Menu Kapat
Kapat
Ara
Close this search box.

Kırtasiyenin Kütle Çekimi

XPzone Infinia
Okuma Modu

Ankara’nın kendisini insana açmayan, ama şehri ve hikayelerini keşfetme işini insana bırakan bir yapısı var. “Buranın nesini seviyorsun?” diye soranlara verilebilecek somut bir yanıt bulmakta çoğu zaman zorlansam da, galiba en çok kıyıda köşede kalmış hikayelerini seviyorum.

Yine böyle “Ben buranın yıllardır nesini seviyorum?” diye düşünerek anlamsızca sokaklarda dolaştığım günlerden birinde Ankara, minik bir kırtasiye dükkanının içinde duran bir bas gitardan açılan yıldızlararası bir kapı üzerinden kendi hikayelerinden birisini yazdırmaya karar verdi.

Tunalı Hilmi Caddesi’nden Kennedy Caddesi’ne doğru ara sokaklar üzerinden arkadaşımla yürürken, Abay Kunanbay Caddesi üzerindeki Pinokyo Kırtasiye’nin önüne gelince, ihtiyacım olan kalem aklıma geliyor ve kırtasiyeye giriyoruz.

Eski mahalle kırtasiyelerinden farksız, iddiasız, minik bir dükkan burası. Yükseğe yerleştirilmiş bir televizyon, beyaz floresan lamba, minik bir ısıtıcı, kafeste iki muhabbet kuşu ve hırkasıyla tezgahın arkasında oturmuş, mavi gözlü bir amca…

Ben kalemlere bakarken, yanımdaki müzisyen arkadaşım dükkanın köşesinde duran Fender bas gitarı ve iki amfiyi farkedip beni dürtüyor. Gençlik Parkı’nda Eyfel Kulesi görmek gibi garip bir durum.

– Siz mi çalıyorsunuz?

Bu soruyla beraber, bütün gün kalemlerin, kokulu silgilerin, defterlerin arasında, kafesteki iki kuşu ve gitarıyla beraber bekleyen o amca üzerinden değişik bir evren açılıyor önümüzde.

– Çalıyordum eskiden… Şimdi bazen…

Muhabbeti ilerletiyoruz. 1988 yılında Malatya’da düzenlenen Kayısı Festivali çerçevesinde katıldıkları bir etkinlikten dönerken, otobüsün bagajına verdiği ve sonra bir şekilde çaldırdığı vintage bas gitarını ve Fender amfileri anlatmaya başlıyor bize.

– Koltuğu da özellikle tam bagajın üstünde seçmiştim, çalmaya çalışırlarsa göreyim diye… Herhalde muavine para falan verdiler, muavin de kutuları yabancı birilerine verdi. Anlayan birisi almış, çok belli. Komple takım olarak götürmüşler.

Sonra tezgahın arkasında, oturduğu yerin hemen yanındaki raftan iki tane eski fotoğraf çıkartıyor. Bir tanesinde çaldırdığı bas gitar ve kabinler var, diğerinde de bu aletlerle poz verirken kendisi… Tabi kendisi çok daha zayıf ve fazlasıyla genç.

– Bunlardan almaya kalksan çok pahalı şimdi. Vintage oldu bunlar… Şimdi bulması çok zor. O zamanlar da bulması zordu. İstanbul’da Sıraselviler’de bir müzik dükkanı vardı. Oradan almıştım zar zor.

Enstrümanlardan anlayan arkadaşım, farklı tınısı olan bu aletlerin şu an için bile inanılmaz özel ve değerli olduğunu söylüyor. Kahramanımız çaldırdığı aletlerin peşini de bırakmamış. Dava açmış, iki yıl sürmüş…  Ama bir sonuç alamamış.

– Çaldırdığım şeyleri bulmak için birçok kez Malatya’ya gittim. Düğün salonlarının hepsini gezdim. Uyduruk aletler vardı hepsinde. Benim sistemi bir yerde kullansalar hemen fark ederdim. Ama bulamadım, çok aradım. İstanbul’dan da kaçak almıştım bunları. Davayı takip eden hakim faturasını falan istemişti, ama yoktu tabi…

Sonra tezgahın altından bir poşet çıkarıyor. İçinde, artık şimdiki bas gitarlarda olmayan iki metal parça var. Uzaydan dünyaya düşmüş meteordan kopan değişik bir element gibi parlıyor bu parçalar, hala yepyeni duruyorlar.

