Nuri Bilge Ceylan’ın yönetmenliği haricinde senaryo ve kurgusunu da üstlendiği 71. Cannes Film Festivali’nde ilk gösterimi yapılan Ahlat Ağacı filmi, Akın Aksu’nun Bir Taşra Köpeği kitabından ilham alıyor. Taşra kültürü, gençlik idealleri ve kahramanların içinde yaşadığı ülkenin koşullarını işleyen film, bir yandan da ana karakterin nefret ettiği babasının kendisine ne kadar benzediğini fark etmesini ele alıyor. Çanakkale’de sınıf öğretmenliği bölümünü bitirip kasabasına dönen genç Sinan, babası İdris’ten edindiği entelektüel birikimini “yaşam kültürü üzerine sayıklamalar” ve “yalnız bırakıldıklarında öyküler, denemeler ancak bir araya geldiklerinde kendi üzerine kilitlenmiş oyuncaklı bir metaroman” olarak nitelendirdiği bir kitaba aktarıyor. Metaroman, yani üstkurmaca tekniği sadece kitapta değil aynı zamanda kitap aracılığıyla filmde de kullanılıyor ve gerçek ile kurgu arasında çok boyutlu bir ilişki kuruluyor. Dram olarak sınıflandırılan filmde ana karakterin hicivli konuşmaları karamsarlığı aralarken, sahnelerin estetiği ve aydınlığı umut ışığını yansıtıyor.
Filmin özeti ise sanki bu cümlede saklı: “Anlamayacak bir şey yok. Hayatın saçmalığına karşı bir tür başkaldırı onunki aslında.” Tutunamayanlar, Öteki veya Dönüşüm’e de gönderme yapan ana karakterler, istekleri ve toplumun gerçekleri arasında sıkışıyorlar. Filmin başında neden kumarbaz ve düşkün hale geldiğini anlayamadığımız İdris’in, sonunda ideallerini ve entelektüel sanatçı kişiliğini gerçekleştiremediği için ziyan olduğu görülüyor. Kimse tarafından anlaşılamayan İdris, sıklıkla köye gidip köy işleri ile meşgul oluyor ve azimle kazdığı kuyudan su çıkarmayı ümit ediyor. Ancak bu çabaları dahi babası tarafından takdir görmüyor. Hayatta bağ kurabildiği yegane varlık köydeki köpeği. Hatta İdris’in eşi “Neymiş, dünyada onu suçlamayan tek ama tek canlı oymuş,” diyerek durumu açıklıyor. İdris üzerinden izlenen anlatılarda sosyolojik bir irdelemeyle kötünün kişilik analizi yapılıyor. İdris’in köye dönmedeki arzusu ve emekli olunca köyde yaşamaya başlaması da bir yerde geçmişe, yeniden başlamaya ve şehir ile kapitalizmin vahşetinden kaçıp doğaya dönme isteğine işaret ediyor.
Filmde yönetmenin öne çıkan özelliği olan sanatsal ve estetik sahneler izleyiciyi etkiliyor. Nuri Bilge Ceylan, diğer filmlerinde oldu gibi Ahlat Ağacı’nda da doğayı ve yerel mekanları görsel açıdan vurguluyor. Filmde diyaloglar hep yürürken geçiyor. Üstelik film, yönetmenin en fazla diyalog içeren eseri olarak öne çıkıyor. Yörenin doğası içinde geçen konuşmalar aynı anda yerel mekanları da tanıtıyor. Sinan köyde, taşra yollarında gezerken yörenin kültürü gözler önüne seriliyor ve bu biçimde film aynı zamanda bir belgesel tadı veriyor. Bir tek Sinan’ın köydeki arkadaşı Hatice ile olan romantik karşılaşmasında ikili ağaç altında durarak konuşuyor. Sanki Adem ve Havva günah ağacının altında buluşuyor ve o öpücük ilk günahı simgeliyor. Farklı çekim açılarıyla da pekişen bu sahnede yoğun anlarda zamanın ağırlaşması ve durması vurgulanıyor.
