikayesine yarattığınız o yaşam alanında sizin heybenizden neleri görebilir seyirci?

Bütün derslerimde de bu cümleyi mutlaka kurarım: yazarlık, kendi kuyumuzdan çekmek. Ben mümkün mertebe sokakla ilişkimi sıcak tutmaya çalışıyorum ve çok kibirli davranmam kimseye. Tabii beni bazen de çok soğuk ve mesafeli bulabilir insanlar ama hayatı olduğu gibi gözlemlemeye, anlamaya çalışırım. Hikayeleri olduğu gibi hissetmeye çalışırım. Kendi adıma bunu söyleyeyim. Şöyle ki hayatla da karakterlerimle de yaşamın içindeki karakterlerle de yatay bir ilişki kurarım. Benim karakterlerim etrafımda dolaşırlar, onlara yükseğe çıkıp bakmam, onları kontrol etmem. Oyunlarımda da romanlarımda da karakter bazen beni yönlendirir. Ben sadece dünyayı ve ne yapmak istediğimi iyi düşünür iyi kurarım, o dünyanın getirilerini iyi hesaplarım ve böylece karaktere bırakırım bazı şeyleri. O, kendi yolculuğunu kurar, kendisi söyler ve beni de alır götürür, savurur yani. Bunu çok heyecanlı buluyorum.

Bence yazarlığın en güzel tarafı bu: Bir karakterin sizi maceradan maceraya sürüklemesi ve gözlemci pozisyonunda tutması. Bu nasıl sağlanabilir peki, bu kadar güçlü karakter? Sanırım bu da gözlemcilikle ilgili. Hayata iyi bakmak, kibirli olmamaya çalışmak. Aslında şöyle bir yazar profili vardır ya hepimizin zihninde: Yalnız kalır, piposunu içer, sessizlik önemlidir onun için, nobran bir hali vardır gibi gibi… Hani bir karizması olur. Bu bana çok arkaik geliyor artık. Yazar yaşamın içindedir. Yani ben sonbaharda domates sosu yapan, evini temizleyen, yemek yapan, çiçek yetiştiren, ne bileyim eğlenmesini de bilen gayet sıradan biri olarak yaşıyorum. Bir kafede de açarım bilgisayarımı ve bunu bir iş olarak gördüğüm için yazmaya devam ederim. Hiçbir şekilde aşırı romantik, gizemli bir atmosfere gerek yok. Ben tamamen hayatın getirisiyle yaşıyorum aslında. O kimliklere de çok inanmıyorum, bunların hepsi rol. “Cool yazar” bir rol benim için, insanlar ne hissediyorsa öyle yaşarlar. Bazıları gerçekten asosyaldir, insan sevmez, hayattan kopuktur ve yazarak şifalanıyordur. Bu gerçekse başımın üstüne ama ben o rolleri de çok saçma buluyorum çünkü ölümlü dünyada hiçbir şey birbirinden üstün olamaz.

“Ben insana inanıyorum”

Gomidas. Fotoğraf: Serdar Tanyeli

Benim de birden çok ve fakat her defasında aynı hazla izlediğim Meçhul Paşa ve Gomidas gibi oyunlarınızda -böylesi tarihsel metinleri yazarken- o duygudaşlığı nasıl kuruyorsunuz? Bu noktada zihinsel ön hazırlık aşamanızı da konuşabiliriz.

Benim tarih merakım var, çok seviyorum tarihsel metinler yazmayı ama değil ki sadece tarihsel metinler yazıyorum. Aslında bunun gibi oyunlarda yine insana odaklandım. Gomidas’ı biricikleştirmedim. Onun muhteşem kariyerine, dehasına tabii ki göndermeler var ama ben Gomidas’ı insan olarak gördüm, kendime yakın bir yerden onunla bağ kurdum. Evet Gomidas çok ulvi bir yetenek, ilham verici bir karakter, müthiş bir değer ama ben daha çok onun insanlığıyla ilgilenmeye çalıştım. Yaşadığı kişisel ve politik felaketlerle ilgilendim. O felaketlerin ruhunda açtığı yaralara eğildim. Yani Gomidas’ı insan olarak gördüm ve dürüst bir yerden ona yaklaşmaya çalıştım. Bence Gomidas, Anadolu’nun ta kendisi. Bunu da hiç unutmadım yazarken.

