“Efendiler, 10-15 sene evvelki Ankara’yı gözönüne getiriniz. Hatta şimdi bile çarşı ve pazara şöyle bir göz gezdiriniz, sanayie müteallik işlerin erbabını tedkik ediniz… Hükmümde mübalağa etmediğime kani olursunuz!”
“Efendiler” görünce hemen Atatürk alıntısı sanmayın. Yusuf Akçuraoğlu yani Yusuf Akçura lafı bu.
Akçura diyor ki, şu azınlıkları memur yapmadınız. Her bir ticareti onlara bıraktınız. Onlar da paraya pula kondu işte, biz şapa oturduk.
Bu biraz Hindistan’daki cainistlerin hikayesine benziyor. Cainizm zarar vermeyeceksin/Ahimsa ilkesinin suyunu çıkarmış bir dindir. Soluk alıp verirken börtü böcek yutmamak için maskeyle gezerler, korona olmazlar. Hafazanallah solucan filan öldürürler diye tarım yapmaz ticaret yaparlar, zengin olurlar.
Ama tabii Ankara’dakilerden en belirgin farkları şudur: Ankaradakiler yoklar. Hiç yoklar.
Peki nasıl oldu da böyle oldu?
Önce bu konuyu yazmaya başladım. Sonra dedim ki, Hakan beni döver. Hakan’dan dayak yememenin en iyi yolu ne? Konuyu Hakan’a anlattırmak. Ben de tarihçi ve Ankara milliyetçisi akademisyen (Dr.) Hakan Kaynar’a sordum.
Ankara, tarih boyu önemli bir yer olmuş. İlk demokrasi denemesi filan burada yapılmış hatta. Ama ne iştir ki çok geç şehirleşmiş. Gerçek bir şehir bile olmayan, bir liman olan İzmir bile daha çabuk şehirli olmuş… Neden böyle olmuş?
Hakan Kaynar: “Şehir” derken neyi kastediyorsun, bilmiyorum. Aslında bir tahminim var. İzmir’in Ankara’dan daha erken şehirleştiğini söylediğine göre sanırım buradaki kriterlerinden biri kozmopolitlik. Biz bu kavramı bazen yanlış kullanırız. Misal birbirinden farklı dinlerden, milletlerden insanlar aynı “şehir”de yaşadı diye, birçok şehrimize bu sıfatı yakıştırırız. Bu sıfatı insanlar için kullandığımızda, dünyanın neresinde yaşarsa yaşasın kendini evindeymişçesine rahat eden insanlardan bahsederiz. Herhangi bir yer için kullandığımızda da şu anlama gelmeli: “Kim olursa olsun oraya gelen herkesi evindeymişçesine rahat hissettiren yer.” Bu anlamda hem Osmanlı İmparatorluğu döneminde hem de Cumhuriyet döneminde çok az kozmopolit şehir var.
Kozmopolit olmak, evet, bir yere şehir sıfatını verebilir. Benim kullandığım bir başka kriter roman, çok kişisel. Bana göre eğer bir şehirde hikayesi orada geçen bir roman yazılmadıysa, orası şehir değildir. Buradan bakınca bence Adana, İzmir’den daha önce şehirdir.
Dağıtmadan soruna dönmeye çalışayım. Demokrasi denemesi derken kastın, şehrin Osmanlılar öncesi kısa bir dönem Ahiler tarafından yönetilmesiyse, tarihçiler bunu romantik bir Ankara sevgisiyle yaparlar. Cumhuriyet burada ilan edildi çünkü mayasında bu var, gibi. Böyle düşünürsek çoğumuzun tekrar toprak işlemeye, organik tarım yapmak için araştırmalar yapmaya başlaması lazım. Biz değilsek de çocuklarımız. Niye? Mayamızda köylülük var. Çoğumuzun babası, o değilse dedesi köylü değil mi? Buradan soruna şöyle bir cevap vereyim. Bir yeri oradaki binalar değil insanlar şehir yapar. Eee şu ünlü Ortaçağ formülünü işletelim, birinin şehirli olması için üç kuşaktır o şehirde yaşaması gerekir. Peki bunca köylüyle Ankara nasıl şehir olsun. Bırakın şu Ankara’nın yakasını demek istiyorum veya bu Ankara size ne etti?
