2019 Mart’ının ilk günü. Ben o zamanlar sıradan bir üniversite öğrencisi gibi yaklaşan vize haftamı düşünmekle meşguldüm. Ailemin gönderdiği harçlıktan artırdıklarımla kendime Trabzonspor’un oynayacağı deplasmanlara göre şehir rotaları oluşturuyordum. Okul ve deplasman arasında geçen günlerime şu anda olduğum yerden bakınca, üzülmeye ve sevinmeye değer bulduğum şeylerin daha hayata dair olduğunu anlayabiliyorum. Hayatla kurduğum ilişkinin artık daha sahici olduğuna dair bir teselli yanı başımda duruyor. Sevdiklerimin, arkadaşlıkların, sağlığın ve hatta kötü günlerin bile kıymetini bilerek hareket ediyorum; elbette ki beni bekleyen yeni tecrübeler yeni normalimi oluşturana dek bu böyle. Acının diyalektiği böyle işliyor.
İnsan sevdiği öznenin tahakkümü altında hissetmeden, nasıl severse sevsin öyle kabul gördüğü bir şeyle her zaman karşılaşmıyor. “Size arzunuzun imgesini tam olarak verebilecek olan şeye öyle her gün rastlamazsınız,” der Lacan. Bazen aile, bazen bir arkadaş, bazen bir sevgili, bazen de bir futbol takımı size bu imgeyi sunar. Biricik olan bu sevgi iki insanı eşitlemez, aynı özneye duyulsa bile. Bir söyleşide Onur Ünlü bu durumu şöyle özetlemişti: “Aynı kızı seviyor olmamız bizi aynı kişi yapmaz. Tıpkı aynı takımı tutmamızın yapmayacağı gibi”. Tribünde yan yana bağırdığınız, gol olunca sarıldığınız, göz göze gelip aynı hissiyata sahip olduğunuzu anladığınız insanlar görebilirsiniz. Yolunuz tribün dışında kesişse birbirinizi bir daha görmek istemeyeceğiniz, hatta kavga bile edebileceğiniz insanlar. Aynı özneye duyduğumuz sevgi bizi eşitlemez ama aynı hizaya getirebilir. Hiç olmayacak insanlarla hayatımızın kesişebileceği gerçeğini, bunun altında yatan güzelliği tüm çıplaklığıyla ortaya koyuyor tribün. Tüm endüstriyelleşmeye, kriminalize etme çabalarına rağmen bu kültürü ayakta tutan bir şey var: hayatın içinde olduğunu hissetmek.
O günlerde, tribünlerin ve Ankara’nın hafızasına yeni bir acı eklendi. Hayatının baharında, aynı takıma gönül vermiş iki genci toprağa verdi Ankaragücü tribünleri. Ankaragücü, Antalyaspor deplasmanında 4-2’lik güzel bir galibiyet almıştı. Alkollü bir sürücünün deplasman otobüsüne çarpmasıyla birlikte, sıradan bir deplasman dönüşü başkent için unutulmayacak bir travmaya dönüştü. 17 yaşındaki Mert Turgut Çakır ve 19 yaşındaki Eren Açıkgöz hayatını kaybetti.
Ben haberi internette okudum. Tanıdığım Ankaragüçlülere başsağlığı diledim. Bir sonraki hafta sonu oynanacak olan Ankaragücü-Bursaspor maçı için çeşitli takımların taraftarları Eryaman’a gelecekti. Bir nevi tribüncülerin ahde vefası. Benim de maçtan birkaç gün önce telefonum çaldı. Trabzonspor tribünlerinden iki arkadaşım, Trabzon’dan yola çıkacaklarını ve benim de Ankara’ya gelmem gerektiğini söylediler. İki genç tribüncü acı bir şekilde aramızdan ayrılmışken, Trabzonsporluları temsilen üç kişi de olsak orada bulunmamız gerekiyordu. Arkadaşımın o gün telefonda söylediği gibi: “Yoksa bu ayıp bize bir ömür yeter.”
Maç günü Ankara Gar’a inişim daha öncekilerden farklı oldu. Her zaman heyecanla ve mutlulukla indiğim o trenden hüzünle indim. Alt geçitten Maltepe’ye, oradan da GMK Bulvarı’nı takip ederek Kızılay’a yürüdüm. Ankara’nın her sokağında, şehrin havasında ve en çok da insanların yüzünde acı vardı. Koca bir şehir cenaze evi gibi geliyordu bana.
