“Ankara öğrenci şehridir. Öğrenmenin şehridir.” Bir çırpıda ağızdan çıkıveren bu sözcükler, zorluğunu yaşarken hissettirir. Karanfil’den Dost Kitabevi’ne çıkan merdivenler, Yüksel ve Meşrutiyet buluşmaları. Koyu renkli montlar ve havanın soğuğuna karışan kestane buharı. Daha da dışarı attıkça tekleşen adımlar, giriftleşen düşünceler. Yaz-bahar aylarında Olgunlar’da akşam serinliği buluşmaları. Tanıdık kedilere gülümseme, tanımadıklarımıza ise tanışma tebessümü.
Öğrenmenin şehri Ankara’da, öğrenme yolunda şeffaf, kocaman birer küme bunlar. Ve bu kümeye mutlak dahil bir şeylerden söz etmek istiyorum. Çoğunun “beton yığını” dediği o şeylerden. Ankara’nın evlerinden, balkonlarından, apartman önlerinden, pencerelerinden. Bu kümeler ve elemanlarının ismi belki yuvadır, belki evdir, belki de istasyondur; bir durak, belki de yolda bir uğraktır.
Kocaman uzun pencereleri, çapraz çapraz giden parkeleri. Dut yapraklarının eğildiği dar, uzun balkonları. Bizi bu şehre en çok karıştıran da bu balkonları; karanfil ve sümbülteber saksılı. Kapı bir adım uzağımızda, derin bir nefesle karışıyoruz şehrin havasına. Bazen elimizde bir bardak çay, bazen bir bardak kahve, bazen bir şişe bira. Kimisinde dost meclisleri için kurulmuş sofralar hazırken, kimisinde inatçı bir sarmaşıktır dolanan korkuluklara. Serçelerin anaç yuvasıdır o balkonlar.
Balkonların kapı komşuları ise: Meneviş Sokak, Kuzgun Sokak, Umut Sokak, Ozanlar Sokak ve Dedeefendi. İnce ceketler ellerde taşınıyor. Dersi ve işi biten atmış kendini mekânlara. Sohbet koyu. Tunalı’dan Cinnah’ın başına gelindi.
Ekmek derdinde olanlar, derdinin derdinde olanlar döndü evlerine. Dar mutfaklı evler. Ufak fayansların üzerinde kabarmış kahverengi cilalı mutfak dolapları. Banyoları oldukça yaşlı ve eski. Acaba hangi pencere bir ağaca bakıyor, görünenin dışında. Duvarlarında hangi fotoğraflar çivili, hangi anı eşlik ediyor günlerce.
Ankara yuvamız, evimiz, istasyonumuz ya da ismini nasıl koyduysak. Bu öğrenme şehrinde gece; ağaçların, kaldırımların, balkonların, sarmaşıkların üzerine çöktüğü gibi oraya da çöküyor. Yalnızlığın uğultusuna, çokluğun tekliğine. Şehrin içine aldığı bütün unsurların imecesine yani. Bilge Karasu’nun dediği gibi “Gecenin işçileri için mutluluk, gün battığında kendini bu toprağın ortasında at koşturur görmektir, koşan atlara bakmakta olmaktır. Penceresinden, penceresinin karanlığından ayrılmadan.” Gece işçilerini “yuvalarında”, pencerelerinin dibinde görüyorum. Günü, geceyi, gecenin işçilerini, dönen değirmenin emeğini. Bu öğrenme şehri bana seyri öğretiyor, bu eylemin sancısı ve tutkusu ile. Kendi gözlerimi bulma, tanıma uğraşını öğreniyorum. Üstelik öğretmenimizin yani Ankara’mızın not, devamsızlık gibi birtakım göstergelerle de işi yok. Yaptığı şey dost omuzdaşlığı, paylaşma, pay etme. Paylaştığı bu unsurlar ise rastlaşılınca anlaşılacak türden.
Şimdi gördüğüm ve “rastlaştığım” en yürekli öğretmenime/omuzdaşıma kilometrelerce öteden iletmesi için turnalara şu dizeleri zarflıyorum:
“Allı turnam bizim ele varırsan
Şeker söyle, kaymak söyle, bal söyle.”
Yazar: Dilan Sarıgül
Antalya, 23 Aralık 2020
Kaynaklar
Allı Turnam sözleri: Halk Ozanı Hacı Taşan
Bilge Karasu (2019). Gece. İstanbul: Metis Yayınları, s. 37.
Yazıda kullanılan görseller yazara aittir.