Ben hızla gelmek istediğim yere geleyim. Ermeni ve sanırım onların yarısı kadar olan Rum nüfusun, Yahudilerin filan gidişiyle bütün bunların bir ilgisi var mı?
Bilemiyorum Altan! Genelde buna “evet” demeye teşneyizdir. Yani, hani Rumlar, Ermeniler, Yahudiler vardı? Ankara şöyle kozmopolitti, onlar gidince şehir olamadık, demeye. Onlar yaşarken eğer Ankara, Sivas, Amasya, Diyarbakır vs. şehir olabilselerdi, onları gitmeye mecbur eden koşullar çabucak oluşmaz, binlerce insan birdenbire Anadolu’dan eksilmezdi. 2000’li yıllarda bile memleketin köylerinde komşusu çekip gitsin de bağına bahçesine çökeyim diye ev yakan insanların olduğunu biliyorum, evi yakılanlardan dinledim.
Ferasetine inanmakla beraber köy dediğin mekanın kendine ait bir zamanı var. Tanıdığım bir şair “Biz,” dedi “1960’tan sonra köyümüzden Ankara’ya geldiğimizde Ortaçağ’dan geldik aslında.” O köy Ortaçağ’daydı, Mahmut Makal’ınki örneğin İlk Çağ’da. Yeni tanıdığım bir avukat arkadaşım, Nevşehirli, dahasını söyledi: Mağaradan gelmişler. İlerleme yalandır. Dolayısıyla yüzlerce sene orman kanunuyla yönetilen bir memleketten bahsediyor olabiliriz. Soruyu unuttuk. Ama bağlayacağım.
Ermeniler, Rumlar ve Yahudiler o vakte kadar kaldıkları gibi kalsalar, hayır, Ankara yine şehir olmazdı. Çünkü kimse kimseye karışmadı o vakte kadar. Herkes kendi mahallesinde, evinde yaşadı. Ama nasıl eğitim için bazı Rum ve Ermeniler, Yahudilerin kurduğu okula gittiyse, nasıl bazı Ermeniler bazı devlet dairelerinde görev almaya başladıklarında Türklerle meslektaş olup mesai yaptılarsa, hayatın değişimiyle gelen zorunluluklar herhalde herkesi olabildiğince karışmaya zorlayacaktı. Ama bugünün Ankara’sına bakınca bu dediğim ham bir hayalden ibaret. Bugün Ankaralı hali vakti yerindeler, surların, hendeklerin arkasında kalmış koca bir adacıkta kendilerinden daha fakir olanlarla karışmadan, arabalarından filan inmeden yaşıyorlar. Siz Çayyolululardan ve İnceklilerden bahsediyorum! Aloooo! Sana diyorum?
Ankara’nın “aşırı esnaf” olmasıyla bir ilgisi var mı?
Sanmıyorum. Birçok Avrupa şehri, şehir olmasını esnaflarına yani zanaatkarlarına borçlu. Orada çalışan formül niye burada çalışmasın? Din farkı böyle şeyleri belirleyemez sanki. Köylülerin yaşadığı, köylülerin yönettiği bir ülke olduk biz. Köylülüğü bütün iyi ve kötü anlamlarıyla kullanıyorum şehirde doğmuş ilk kuşak Ankaralı olarak. Şehirleşme için Ankara’nın önündeki engellerden biri başkent olmasıydı, bir diğeri de başkent olduğu için aldığı göçler. Yok “benim de babam köylü ama ben değilim”i bırakalım bir kenara. Hepimiz yabancıyız. Yabancı ne demek? Georg Simmel diyor ki yabancı, bir yere gelip orada kalan kişidir. Esnaflar biz yokken buradalardı muhtemelen. Ermeni olanları kovuldular, öldürüldüler. Yahudi olanlar da yavaş yavaş gittiler.
Ankara’da ne kadar Ermeni varmış? Ne oldu onlara?
Resmi kayıtlara (salname-yıllık) göre 1880’lerin başında Ankara merkezinde 367’si Gregoryen, 2 bin 837’si Ermeni, ne yapar? Gırk değil tabi. 3 bin 200 küsur. Toplamı da 10 bin küsur.