Bu tür metinlerde insani olanı, derindeki insanı bulmaya çalışıyorum. Çünkü zaman değişiyor evet ama 100 yıl sonra da insan insana kalacak; yalnızlığı, aşka bakışı form değiştirebilir ama derindeki birtakım şeyler aynı kalacak. Yani uzaya da gitseniz duygunuz sizinle gelecek. Bunu çok önemsiyorum, inandığım şey bu. Bunu dayatmıyorum, sadece çok samimiyetle inanıyorum.

Meçhul Paşa‘da da keza Aziz Nesin, Sabahattin Ali, Rıfat Ilgaz’ı tanrısallaştırmadım, insani olan üzerine gittim ve orada da omurgayı o derginin mürettibi çaycısı ve editörü üzerinden kurdum. Oradaki dergi çalışanları üzerinden insani bir hikaye anlatmak istedim. Tiyatro Hayali’den Fatih Koyunoğlu bana ilk geldiğinde, “Aziz Nesin, Sabahattin Ali ve Rıfat Ilgaz güzellemesi yapıp onları konuşturmak istemem sadece,” dedim, “hem bu dergiyi hem de onun değdiği bizim gerçek insanlarımızı konuşturmak isterim.”

Yani ezcümle, ben insana inanıyorum. Orhan Veli’nin en kısa şiiri vardır ya sadece üç laf söyler: “insan, insan, insan”… Sadece insana odaklanıyorum. Bu tarihsel metinlerde de öyle. Birtakım duygular bizde hala arkaik bir biçimde yaşıyor, onu görmeye çalışıyorum kısaca.

Her yer sizin için potansiyel bir tiyatro sahnesine dönüşebiliyor (Yuvakimyon okulunda başlayıp sonrasında Balat’ta bir apartmana taşınan Monologlar Müzesi, yine Balat sokaklarında bir kafede seyirciyle buluşan Tebdil gibi) ki bu da hikayelerin seyircide uyandıracağı sahiciliğe ayrı bir katman ekliyor. Bu süreçte henüz yazarken zihnen bu mekanları tahayyül ediyor musunuz yoksa imkanlar ve/veya imkansızlıklar mıdır o seçimlerin sebebi?

Aslında sahne pek bulamıyoruz. Gerçekten imkanlar çok kısıtlı. İstanbul’da çok üretim var ama sahne az, bunları göstereceğiniz alanlar az. Sahnelerden gün almak ayrı bir dert, oyuncularla o günü oturtmak ayrı. Oyuncuların da bir programı var. Mesela bir sahneden gün alıyorsunuz oyuncu o güne uyamayabiliyor. Bazen bir ay oyun oynanamıyor ve bu bana artık çok yorucu geliyor. Mekan işine beni sürükleyen biraz bu oldu. Öte taraftan bunun çarpıcılığını, heyecanını da biliyorum ama bu, bir yazar yönetmen olarak imza olsun diye yaptığım bir şey değil. Şartlar bizi buraya getiriyor ama ben son kertede memnunum.

Monologlar Müzesi şuna yaslanıyor: iyi hikaye ve iyi oyunculuk. Zaten tiyatronun temelinde olan bu iki şeyle her yerde oyun yapabilirsiniz. Her yerde bir izleyici bulabilirsiniz. Sıfır prodüksiyonla ve etkili bir içerikle de insanı etkileyebilirsiniz. Bu anlamda çok değerli buluyorum Monologlar Müzesi’ni. Tebdil de zaten bir kafede geçiyordu, ben bunu bir kafede yapacağım motivasyonuyla yola çıkmıştım ve çok da güzel oldu. İmkanlar beni böyle düşünmeye sevk etti ama sonuçtan da memnunum. Küçük butik işleri her zaman daha çok seviyorum. En fazla 100-150 kişilik seyirciye o an dokunan işler beni daha çok etkiliyor.