– Bak, bu parçaları hala saklıyorum. Bir tek bunlar kaldı o aletlerden… Şimdi arasan bulamazsın. Dünkü gibi duruyorlar…

Tezgahın arkasında oturduğu yerden geçmişe uzanmak hep bir kol mesafesinde. Köşede duran gitar, raftaki fotoğraflar, tezgah altında saklanan metal parçalar… Sonra tezgahın altından bir fotoğraf albümü de çıkarıyor. Siyah beyaz fotoğrafları gösteriyor önce. Ortaokul korosu… Henüz mekan İstanbul.

– Davul da çalıyordum ben. Hem bas gitar, hem davul…

Sonra 1970’lerin başlarına geliyoruz, Ankara’dayız. Dev papyonlu, İspanyol paça pantolonlu müzisyenlerden oluşan gruplar, gazino günleri, o zamanların ünlüleri..

– Ankara’da o zamanlar gazinolar başkaydı. İnsanlar ailecek gelirdi. Yoğun çalışırdık. Hep dolu olurdu. Sabah saat altıda biten program biliyorum.

Başka bir fotoğraf gösteriyor.

– Mesela bak, bu arkadaş da davul çalardı, bazen ben davula geçerdim, bazen o… Sabaha kadar sürerdi programlar. Hiç durmadan dört saat çaldığımız olurdu. Enstrümanları değiştirerek birbirimizi dinlendirirdik mecburen.

Sayfalarca dizilmiş onlarca fotoğraf… Siyah beyaz. Ama belli ki hayat o zamanlar Ankara’da daha renkli.

– Bak bu fotoğraf 1971 senesinden olsa gerek. Sen kaç doğumlusun ki?!

Sonra sıra ailesinin fotoğraflarına geliyor. Birkaç çocuğun farklı yaşlardaki vesikalık resimleri dizilmiş. Kırtasiyenin de ilk günlerinden fotoğraflar var. Pinokyo Kırtasiye. Hikayeyi sevdiği için mi bu ismi verdi acaba dükkanına? Şimdi, Geppetto Usta gibi duruyor kendi kırtasiye dükkanında.

En sonunda da askerlik fotoğraflarını gösteriyor. Askerliğini Askeri Mızıka’da yapmış. Askerlik arkadaşlarının hepsi müzisyenmiş, ama bir de Kemal Sunal var yanlarında. O da bakıyor fotoğraflardan, filmlerindekinden daha ciddi bir ifadesi ve duruşu var.

– Bu da Kemal… Askerlik arkadaşımdı.

Fotoğraf albümünü kapatıyor. Biraz daha konuşuyoruz. Müzisyenken, kırtasiyeyi neden açmış olabileceğini düşünüyorum. Bir tutunamama hali mi, yoksa bir tercih mi? Bilmiyorum, sormuyorum. Hikayenin ve şimdilik minik bir dükkana sıkıştırılmış bu hayatın gerçekliği ve doluluğu yüzümüze çarpıyor. Önünden her gün farketmeden geçtiğim küçük dükkandan çıkan hikaye, minik bir hacme sıkışmış dev bir kütle gibi. Bu yüzden üzerimizdeki kütle çekim gücü çok fazla oluyor. Ankara’nın bir ara sokağında zaman ve mekan biraz bükülüyor.

Kalemlerin parasını ödüyorum. El sıkışıp, isimlerimizi söyledikten sonra dükkandan çıkıyoruz.

Bu arada, kahramanımızın adı Zafer. Rafların arasında duran bas gitarı, tezgah altı fotoğraf albümleri, kafesteki muhabbet kuşları ve anılarıyla, Pinokyo Kırtasiye’de muhtemelen halen bekliyordur.

Yazar: Ahenk

Paylaş:

İlginizi Çekebilir