Epey süredir bir düşülke tasarlıyorum. Büyük idealler ya da kutsal kavgalar içermiyor. Gündelik hayatta rahatsız olduğum ufak tefek meselelerle ilgilenen hayali bir düzen. Kurmaca dünyamın da her ütopya gibi distopya özellikleri taşıdığını fark etmem geç olmadı. Ancak yine de vazgeçemiyorum. İnsan bir kere diktatör olmayagörsün. Sevgili vatandaşlarımı bırakamıyorum. Bensiz yapamayacaklarını biliyorum. Bu yüzden birtakım fedakarlıklarda bulunmam gerekse de pes etmeyeceğim. Siz buna alışkanlık, güce doymamak veyahut koltuk sevdası diyebilirsiniz. Alınmam, gocunmam. Öyle kadirşinas bir liderim.
Öncelikle zaman meselesi üzerine kafa yordum. Kimsenin randevusuna geç kalmadığı, işlerin belirlenen vakitte tamamlandığı, filmlerin, konserlerin ilan edilen programa göre başladığı bir dünya hayal edin. Kol saatimizdeki akrebin yelkovanın, cep telefonumuzdaki rakamların gerçekten anlam ifade ettiği bir evren. İnanması güç, biliyorum. Bu düşülkenin lisanında “beklemek” ve “bekletilmek” kelimeleri yok. Herkes dakik olduğu için “dakik” diye bir sözcük de yok.
En çok canımı sıkan ikinci konu kalabalık. Kalabalığı üçlü bir sınıflandırmaya tabi tutuyorum: İnsan Kalabalığı, Ses Kalabalığı, Görüntü Kalabalığı. Her biri için detaylı düşünmem, yenilikçi projeler üretmem gerekti. Özellikle ilk konu beni bayağı zorladı. İnsan kalabalığını azaltıp rahatsız etmeyen düzeye indirirken eşitsizliklere yol açmamam gerekiyordu. Serbest dolaşım ilkesini kaldırdım. Her türlü yerleşme, gezip tozma eylemlerinde kota var. Sözgelimi İstanbul’da yaşamak istiyorsunuz diyelim. Kotalara göre bir defalığına üç ay şehirde kalabilirsiniz. Sınırlamalar sayesinde tarihi yarımadanın tadını çıkarabiliyorsunuz çünkü nüfus azalmış, trafik yok, her yeri doya doya geziyorsunuz. Çok sevilen butik bir kahveciye ayda bir gidiş hakkınız var. Her sergi için yıllık bir bilet alabiliyorsunuz, akıllı uslu biri olursanız iki bilet. Müzelerde bir resmin önünde en fazla üç kişi bulunacak, koridorlarda gürültü olmayacak şekilde herkese özel giriş çıkış saatleri belirlenmiş. Düşülkenin ilk sloganı: Az ama öz.
Ses kalabalığından kurtulmak için insanları bebeklikten itibaren sıkı bir eğitime tabi tutuyoruz. Bu ülkede çocuklar şımartılmıyor. Markette istediği alınmadığında ortalığı yıkan küçük şeytanlar göremezsiniz. İnsanlar bağırmadan tartışabiliyorlar. Birbirlerine uzaklardan seslenmiyor, yanlarına gidip konuşuyorlar. Toplu taşımada yapılan sohbetler arka koltuğa ulaşmayacak şekilde yapılıyor. Mümkünse hiç yapılmıyor. Metrodan, otobüsten inip, bir yerde oturup sakin sakin muhabbet ediliyor. Kamusal alanda telefonla konuşan birinin tüm özel hayatını öğrenmek zorunda kalmıyorsunuz. Üst daireden bangır bangır müzik sesi gelmiyor.
Görüntü kalabalığından kurtulmak da çok sıkı kurallar gerektirdi. Düşülkenin ikinci sloganı: Sadelik mutluluktur. Rastgele bir sokağa girdiğinizde tüm dükkan tabelalarının birbiriyle uyumlu renk ve fontlarda olduğunu, bu tabelaların hiçbirinin aşırı büyük ya da küçük olmadığını hayal edin. Yan yana dizili apartmanların irili ufaklı olmadığını, cephelerin sade ve birbirine yakışan renklerle boyanmış olduğu düşünün. Kimse balkonlarını pimapenle kapatmamış, seçim öncesi kaçak kat çıkmamış konutlarına. Kaldırımda, ağaç diplerinde göremediğiniz çerin çöpün sebebi de yine eğitim. Bu ülke vatandaşlarının en önce öğrendikleri konu kişisel ve kamusal temizlik.
Şehir planlamasında ve de mimaride öne çıkan sadelik, gündelik hayatı da etkisi altına almış durumda. Göz yoran uyumsuz kombinlerle sokağa çıkmak kabahatler kanununda yer alıyor. Özellikle erkekler baskıcı bir gözetim altındalar, alakasız kemer ve ayakkabıları ile dışarı adım dahi atamıyorlar. İnsanlar dışarıda gösterdikleri bu özeni, ev içerisinde de sergiliyor.