1907 tarihli salnamede ise çok değişir bu manzara. Ankara Sancağı, Merkez kazasında 62 bin Müslüman, 13 bin küsur da Gayrimüslim yaşıyormuş. 8 yıl sonra, Ermeni kaynaklarına göre 69 bin Müslüman, 14 bin 500 de gayrimüslim var şehirde. Bunların 10 bini Ermeni; Katolikler diğerlerinin iki katı.
Temmuz 1915’te Katoliklerin aralarında olmadığı Ermeniler tutuklanır, Suriye’ye doğru sonu malum yolculuğa çıkartılır. Bir kısmı Kayseri’ye gelmeden Beynam Boğazı’nda öldürülür. Ağustosta aynı akıbet geride kalan Ermeni kadın ve çocuklarının çoğunluğu için de geçerlidir. Katolik ve Protestan olanlar henüz toplu olarak Ankara’dan çıkarılmamıştır. Ama Ağustos’un sonunda onlar da tutuklanırlar. Bir kısmı öldürülecekken, Vatikan elçisinin ve Avusturya diplomatlarının araya girmesiyle bu akıbetten kurtulurlar belki ama Suriye yolculuğuna mecbur edilirler. Ankaralı bir Reji memurunun hatıraları var, Simon Arekelyan’ın: Ankara Vukuatı, Menfilik Hatıralarım. Murat Cankara, 1921 tarihli Ermenice harflerle Türkçe yazılmış bu kitabı bizlerin okuması için çevirdi, sadeleştirdi. Ankaralı Simon, tanık olduğu olayları kayda geçirmiş. Taylan Esin-Zeliha Etöz imzalarını taşıyan 1916 Ankara Yangını-Felaketin Mantığı isimli çok özenli yapılmış bir tarih çalışmasıyla beraber okunmalı.
Ankara Yahudi Mahallesi’nin adı neden İstiklal Mahallesi? Yani ne bileyim neden Hamamönü ya da Dikimevi değil de Yahudi Mahallesi’nin adı İstiklal Mahallesi?
Laf olsun diye! Biri işgüzarlık yapmış, bakmışlar ki Pera’nın ismi İstiklal olmuş, neresi var Ankara’da böyle? Benzeri yok, yani öyle şehirde yaşayan herkesin gelip geçtiği bir cadde veya işgal edilmiş de Yunanistan bayrağı asılmış bir sokak. E Ermeni mahalleleri yandı, ortada yok. Biz, demiş, nereye vereceğiz bu İstiklal adını Ankara’da? Gayrimüslimler nerede yaşıyor? Tamam, eski ismi Öksüzce, Hoca Hindi vs, onları değiştiriyorlar, yukarıda mesela Kale taraflarında bir mahallenin ismine bayılırım: Yeni Hayat.
Ankara’da neden bir İstanbul’a ya da İzmir’e göre daha keskin dönüşler vardır. Yani Ataşehir’de bir Fatihli görmek mümkündür yine bir şekilde ama sanki Çayyolu ile tebessüm şehri Pursaklar arasında bağlantı sıfırdır. Bu neden böyledir? Aynı şehirde bu kadar çarpışmadan nasıl yaşanır?
Ataşehir’e gitmedim, Fatihliyi gözünden tanımam. Söylemek istediğini anladım ama. Yine de Ataşehir’de Sultanbeylili (Lili Yar, bu da senin Çayyoluluğun gibi oldu) var mıdır, karşılaşırlar mı, hadi karşılaştılar birbirlerine karışırlar mı, emin değilim. Ankara son yirmi yılda böyle oldu. Öncesinde zenginlerin Gaziosmanpaşa’sıyla gecekondulu fakirlerin Kırkkonaklar’ı arasında sadece bir sokak vardı. Çankaya’yla Yıldız da birbirlerine o kadar yakındılar. Hacettepe’yle Yenişehir de öyleydi bir zamanlar. Ama hali vakti yerindeler hep bir uzaklaşmak, benzeriyle yaşamak; kızı olmadık bir adama varmasın ister. Çocuklarımız kolejde okusun, sitede oynasın. Ben lojmanda büyüdüm, Çiğiltepe’de. Bir yanımız Siteler, iki yanımız gecekondu. Duvarlarla çevriliydik. Bugün İncek’te falan kocaman sosyal tesisli siteler var ya, işte o lojmanlara benziyor. Ama fark şu: Gecekondulardan lojmandaki okullara gelirdi çocuklar, arkadaş olurduk. Her yer futbol sahasıydı, maç yapardık. Onların evlerine giderdim. Neden bazı çocuklar beslenmelerine haşlanmış yumurta yerine kuru ekmeğin içinde çökelek getirir, orada öğrendim. Şimdi işte siz Honolululular asker değilsiniz belki ama lojmanlarda yaşıyorsunuz. Bize de işte şehri savunmak kalıyor, savunalım ki arada gelip eğlenin. Çünkü şehir demek her şeyden önce eğlence demektir, o da banliyöde olmaz.
