Yaşı yirmiden az olanların, bilemeyeceği bir zamandan söz ediyorum size, Ankara o zamanlar, pencerelerimizin altına kadar sarkıtırdı leylaklarını.
(Giacomo Puccini’nin 1896 tarihinde yaptığı 4 perdelik La Boheme temsilinin giriş kısmı. Ankara yazan kısmını da ben 2017’de ekledim. Bu altın vuruş aramızda sır olarak kalabilir.)
1983 yılının baharında, Münih’te düzenlenen Eurovision Şarkı Yarışması’nda bir adam çıkar sahneye. Üzerinde balık sırtı gibi parlayan beyazdan bir smokin, ayağında ejderha derisinden bir ayakkabı, gözünde Chuck Norris’in can alıcı filmlerinde taktığı gözlüklerden bir gözlük, usulca sokularak mikrofonu alır eline. Herkes sahnedeki beyefendinin yarışmaya Malta’dan veyahut İsviçre gibi çok gelişmiş bir ülkeden teşrif ettiğini düşünür. Ancak sahnedeki bu güzel adam, ülkemizin değerlerinden Çetin Alp’tir. Abimiz cebinden çıkarttığı bayrağımıza bir öpücük kondurduktan sonra şarkıya girer: “Opera, opera, opera, opera, coşkun aryalar, la laaay laa laaaay laaay laaa laaay”.
Diğer ülkeler, bizim opera sevgimize inanmamış olacak ki kirvemiz Bulgaristan, Romanya, Almanya dahil kimse puan vermez. Yarışmadan sıfır puan alarak evine dönen Türkiye, operaya bir müddet küser. Oysa çoğu ülkenin konudan bi’ haber olduğu zamanlarda Ankara Tatbikat Sahnesi’nde Figaro’nun Düğünü’nün, La Traviata’nın en ciddi temsilleri sergilenir. Bu yazıda size operanın sadece bir belediye otobüsünün tabelasında kayan bir durak adı olmadığını, dünyanın en ünlü tenorunun 1960’lı yıllarda Ankara sokaklarında fink attığını, belki Ulus’ta kırmızı şarap içtiğini (benim tahminim) anlatacağım. Nevi şahsına münhasır Pavarotti.
Dünya’nın en iyi tenoru kimdir sorusu birçok göreceye açık, meşhur soru kalıplarından biridir. Bu sorunun cevabı Placido Domingo olabilir ya da Jonas Kaufmann, tam olarak bilemiyorum. Pavarotti için bir nitelikte bulunacaksak bu en iyi değil en ünlü olmalıdır. Sadece belli bir zümreye ait insanların dinlediği bu sanatı, herkesin rahatlıkla dinleyebileceği bir ferahlığa kavuşturması onu çok değerli bir sanatçı yapmakta. George Michael’dan Bono’ya, James Brown’dan Mariah Carey’e kadar birçok müzik türünün temsilcisi ile düet yapmış, operanın insanlara dokunabildiğini kanıtlamıştır.
Yurdumuzda ise 1960’lı yıllar batı müziği eserleri açısından oldukça zengin, doyurucu ve örnek ölçeklerde temsil edilir; sergileyenin kalitesi, izleyicinin alkışı en üst seviyelerde birbirini bulurdu. Durumu ete kemiğe büründürmek açısından şöyle bir örnek vereyim: Bir modacı, Milano Moda Haftası’nda yarattığı eserlerin arz-ı endam etmesini ne kadar ister? Bence çok ister. İşte Ankara Opera ve Balesi de kendi kulvarında saygın bir teşkilat olarak bilinen, batı ülkelerinde opera sanatı ile ilgilenenlerin sahnesine çıkmak istediği bir dünyadır.
Bu istek ve arzu ile olaya yaklaşan İtalyan Büyükelçiliği, kurumun ileri gelenlerine İtalya’da yeni yeni ünlenen bir sesten bahseder, Luciano Pavarotti!

Pavarotti’nin sinek kaydı tıraş olduğu, saçlarını sağa değil de sola taradığı zamanlardan, aklınıza gelen görüntüsünden 45 kilo daha zayıf olduğu zamanlardan, elmacık kemiklerinin elma renginde ve bir makas alınacak kadar tatlı göründüğü zamanlardan bahsediyorum. Gerekli görüşmelerden sonra Luce, La Boheme müzikalinde Rodolfo karakterini canlandırmak için 1963 yılında Ankara’ya gelir. Bu gelme eyleminden yıllar sonra La Stampa gazetesine verdiği röportajında üstat, kelimesi kelimesine şunları söylemiştir “Mesleğime Ankara Operası’nda başladım diyebilirim. La Boheme operası ile sahneye çıktım ve coşku ile selamlandım. Dopdolu opera salonlarında performans sergiledim.”
Ankara’da bir eylemde bulunmak yetmez, o eylemin nasıl sonuçlandığı da girizgah kadar önemlidir. Luciano Pavarotti için durum öyle olur, Ankara’ya nasıl geldiği, Ankara’da neler yaptığından çok Ankara’dan nasıl ayrıldığı ile ilgili spekülasyonlar günümüze değin tartışılmıştır. Dönemin Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel’e “diktatör” dediği için gönderildiğini iddia edenler, sesinin yetersiz bulunup tüm eserleri bir alt tondan seslendirdiği ve bütün orkestrayı uğraştırdığı için gönderildiğini iddia edenler, zaten 3 sahne için anlaşıldığını, anlaşma bitince ülkesine geri döndüğünü iddia edenlerin arasında hiçbiriyle ilgilenmediğimi; odamın tavanına bakarak Pavarotti’nin Ulus sokaklarında gazete kağıdına sarılı şarabı ile Zeki Müren’den Koklasam Saçlarını Bu Gece’yi söylediğini iddia ediyorum. Aksini kim kanıtlayabilir?