Getting your Trinity Audio player ready...
|
Şehirlerin karakteri olduğu kesin. Bilecik hariç. (Şaka şaka sadece Bilecik milliyetçisi Rauf Kösemen beyefendiyi kızdırmak için öyle yazdım.)
Ortada karakter olunca karşılaştırması da zevkli oluyor. Ankara-İstanbul farkı hele. Kim bilir kaç kere karşılaştırdım, konu umman. Kim bilir kaç kere daha karşılaştırırım.
Geçen yazmıştım. Çok beğendim, yazdığımı tekrar yazacağım. Bütün kalbimle inanıyorum. Konya ovasına şehir kursunlar. Ankara’yı boşaltıp oraya taşısınlar, Ankaralı bir haftada Konya ovasını Ankara yapar. Bütün mekanları ve personalarıyla fark hızla unutulur.
Gidin bir de İstanbul’u taşımaya kalkın. Bir kere yarısı Konya Ovası’na ulaşamaz. Ya bulamaz, ya yolda Bolu’daki kaynına yerleşir ya Kirmir Vadisi’ni Konya Ovası sanır, ya öbür yöne gider Edirne’de bağcılık yapmaya kalkışır. Bulan yarısı da ne yapacağını şaşırır. Bir kısmı kaçar, kalan kısmı amorf bir şehir inşa eder. İstanbul’a asla benzemez.
Ben İstanbul’a ilk yerleştiğimde İstanbul’u telaşlı bulmuştum. Sürekli bir koşturma ve konuşma hali vardı. Ama bir şey çıkmıyordu ortaya. Hani derler ya “iki saat konuşuyor bir şey söylemiyor,” o hesap. Sürekli çalışıyorlar ama masanın üzerinde bir şey yok.
Mütevazı bir birey olarak uzun süre (birkaç gün) “Ulan benim bilmediğim onların bildiği bir şey olmalı” diye düşündüm. Hayır. Benim bilmediğim onların bildiği bir şey yoktu.
Çok çalışıyorlardı ama boşa çalışıyorlardı. Hiçbir şey yapmıyorlardı ama nasıl olabiliyorsa sonuç alıyorlardı.
Geçen yazımdaki genelleme faslı üzerine sevgili arkadaşım İzmir’in önde gelen güzel bireylerinden Pınar Taşkıran genellemenin kraliçesini yapıştırdı: İstanbullular hızlı hareket eden yavaş insanlardır. Ankaralılar yavaş hareket eden hızlı insanlardır. (O “İzmirliler yavaş hareket eden yavaş insanlardır,” da dedi ama onu bu yazıya eklemiyorum. Başka yazıya eklerim.)
Süper değil mi? Buradan ben de genelleyeyim: Ankaralı çalışkandır. İstanbullu çalışandır.
Ankaralı bir arkadaşım, adını vermeyeyim ama çoğunuz tanır, ona kısaca Abdülmuttalip diyelim, Ankara’ya ilk taşındığımda çok sevinmişti. Ankaralı beceriksiz projeci hallerine merhem olmak üzere “işbitirici bir iş insanı” muamelesi yapmıştı bana.
Temiz kalbinden tabii. Ben de nihai olarak Ankaralıyım ve işbitiricilik bir kenara en fazla projelerimi batırmamayı başarıyorum. Her Ankaralı gibi çok iş yapıyorum az para kazanıyorum.
Neyse. Bunlar bir kitap yapmışlar, Das Kapital yanında risale kalır. Onlarca yazarı var, çoğu meşhur. Kitabı yazmışlar; editörlüğünü, son okumasını, sayfa düzenini, her şeyini yapmışlar. Kitap baskıya hazır durumda. Neyi unutmuşlar? Nasıl basacaklarını düşünmeyi.
Halbuki biliyorsunuz kitaplar basıldıktan sonra kitap adını alabiliyorlar.
Şimdi aynı projeyi Abdülmuttalip değil de bir İstanbullu yapsaydı ne olurdu?
Projenin planını çıkarırdı. Ona afili bir sunum yapardı. Önce ya bir sponsor ya da bir yayınevi bulurdu. Sonra avans alırdı. Proje başlardı. Planlanan zamanın beş katı harcandıktan sonra planlanan projenin ⅕ hacminde bir kitap çıkardı ortaya. Ya da hiç çıkmazdı.
Sonra öyle bir iletişim yapılırdı ki o kitaba Abdülmuttalip’in kitabının beş katı bir iş çıktı zannederdiniz.
Hep mi böyle olur?
Hayır. Bazan Ankara mütevazılığı harikulade sonuçlara da yol açar.