Şehirler keşke çocuklara göre örgütlenmiş olsaydı, ne biçim haklı olurdun o vakit. Mesela Barcelona çok uygun bir şehir buna. Ama Ankara değil. Senin tarif ettiğin sokakta oynama hayatı bugün banliyöde var. Ben hiç Ayrancı sokaklarında çocuk görmüyorum. Hele “her yer futbol sahası” filan asla değil. Bizim çocukların çok şükür dizlerinden yara eksik olmuyor. İkincisi her gün şehirden banliyöye kendini ya da çocuğunu taşımak hepten eğlence katliamı. Her gün belirsiz bir gerginlik akşam eğlencesini Zappa’nın “America Drinks and goes Home” mertebesine çekiveriyor maalesef.
Tek dert sokakta çocukların sokakta oyun oynaması değil. Kiminle oynadığı. Başka sınıftan çocuklarla karşılaşmak için onu bir başka yere götürmen gerekecek ve bu sayede başkasıyla karşılaşacak ve yürüyecek. Tek tek insanları suçlamıyorum ama şehrin bu şekilde büyümesi bunu yanında getiriyor.
Ayrancı’da yaşayıp sokağa hiç çıkamayınca ne oluyor?
Orada haklısın. Ayrancı’da sokaklar arabaların, nerede oynayacak? Ama ben sadece oyun oynamaktan değil karşılaşmaktan bahsediyorum. Başkasıyla karşılaşmaktan.Bugün çocuklar için karşılaşmak sadece okullarda mümkün. Mümkün mü? Ondan da emin olamayız.
Okullar da bölünmüş olduğu için pek kalmıyor yani.
Pek kalmıyor tabii. Bu sanki 2000’ler sonrası gelişmesi. Ankara 2000’ler sonrası değişti. Afili bir ifadeyle devletin başkentiydi şimdi Ankaralıların güzel şehri oldu. -ki Lavarla gibi ekiplerin varlığı da bunun kanıtı. Altan’ın @ankaraapartmanları hesabını düşün. Yirmi sene önce merak eden yoktu böyle şeyleri. Özel bir Ankara ilgisi hasıl oldu. Ankara ile ilgili yayın eskiden de vardı ama belediye çıkarırdı filan. Şehirde yaşayan insanın bu kadar umursadığı bir şey değildi. Bu şehirli Ankaralı sayısının arttığının kanıtı. Ama AVM’ler vb. ile radikal şekilde değişti. Gecekondu mahalleleri yakındı, uzaklaştı.
Hatta eski anlamında gecekondu mahalleleri bitti. Pursaklar mesela yeni ortasınıfın mahallesi. Belki öbür mahalle ile tanışmak filan demek lazım.
Evet. Mahalle farkı demek daha doğru olur. Her durumda mesafe çoğaldı karşılaşma imkanları azaldı. İncek mesela korunaklı, alışverişsiz kendi başına bir büyük pizza dilimi gibi.
İkimiz de “eskisi ne güzeldi” şeklinde yakınacak insanlar değiliz. Karşılaşma hikayesi zorlaştı daha fazla ve bu can sıkıcı olan. Muhtemelen Paris’te de insanlar çok birbiriyle karşılaşmıyor. Bu sadece bizim hikayemiz değil. O yüzden yine dönüp çuvaldızı güzel şehrimize batırmayalım.
Çayyollulara da batırmayalım o zaman.
Honolululara batıralım olsun bitsin.