Kıbrıs Köyü’nü biliyor musunuz? Mamak’a çok yakın. Oralı iki delikanlı ile epey konuştuk. Ve şöyle dediler: “Bodrum gibi yer bırakılır da buraya mı gelinir?” Sabit soru. Cevabım çeşitli tabii.
Dedim Bodrum’un nesi var? Dediler güzel. Dedim kör müsünüz?
Ayaklarının dibinden müthiş bir dere akıyor. 8 kilometrelik bir vadi. Binlerce çeşit bitki… Fındık ağaçları bile var. Ceviz toplayıp yedik, düşünün. Fotoğraflara baksanıza. Şöyle yerde Bodrum’a “güzel” diyor. Bodrum güzel. Ama şurada otururken de başka şeye güzel denmez ki kardeşim.
Bu kadar batıl inanç Ankara üzerinde neden var? Neden içinde yaşayanların bir kısmı dahil birçok insan Ankara hakkında yalan yanlış bilgilere ve yargılara sahip? (Bunun bir haksızlık olduğu kesin ama belki de böyle iyi. Kıymetini bir bilseler kim bilir “pötönk” diye Kadıköy olacak Çankaya. Ataşehir olacak Eryaman. Taksim olacak Kızılay. Eminönü olacak Ulus. Hafazanallah. Hafazanallah.)
Neymiş, Ankara bozkırmış. Evet. Ankara nefis bir bozkır. Ama ormanı da var, tarihi de. Mağarası da var, suyu da. Balığı da var, barı da. Ayrıca sizin şımarık İstanbul’unuza arabayla 3 buçuk, trenle 4 buçuk saat mesafede. Elini sallasa Bolu yaylaları, Yedigöller; denizi yok ama biraz sıçrasa Akçakoca, Amasra… Biraz Karadeniz’de biraz İç Anadolu…
Ankara’da doğa yok zanneden düdük makarnalarına Türkiye’nin en yeşil ikinci şehri olduğunu hatırlatalım. Birinci Rize. İstanbul, İzmir ilk onda yok.
Nallıhan, Kızılcahamam, Güdül filan ne biliyor musunuz? Giden bilir. Kirmir Çayı kıyısına çadır kurup, dağdaki Bizans mağaralarını gezen bilir.
Ankara’da tarih TBMM ile başlıyor zanneden haspalara Ankara’nın, dünyanın ilk demokrasilerinden birinin yaşandığı yer olduğunu hatırlatalım. Hadi bunu bilmezsiniz, Hititler filan duymuşsunuzdur artık.
Neyse. Biz de nihayet dağ bayır özlemimizi giderdik geçen hafta. Kıbrıs Köyü Kanyonu’ndaydık bütün gün. Allahım ne kadar güzeldi. Çocukların yüzü gözü açıldı. O kadar çok yürüdük ve tırmandık ki ertesi gün bile perişandık. Hamlamışız tabii. Ankara’nın dibinde, merkeze 15 km mesafede böyle bir yer olduğunu bilmiyordum ben. Sohbet ettiğimiz delikanlılara sordum. Ben, dedim, has Ankaralıyım, vıcık vıcık bilirim, bu köyü de bilirdim. Bu vadiyi duymadım, gelmedim. Böyle bir şey olabilir mi?
Dediler olur: “Sen buradayken abilerimiz buraya kimseyi almazdı. Sakattı buralar. Kimse gelmezdi, bilmezdi.”
Ankara böyledir. Her bölgenin kendine göre bir “tekin değildir buralar” efsanesi vardır. Bunların en az çeyreği doğrudur. Hangi çeyreği tanrı bilir. Çinçin sakattır. İsmetpaşa geçilmez. İtfaiye’de çok silah var. Ah o Çankırı Caddesi’ni bilseniz. Gölbaşı için de “cilde, saçlara iyi gelir suyu” derlerdi. Çünkü aşırı protein varmış, cesetler hep oraya atıldığından. Ben bilmem. Gençlerin yalancısıyım.
Velhasıl geleneksel olarak yarım saatte bir “Cennet ayol buralar” deyip çöpünü unutmuş sığırlara küfür ederek günümüzü hoşça geçirdik. Çocuklar havlu almayı unuttuklarına çok üzüldüler. Nitekim soğuktan elimin zor girdiği suya girmeyi çok istediler. Çocuklar ve ben su görünce termometre tanımayız.