Kaynak: Kültür Sanat Gazetesi

“İlk taslaklarının yazarı olmadım”

Oyunlarınızın sahnelenme sürecindeki ekip çalışmasına dair de konuşalım isterim. Özellikle yönetmenle masa başı çalışması yaparken -tüm ekip onun hayaline ortak olurken- siz metnin yaratıcısı olarak ne kadar dahil oluyorsunuz, o eser canlı kanlı sahneye taşındığında yazdıklarınızın ötesini görme ihtimali sizde ne gibi duygular uyandırıyor?

Bu soruya Şebbaz oyunu üzerinden cevap verebilirim. Metne şubat ayında çalışmaya başladım mayısta ilk taslağı çıkarttım. Ve üzerine 10 taslak yazıldı. Çok yazan bir insanım, benim için bitmiyor süreç. Hiçbir zaman ilk taslaklarının yazarı olmadım. İlk taslakta bazıları çok güzel çıkartır, o kadar çarpıcı bir metin yazar ki bu da bir yetenektir. O bende yok, o yazar ben değilim. Ben çok çalışıyorum metin üzerine ama bundan da büyük haz duyuyorum çünkü çok şey öğreniyorum. Şebbaz böyleydi. Masa başında okuduk sahne sahne ve her yerde eksiklik-fazlalık yeni bir şey buldum. O masa başı bir hafta 10 günlük bir çalışma oldu ve çok güzel şeyler bulduk. Bunları işledim ve metni çok güzel toparladık.

Ekip çalışmasına da açığım ama sınır ihlallerine dikkat ederim. Bir sınırım var, yapabileceğim ve yapamayacağım şeyler var, buna çok dikkat ederim. O sınır ihlalleri olmadığı sürece ekip çalışmasını çok severim. Kutsal kitap değil bunlar, bir metin yoğruldukça ve defalarca yazıldıkça çok kaliteli hale geliyor, çok güzelleşiyor. Bir sürü oyun görüyoruz daha ilk taslakta tamamlanmış. Ben bunu sakıncalı buluyorum kendi adıma. O tür masa başı çalışmalarını çok seviyorum, kolektif bilince de inanıyorum. Bazen bir fikir başka bir fikri doğuruyor, düşünceler, fikirler uçuşuyor ve çok acayip yerlere varabiliyor.

Bu söyleşiyi Ankara’daki kültür-sanat tutkunları için ayrı bir yeri olan Lavarla bünyesinde yapıyoruz. Sizin için Ankara’nın, Ankara seyircisinin anlamı nedir?

İstanbul’da çok güzel bir seyircimiz var ama ben Ankara seyircisini de çok beğeniyorum. Oyunlara gelen tepkilerden, analizlerden onu okuyabiliyorsunuz.

Ankara’ya gitmek birçok şehirden çok güzel çünkü çok bilinçli bir seyirci var orada. Şimdi 13 Ekim’de Tebdil geliyor Etimesgut festivaline. Zaten Gomidas oynadı, Meçhul Paşa ve Mercaniye Çok Yaşa çok oynuyor. Bu yıl Şebbaz gelecek. Bütün oyunlarım Ankara’da çok güzel buluşmalar yaşıyor.

Zaten Ankara hala böyle bir geleneğin son kalesi gibi: Paylaşmanın, birbirine fikir vermenin, birlik olmanın o dayanışma kültürünün sağ kaldığı şehirlerde birisi. Bu, o seyirciye yansıyor. Çok bilinçli ve oyunları zenginleştirici bir seyirci diyebilirim. Yani o yüzden çok önemsiyorum. Diyarbakır seyircisinde de mesela bunu görüyorum; çok bilinçli bir seyirci. Ankara’ya gelmek her zaman çok zevkli ve oyunlarımın orada olmasını seviyorum.

Pusula Banner

Paylaş:

İlginizi Çekebilir

Gizliliğe genel bakış

Bu web sitesi, size mümkün olan en iyi kullanıcı deneyimini sunabilmek için çerezleri kullanır. Çerez bilgileri tarayıcınızda saklanır ve web sitemize döndüğünüzde sizi tanımak ve ekibimizin web sitesinin hangi bölümlerini en ilginç ve yararlı bulduğunuzu anlamasına yardımcı olmak gibi işlevleri yerine getirir.