Geçen mesela (yetenekli oldukları kadar güzel) insanlar Deniz Altay Kaya / Kayahan Kaya küratörlüğünde ve Hakan Kaynar danışmanlığında bir sergi yapıldı. Mühim tarihçi Hakan Kaynar biliyorsunuz bir entelektüel röntgenci olarak mektup topluyor. Bu mektupların bir kısmını Deniz ve Kayahan ile paylaşmış; onlar da sanatçılarla konuşarak onlara üleştirmiş. Sanatçılar da bu mektuplardan yola çıkarak harikulade eserler yapmışlar. Bütün bu faaliyet de Unite’ta nefis bir sergi haline gelmiş. Sanatçılar da Aslı Yazıcıoğlu, Ayşe İnan, Bahadır Yazıcı, Onur Çığın, Orhan Umut Gökçek, Onur Kutluoğlu ve Uğur Erbaş.
İsimlere bakar mısınız? Yıldızlar geçidi. Fikre bakar mısınız? Nefis. Sonuç? HARİKA.
Peki ne oldu? Yer yerinden mi oynadı bu harika sonuç karşısında. Hayır tabii ki. Neden? Çünkü ekip Ankaralı. Tuhaf bir gururla söylüyorum ki ortalama bir Ankaralı için iş, olduğu noktada biter. Gerisi önemsizdir. Yani bir İstanbullu için başladığı yerle bir Ankaralı için bittiği yer aynıdır.
Kayahan’a dedim ki “Abi şunu İstanbul’a taşısanıza yer bulalım.” Kayahan zarif bir insan olduğu için bana projenin şimdilik İstanbul’a gitmeyeceğini, burada varyasyonlar halinde devamının geleceğin uzun uzun anlattı.
Alt metin olarak şunu okumladım: “Olum sergi mis gibi oldu mu? Oldu. İnsanlar mutlu mu? Mutlu. Bu sergi bitti mi? Bitti. Daha ne istiyorsun anlamadım? Bu serginin etinden sütünden faydalanmak yerine yeni ve daha güzel sergiler yapalım.”
Yapın ne diyeyim. Ama sergi İstanbul’da olsaydı kopacak yaygarayı da arıyor gözler biraz.
Bir hakkı teslim edelim bu arada İstanbul’un bu huyuyla bağlantılı bir üstünlüğü de sürdürülebilir işler yapmasıdır.
Biz Ankara’da (yukarıda sergi örneğindeki gibi) birbirimize iş yaparız. Şimdilerde kapatmaya çalıştıkları ve umuyorum ki beceremeyecekleri Açık Radyo mesela. Burada da Radyo Arkadaş vardı. Yalçın Bürkev, Tevfik Güneş, Arzu Çur, Aksu Bora, Tanıl Bora, Süreyya Tamer Kozaklı, Kemal Can, Cem Öz, Hakan Kaynar, Alper Fidaner, Murat Meriç, ben, daha kimler kimler vardı bu radyoda… Tıpkı Açık Radyo gibi bir girişimdi. Biz ne yaptık? Gece gündüz çalıştık. Nefis işler çıkardık. Ankara dışına taşıyamadık. Açık Radyo ne yaptı? Sürdürdü. Sürdürülebilir yaptı. Çok yaşa Açık Radyo.
Keza, adı bozuk kendi güzel dergi Müzük. Müzük’te de eşsiz bir kadro vardı. Neşet Ertaş’la ilk söyleşiyi yapmak gibi gazetecilik başarıları da vardı. Ama ne yoktu? Sürdürülebilirlik. Bir yığın alacağımız vardı. Ama ihtiyaç kadar tahsil ederdik. Bir gözleme parası için tahsilata gittiğimi bilirim. Eh finans bile bilmeyince eşşek gibi çalışmanın ne faydası var ki?
Neyse ki hemen arkamızdan Roll çıktı ve hem harika bir dergi yaptı hem de yüzlerce sayı olarak devam etti.

Tartışma esnasında Ankaralı yumruk atar. İstanbullu bağırır. İkisi de problemi çözmez. Sürdürülebilir olanı bağırmaktır. Kavga ederek nereye kadar gidebilir ki insan?
Böyleyken böyle. En iyisi İstanbul projelerini Ankara kafasıyla yapmak sanırım.
Köşe içinde köşe
Tolga’nın önerisi*
Metin bu klasik müziğin en dibidir beni için. Bu albümü dinlemelisin: Brahms: Clarinet Quintet in B Minor, Op. 115
* Mühim Ankara personası (ve muhtarı) Tolga Arvas bana geceleri kafası güzelken müzik önerilerinde bulunuyor. Ve sabah çok nefis sürprizler oluyor onlar. Bu güzellikten sizi mahrum etmeyeyim ve yazılarımı Tolga’nın önerileriyle bitireyim dedim.