Kıbrıs Köyü de güzel. İnsanları şahane. Fakat Ankara’nın genel derdi orada da var: Çirkin binalar. Köye bol bol apartman gelmiş. Ama gelmez olaymış. Yani dünyanın en güzel apartmanlarını taşıyan Ankara’ya “denge gelsin” diye mi bu kadar şuursuz apartmanlar yapıyorlar bilemiyorum. O rengarenk kerpiç köy evlerinin hemen yanında böyle bir beton kazası yapılır mı? Durum şu kadar kötü ki, ben çizsem daha güzel olur o beton yığınları. Hadi mimara para vermedin, teknik liseden yeğenine çizdirdin. Yahu boya alırken kartelanın en kötü renklerini nasıl seçebildin? Sanırsın bütün yeni apartmanları Melih Gökçek yapmış.
***
Velhasıl sadece dağ bayır tecrübemiz yok. Ankara’nın entelektüel hayatına da bakıyoruz arada.
“Hacettepe Heykel”i hızlı bitirmiş, hızla sanat dünyasına girmiş, hızla kişisel sergiler ve grup sergileri açmış, sonra usulca beyaz Türk dünyasına gömülmüş, en son her normal insan gibi bundan sıkılıp taştan taşa derken yavaş yavaş gastronomi dünyasına demir atmış bir Ankara büyüğümüz var. Benim çocukluk arkadaşım, Esat bebesi, Kaan Can Bircan. Şimdi yine heykele dönüyor. Henüz teftiş edemedim ama atölye filan tutmuş, ciddi yani. Kaan’la çok hikayemiz var. Benim heykelimi yapıp satmıştı bile. Vallahi billahi. Onu sonra anlatacağım ama.
Kaan bir heykel sergisi açmıştı uzun yıllar önce. 1991’di galiba. Yılın en önemli ikinci sanat olayı -ilki Freddy Mercury’nin ölmesiydi. Sergi İstanbul’da. Afili bir salonda. Adı “Enannatum”. Böyle Mısır tabletleri tanrıları filan. Bu Enannatum sanırım bir kral, hükümdar, bir çeşit güncel olmayan Charles. İşte onun böyle iki küsur metre bir heykeli var ortada. Yerde de tabletleri yuvarlak yapmış. Duvarlarda rölyefler. Kaan bu yazı için sağolsun Enannatum’a eşek kulakları yaparken fotoğrafımı buldu çıkardı. Zaten bir bu Kaan bir de Murat Meriç’ten bir şey iste buluverirler. Mesela benden isteyin, bulmayı bütün kalbimle isterim. Mümkün değil.
Neyse ben de serginin müziğini yapıyorum. “Müziğini yapıyorum” dediysem Jean Michel Jarre gibi değil. Kaan diyor ki şundan sonra şunu koy şu araya da şöyle bir şey bul filan. Evet. Açılış böyle bi “happening” gibi. Bir müzik başlıyor, bir ışık geliyor, müzik susuyor, öbürü yanıyor, bir şeyler oluyor. İçerisi karanlık, dışarıda olaylar olaylar… İzbe bir yerde heyecan içerisinde işimi yaptım. Fakat bütün gün yorulmuşuz, hırpalanmışız, terlemişiz, ben içeride heyecan içinde (yanlış yapmamalı, yüksek sanat yanlış kaldırmaz) müzik yaparken dışarıda “canti” bir kalabalığın beklediğini unutmuşum. Lay lay çıktım dışarı. Her yer ışıl ışıl. Nasıl parlıyor. Her nasılsa insanlar da parlıyor. Mini etekli güzel kadınlar, takım elbiseli erkek evlatları… Herkes şık. Ben tabii musluk tamircisi gibi duruyorum yine. Hop, karşımda Doğan Hızlan. Herkes bir şekilli. Ben böyle elit bir ortamda aniden musluk tamircisi olarak kalınca bir afalladım tabii. Bir de yürürken kart kurt sesler duydum kaynağı belirsiz. Yok, “Kürt” kelimesi o esnada bulunmadı. Meğer ben serginin en kıymetli parçalarından yerdeki tabletlerinin üzerinde yürüyormuşum. Onlar da kırılıyormuş. Kaan sağlam yapamamışsa artık.
Neyse ki Kaan’cığım zarif insandır. Bana kötü davranmadı. Konuklar hunharca güldüler. Ben de güldüm. Mr. Bean gibi ama. Ne yapacaktım? Güldüm ve şarap içtim.