O gün Kızılay, daha önce hiç yapmadığı kadar geniş bir ev sahipliği yapıyordu sanırım. Konya’dan, İstanbul’dan, Gaziantep’ten, İzmir’den ve farklı bir sürü şehirden gelen tribüncüleri barındırıyordu. Araları bozuk olan çeşitli tribünler o gün sevgi ve dayanışmayı hatırlamıştı. Hayatta yok yere körüklediğimiz kavga ve nefretin en azından o gün için askıya alındığını görebiliyordum. Biz de üç Trabzonlu olarak Eren ve Mert’e karşı son görevimizi yapmak için buluştuk. Sakarya’da yürürken bordo mavi atkımızı gören herkes “Hoş geldiniz” anlamına gelen buruk bir baş selamı veriyordu bize. İnsanlar konuşamayacak kadar acılıydı ama o acı herhangi bir diyaloğa ihtiyaç duymaksızın birbirimizi anlayabilmemizi de sağlıyordu. Buruk bir baş selamı, vefakâr bir bakış, vakur bir tokalaşma ile.
Ulus’taki Gecekondu tribününe baş sağlığı dilemek için uğradığımızda, mahcup hissedecek kadar yoğun bir misafirperverlikle karşılandık. Biz dernek binasına girerken Gaziantep’ten gelen bir kafile çıkıyordu. İnsanlar bir yandan akşamki maç için hazırladıkları pankartlarla uğraşıyor, bir yandan da tüm yoğunluğa rağmen çay ve yemek teklifini teşekkür ederek reddetmemize “Olmaz, misafirsiniz” ısrarıyla karşılık veriyorlardı. Hayatımın en anlamlı misafirliklerinden birini Altındağ’da bir gecekonduda yaşadım.
Eryaman Stadyumu’na geçmek için Kızılay’da metroya bindik. Normal şartlar altında, stada yaklaştıkça tribünlerin sesi gürleşir ve insanın içini adını koyamadığı bir his kaplar. Gişeye yaklaştıkça tribünlerin sesi gürleşiyordu ama bu sefer içimdeki hissin adını koyabiliyordum: Matem.
Türkiye’nin dört bir yanından gelmiş el emeği pankartlar stadın her köşesindeydi. Eren ve Mert’in isimleri neredeyse her dakika haykırıldı. Trabzon’da bizim arkadaşların hazırladığı pankartları tribünün en üst sırasındaki duvara asmaya karar verdik. İki pankarttan birinde; yakın bir zamanda kaybettiğimiz, Trabzonspor tribünlerinden Gökhan Kılıç’ın ismi Eren ve Mert’in yanına işlenmişti. “Elbet bir gün buluşacağız” sözüyle birlikte. Merdivenleri çıkarken Ankaragüçlülerin Trabzon’dan gelen bizleri görmesiyle birlikte duygulandıklarını görebiliyordum. Yanlarından geçerken “Hoş geldiniz” diyenler, elini kalbine götürerek “Eyvallah” çekenler; tokalaşanlar, sigara uzatanlar, yanımıza gelip “Aç mısınız?” diye soranlara teşekkür etmek dışında ağzımızdan sadece “Başınız sağ olsun” çıkabiliyordu. Bazı Ankaragüçlüler, Gökhan Abi için “Sizin de başınız sağ olsun” şeklinde karşılık verdi. O anlar gerçekten işe yarar bir şey yaptığımızı hissettim. Birbirini hiç tanımayan ama benzer hissiyata sahip insanların yollarının acıyla kesişmesi. Devre arasında, dört ya da beş kişinin başlattığı ve saniyeler içinde biz de dahil olmak üzere tüm tribünlerin eşlik ettiği o bestenin* yankılanışı hala kulaklarımda.
Bursa ve Ankaragücü tribünlerinin sıkı bir dostluğu vardır. O gün Bursasporlular da ev sahibi sayılırdı. Arkadaşım, Ankaragüçlüler ve Bursasporluları kastederek “İnsanları yalnız bırakalım,” dedi. Maçın bitmesine yirmi dakika kala çıktık. Taziye ziyaretinin uzun sürmemesi gerektiğini bilen misafirler olduğumuzun bilincindeydik. Stat ile metro durağı arasındaki çakıllı yolda yürürken aynı bestenin yankısı arkamızdan geliyordu.
Biz üç arkadaş, hayattan erken kopan iki insanı uğurlamışız. 2019 Mart’ı, başkentteyiz. Ve bahar Ankara’ya acıyla gelmiş.
*”Deplasmanda omuz omuza
Ekmek bandık bir tas çorbaya
Ayıramaz ölüm bile
Eren ve Mert kalbimizde.”
Kapak fotoğrafı: MKE Ankaragücü resmi Twitter hesabı