Yazar olmak isteyen idealist genç Sinan, kitabını bastırmak adına belediye başkanı, iş adamı gibi kasabanın ileri gelenlerine sponsorluk için başvuruyor ancak olumlu bir sonuç alamıyor. Film boyunca Sinan üzerinden, idealleri olan yazar olmanın zorlukları ve para, mevki, inanç gibi toplumsal kurumların eziciliği anlatılıyor. Bir sahnede Sinan kasabanın meşhur yazarı ile sohbet etme fırsatı buluyor. Yazar ile konuşması sırasında destek aradığı sponsorlara veremediği cevapları tüm ukalalığıyla ona sıralayınca yazar ile arasında gergin anlar yaşanıyor. Sinan kendini ispatlama arzusu ve gençliğin verdiği toylukla yazara yönelttiği gereksiz çıkışları ve sivri dili sebebiyle aradığı desteği ondan da bulamıyor. Yazar ile aralarında geçen diyaloglara örnekler ise şöyle sıralanıyor:
“Ben yerel olayları yazmam. Olgular yoktur yalnızca yorumlar vardır üstadın tabiriyle.” (Nietzsche)
“Okuduğu her romandan kıssadan hisse manasında bir cümle çıkaramazsa kendini kaybolmuş hisseden, o nedenle de romanı olmamış sanan o güruha dahil olduğunuzu bir an için bile düşünmüş değilim.”
“İlk kitap heyecanını bilirim. İnsan dünyadan soyutlanır. Zanneder ki herkes benim kitap çıkarmamı bekliyor. Ama sonra…” diyor yazar.
“İnsanın kendini tanıtması kendi imgesiyle imtihanı. Alıcı bekleyen köleler gibi meziyetlerini ortaya dökmeye çalışan birini okusam ne olur okumasam ne olur diyorsun.”
“Kendi gerçeğini göremeyen bir yazarın başakları hakkında söyledikleri ne kadar inandırıcı olabilir ki?”
“O mektup diğer yazarların yazmasaydım delirecektim demek için fırsat kollayan o etkinlikçi kültür kumkumaları gibi görünmelerine neden oldu.”
“At izinin it izine karıştığı bu ortamda sanatın en temel motivasyonu olarak mutlak yalnızlığı öne süren birinin varlığı size de umut verici gelmiyor mu?”
Sinan’ın yazarlık hakkındaki yargıları doğru olup izleyiciyi düşündürse de karakterimiz filmde fevri üslubu yüzünden yazardan beklediği cevapları alamıyor ve kendi biçare yazgısına doğru yol almaya devam ediyor.
Diğer bir can alıcı sahne ve diyalog ise köyün imamları ve Sinan arasında geçiyor. Bir dünyevi ve bir Sufi imam ile agnostik Sinan maneviyat, mülkiyet konularına değiniyor. Dinin varlığı ve gerekliliği üzerinden bir sorgulama yapan Sinan’a karşı dünyevi imam mutlak cevaplarını veriyor. İlk sahnede imamlar ağaçtan elma çalarken Sinan karşılarına çıkıveriyor. Yasak ağaçtaki meyveleri yiyerek ilk günahı işleyen Adem ve Havva’yı simgeleyen imamlarla Sinan arasında etik ve ahlak kavramları sorgulanıyor. Ancak konuştukları konular her etik mevzuda olduğu gibi göreceli ve çelişkili. Konuşmalar ahlak ve dürüstlükten başlayıp özeleştiriye, özgür iradeye, düzen oluşturmaya, hakikate ve kadere ulaşıyor:
“Evet ama önemli olan niyettir, dürüstlüktür,” diyor dünyevi imam. “Özeleştirimizi yapmadan bunu nasıl dile getirebiliriz ki? Kolaycılık olmaz mı? … Özeleştiri yapması gereken dürüstlüğü senin gibi kolaylıkla dile getiren herkes.”
“Mümin ahlaklı hissetmesi söylendiği için öyle hisseder. Ben ne yapayım öyle tabakta sunulmuş mesuliyeti? Tam tersi hiç kimse vicdanıyla, özgür iradesiyle baş başa kalan biri kadar güvenilir olamaz. … Bu da herkesin harcı değil. O yüzden bu cesareti gösteremeyenler de var olmayı değil, kul olmayı tercih etmiyorlar mı zaten?”