Öncelikle, evlerin içi çirkin parlak mobilyalarla donatılmamış. İhtiyaca önem veriliyor ama asla estetik kaygılardan taviz verilmiyor. Az ama öz ile sadelik mutluluktur ilkelerinin en nadide birleşimini düşülkenin salonlarında görebilirsiniz. Bu ülkede zabıtaların asli görevi mahallelere ve hanelere “göz zevki” denetimi yapmak. Görüntü kalabalığının sebebi olduğu anlaşılan birey zorunlu bir programa tabi tutuluyor, bir süre sadece görsel sanatların en güzel eserleriyle haşır neşir oluyor. Söz konusu kişi hâlâ daha belli bir düzeye erişemezse, satın alma ehliyetine sınırlama getiriliyor ve vasi atanıyor.
Kalabalık meselesini hallettikten sonra düşülkemde yoğunlaştığım üçüncü başlık: Kabalık. Bu problemi de iki ayrı branşta ele alıyoruz: Kişisel Yaşamda Kabalık ve Sosyal Yaşamda Kabalık. Ceza kanununun çok sayıda maddesi bu iki hususa ayrılmış durumda. Kabalıkla mücadelenin temel ve düşülkenin üçüncü ilkesi, her insan kendine has bir bireydir. Küçük yaşlardan itibaren insanların zihnine yerleştirilen bu düşünceyle beraber ilk önce hadsizliğin önüne geçiyoruz. Kimse kimsenin -eş, sevgili, anne, baba, abi, abla, uzak yakın akraba, patron fark etmez- olsun hayatına karışamıyor. Bu ülkenin vatandaşları başkalarının tercihleri için olumsuz yorumlarda bulunmak, bu tercihleri yargılamak hakkını kendinde bulmuyor. Sadece beğenmek hakları var.
Kimsenin hayatının güllük gülistanlık olmadığının ayırdında olarak, ev içerisinde ve kamusal alanda vatandaşların dikkat ettikleri ikinci husus, gülümsemek. Kapıda rastlaşılan komşuya günaydın demek, para üstünü alırken simitçinin halini hatrını sormak, içerisinde bulunulan psikolojik durum itibariyle her zaman kolay olmaz. Bu sebeple insanlardan beklentimizi asgariye düşürüyor, herhangi bir diyalog kurmasalar bile muhataplarına tebessüm etmeleri gerektiklerini her zaman anımsatıyoruz. Kadın erkek yaşlı genç fark etmeksizin bir diğeri için kapıyı tutmak, sıra vermek olağan fakat değerini asla yitirmeyen alışkanlıklar. Teşekkür ediyoruz.
Kabalıkla mücadele için üçüncü önlemimiz iki cümleyi insanların zihinlerine kazımak: Teşekkür ederim ve özür dilerim. Düşülkede kimse özür dilemek ve teşekkür etmekten erinmiyor. Bunu bir zorunluluk olduğundan değil, içlerinden geldiği için yapıyorlar. Gurur yapmıyorlar, hatalarında ısrar etmiyorlar. Hele hele üste çıkma çabasına hiç rastlanmıyor. Çünkü insanlar bu davranışın karşıdakinin gözünde kendilerini daha çok küçülttüğünü biliyorlar.
Sosyal yaşamda kabalıkla mücadelede şahsi mesele haline getirdiğim konu: Tiyatro ve sinemada nasıl davranılması gerektiğinin bilinmesi. Passolig uygulamasının bir benzerini kültür sanat etkinlikleri için getirdim. Oyun temsili sırasında telefonu çalan, fotoğraf çekmeye çalışan, yanındakiyle fısıldaşan, oturup kalkan kişi tespit ediliyor. Tespit edilen kişi bir yıl süre ile tüm etkinlik ve gösterimlerden men ediliyor. Fotoğraf çeken kişinin fotoğrafını ifşa ediyor, tüm sosyal platformlarda ve kamusal alanlarda paylaşıyoruz. Düşülkenin kısasa kısas özellikleri taşıyan tek hukuk kuralı bu. İlkel olduğunu kabul etmekle birlikte, başarısı tartışılamayacak bir uygulama. Aynı katı kurallar sinema salonları, müzeler, sergiler için de geçerli. Düşülkenin insanları seyrettikleri oyunun içerisinde rahatlıkla kayboluyor, izledikleri filmi yaşıyorlar.
Elbetteki ilgilendiğim sorunlar saydıklarımla sınırlı değil ancak küçük şeylerin hepsine birden yetişmek güç. Her şeye yetişemeyen bir diktatörüm, bu beni biraz üzüyor. Üzüldükten sonra kendimi devlet nişanıyla onurlandırıyorum, geçiyor. Aynı zamanda düşülkenin gerilediği dönemler de oluyor, kabul etmek gerekiyor. Bu ülkede yarış yok, kulvar yok. Zamanın düz bir çizgide ilerlemediğini biliyoruz. Bugün dünden daha çok paramız veya eşyamız olması gerekmiyor. Yarın daha çok mutlu olmamız gerekmiyor.
Bu arada, çok üzüldüğünü gördüğüm vatandaşlarımı da devlet nişanıyla ödüllendiriyorum. Ihlamur ısmarlıyorum, sohbet ediyoruz.
Kapak Görseli: Calvino’nun Görünmez Kentlerinden Zaira için Karina Puente tarafından yapılmış bir illüstrasyon. Daha fazlası için, buyurunuz.