***
Gördüğünüz gibi yüksek sanattan anlarım. Ve eleştirilerimi de kırıp dökmekten korkmadan sunarım. Hazır yüksek sanattan anlıyorken Ankara heykel dünyasına da gireyim dedim. Eşe dosta sordum nasıl girebileceğimi. Aynı “Hacettepe Heykel”i, Kaan’ın sergisinden 9 sene sonra bitirecek olan Ankara büyüklerinden sevgili komşum ve arkadaşım Ece Akay’ın sergisini gezmek üzere Stüdyo Ka’ya gittim. Eski yerine. (Yeni bir yeri daha var Ka’nın. Oran’da. Kendiniz arayın bulun. Çok güzel şeyler oluyor.)
Velhasıl Ece, güzel olduğu kadar akıllı ve yetenekli bir kadın olarak harikulade bir sergi açmış: Omelas’ı Bırakıp Gidenler. Adından tahmin edilebileceği gibi Ursula K. Le Guin’in aynı isimdeki hikayesinden etkilenerek yapmış sergisini. Dikenli parafinli küçük heykeller, kurşun kalemli mürekkepli illüstrasyonlarıyla hareketli bir sergi. Ama maalesef sergiyi gezemezsiniz. Bitti. Ben son dakikada gezdim. Lakin okumadıysanız hikayeyi okuyabilirsiniz. Le Guin, Omelas’ın güzel yanını anlatıyor önce… Herkes mutlu, ne reklam var ne suç. Sonra sefil tarafını… Derken bir vicdan muhasebesi…
Oradan seçkin bir kalabalıkla (eşim Gökçe Altunay hanımefendi, Engin Öncüoğlu beyefendi ve kerimeleri Mine Öncüoğlu hanmefendi) ile Oğuz ve Ece Yalım’ın firması ARTFUL’a doğru yollandık.
Ece-Oğuz Yalım’ı uzun zamandır takip ediyor ve tanışmak için vakit kolluyordum. Maşallah akademi, tasarım, yazarlık hepsinin en güzelinden var ikisinde de. Meyhane İhtisas Kitabı’mız (nefis bir yazı yazdılar) ve onun mimarlık bölümünün editörleri Anason Kolektif sayesinde oldu bu.
Oğuz Yalım’ın resme başladığını da biliyordum. Parça parça görmüştüm bir şeyler. Fakat eser dediğinin en güzeli olay yerinde sahibiyle beraber görülür. Arkadaşlık ne için var?
Velhasıl Oğuz Yalım biliyorsunuz tıpkı benim gibi bir flanör. Şehir gezgini yani. Şehirde gezdiği yetmiyormuş gibi resimlerinde de geziyor. Hani derler ya “üstat bu eserinizde neyi anlattınız?” Demin anlattığım Kaan beni sergilerine sırf bunun için götürürdü. Ben de bir başlardım uydurmaya; efsaneydi. Bir çeşit sergi anlatıcısı olarak nam yapmıştım. Yanıma dikilip “uydursa da dinlesek” şeklinde bir fan grubum, kulak misafirliği ekibim oluşmuştu.
Kaan karışık kuruşuk işler yapıyordu. Bir keresinde okulunun ara katını gazetelerle döşemişti. Oh, bütün gün hikaye uydurmuştum. Bir defasında da efsane Pizza Tek’e yaptığı rölyeflere “bu neyi anlatıyor” diyen kızlara rölyefteki kafalardan birinin kendim olduğunu iddia etmiştim. Eric Clapton bir gece Londra’da çaldığımız yere kafası bir milyon gelmiş de efendim o gece ona bas gitar çalmışım. Kaan da oradaymış, oradaki halimden esinlenmiş, diye uyduruvermişim. Sonra düzeltmeyip unutunca ayıp oldu. Bu arada da kulaktan kulağa duymayan kalmadı. Radyoyu zor çalan bendenizin basçı olarak nam yapması da çok saçma oldu.
Oğuz Yalım’ın işleri öyle değil. Yanında bir Metin gerekmiyor. Kendi hikayesini anlatıyor. Hele resimlere bakarken Oğuz Yalım yanınızdaysa resim, görüntülü bir podcast haline geliyor. Gözünüzde yürüyüveriyor hikaye.
Bu haftalık bu kadar. Sizlere bunları Atina’dan yazıyorum. Vallahi Ankara’dan daha ucuz. Yemesi içmesi konaklaması pek çok şeyi öyle. Amma sinir bozucu değil mi? Yazmak isterseniz: [email protected]