“Düzen diyorsun da bugüne kadar kemiklerden dağ ve tepeler oluşturanlar hep inananlar olmamış mı?”
“Sorunca ‘Hakikatin İslam’ın dışında olduğunu ispatlasalar bile İslam’ın yanında olmayı tercih ederim,’ demişler,” diyor diğer Sufi imam.
“O zaman inanç doğruyu bilmeme isteğidir lafının da doğruluğunu da ispatlamış oluyorsun hocam.”
“Hepimiz bir bardak suda çalkalanıp duruyoruz işte. Kader diyelim,” diyor dünyevi imam.
“Hatalar, suçlar günahlar kader mi olmaya başladı gene?”
“Teknolojik oyuncaklar o kadar güzelleşti ki kutsal kaynaklarla tatmin olunamıyor artık sanki.”
“Din kişinin kendi hakikatine ulaşmasında bir engel olmamış mıdır aynı zamanda?”
“İnsanın hakikati falan bulmak istediği yok ya! Nerden çıkarıyorsun bunları? Tersine millet realitesinden kaçmaya çalışıyor,” diye sonlandırıyor dünyevi imam.
Hikayenin sonlarına doğru Sinan değer yargılarını sorgulayarak içsel bir hesaplaşmadan geçiyor ve parayı etik olmayan yollardan bularak kitabını bastırıyor. İlk imzalı örneğini annesine verdiğinde aralarındaki ilişki ve Sinan’ın aykırılığı iyice netleşiyor. Annesi şöyle diyor: “Bazen ileri geri konuşanlar oldu senin hakkında. … Senin için normal değil diyenler hatta deli olduğunu ima edenler bile oldu. Şimdi görsünler bakalım.” “Anlaşılmayana deli demek adettir zaten. Boş versene…” diye yanıtlıyor Sinan.
Son sahnede Sinan askerden döndükten sonra babası İdris ile köy evinde oğlunun yazdığı ve en iyi arkadaşım dediği Ahlat Ağacı adlı kitap üzerine konuşuyorlar. İlk ve tek okuyucusu olan babası kitapta yer yer onu da eleştirdiği ve bunun gelecek nesillerin görevi olduğunu, ilerlemenin bu şekilde gerçekleşeceğini vurguluyor. Ayrıca bir zamanlar okul müfredatında farklı hikayelere yer verildiğini ve Ahlat Ağacı hikayesini öğrencilerine anlattığını söylüyor. Burada aynı zamanda toplumsal değişimin ve İdris’in hayal kırıklığının da altı çiziliyor. Esasında Ahlat Ağacı’nın hikayesi Sinan’ı, babasını ve dedesini birbirine bağlıyor. Tam da bu anda izleyici İdris’in idealleriyle ve gerçeklerle çarpıcı biçimde yüzleşiyor ve onu anlamaya başlıyor. Aynı anda Sinan da babasıyla özdeşleşerek ondan aldığı idealist ve entelektüel mirası kuyuyu kazarak devam ettireceğini gösteriyor. Sinan kuyuyu kazarken kendi gerçeğiyle yüzleşiyor ve yerinden, çevresinden, ailesinden bağımsız olamayacağını fark ediyor. Bununla birlikte insanın idealleri ile çatışması yalnızca taşrada gerçekleşmiyor. Büyük kentlerde yaşayan yüzlercemiz de düşlerimiz ile hayatın gerçekleri arasında kalıyor. Kimi zaman bir kısmımız İdris gibi hayallerimizi gerçekleştiremeyeceğini fark ettiğinde boşluğa düşerek yanlış yollara sapıyor. Aslında filmin sonunda vurgulandığı gibi şu unutuluyor; önemli olan ideallerin gerçekleşmesi, kuyudan su çıkması veya kitabının okunması değil bu yolda kazanılan deneyim ve birikimin tümü. Bazen de gerçekleri kabullenip bir şeylerden vazgeçmek asıl değişimin kendisi. Değişim için ise iki değil üç nesil geçmesi gerekse de ilerleme her zaman adım adım gelmekte. İdris’in dediği gibi “Unutuşun bile bir cazibesi var. İnsan biraz da zamanın içinde süzülmeli; iyi ve kötü anıları birbirine karışıp belirsizleşmeli ve silinip gitmeli.”