Getting your Trinity Audio player ready...
|
Artık neyin niye hedef olacağını el yordamıyla buluyoruz. Yaptığınız bir espri ya da yazdığınız bir haber, güldüğünüz bir şaka, eğlendiğiniz bir şov: Tebrikler, Türkiye tutuklular listesine girdiniz. Sesler giderek kısılırken, kültürel erozyondan herkes ve her şey nasibini alıyor. Bazen şarkılar, bazen yüzlerce yıllık bir kubbenin deseni.
“Kaba kuvvete yasak olsun kabul/ Yasak olsun baskı işkence/ Ama niye yasak doğruya/ Bilime sanata yasak niye?”
1984 yılında Devekuşu Kabare tarafından sahneye konan Yasaklar müzikalinden bu sözler. 12 Eylül darbesinin üzerinden dört yıl geçmiş. Türkiye her gün yeni bir yasağa uyanıyor, şarkılar işkence aracı olarak kullanılıyor, içinde “Rus” yazdığı için ansiklopediler toplanıyor, gazeteler kapanıyor.
Derya Bengi 80’li Yıllarda Türkiye: Sazlı Cazlı Sözlük: “Yaprak Döker Bir Yanımız” kitabının önsözünde, o günlerin halini “Yasaklar denizinin yüzölçümü geniş dibi derindi” sözleriyle tanımlıyor.
Türkiye’nin, ifade özgürlüğüyle oldum bittim arası iyi değil. Biraz daha geriye gidelim; 1954-1958 arasında, basın suçlarından 1.161 kişi hakkında kovuşturma açılmış, bunların 238’i mahkum edilmiş, hapis cezalarının toplamıysa 682 ay (57 yıl).
Baskı ve sansür hayatımızın mütemmim cüzü bir yerde, değişmiyor. Buna karşılık, adım adım boğuculuğu yeni sayılır.
İkili delilik
Sezen Aksu’nun şarkısı “İkili Delilik”, bugünlere yazılmış gibi: “Artık hayatımdan çıksan diyorum/ Bu ikili delilik sona erse/ İkimiz için de hayırlısını diliyorum/ Hiç olmamış gibi davranabilmeyi/ Bu yok ediciliği anlayabilmeyi/ Bir bilsen ne kadar, yürekten istiyorum.”
Tiktok’u seviyorum. Ona katlanamayan pek çok yaşıtımın aksine, “Oralarda neler oluyor” hissi beni kendine bağlıyor. Çoğunlukla ben de bir sürü şeyi dayanamayıp geçiyorum ama bazıları zihnime takılıyor ve takılanların peşine düştüğümde bu ara hangi şarkıların popüler olduğunu ya da makyaj videoları eşliğinde anlatılan trajedileri yakalayabiliyorum. Bir ara (bundan beş yıl evvel yani) şiir okuyan erkekler vardı, sonra yemek videoları, sonra turşu kıtırdatma…
Videolar kadar videolara eşlik eden şarkılar da önemli. O şarkılara takılıp yalnızca Türkiye’nin değil, dünyanın da modasını takip etmek mümkün. Bu biraz merak, biraz gazetecilik, biraz da dümdüz vakit geçirme için yaptığım gezilerde son zamanlarda şöhreti Türkiye’yi de aşmış bir rap sanatçısına denk geliyorum. Şarkıcının adını bir başka sansür çağrısı gibi görünmesin diye vermeyeceğim ama anlaşılması zor değil. Şöyle diyor: “Kızın fotoğrafı Dubai’deyse bizden birileri götürmüş onu/ Yani kötü olmuş, moruk, kurabiye gibi yemişler onu.” Devamı daha karışık, daha küfürlü. Konuya hiç hakim olmayanların bile imayı çok net anlayacağı şarkının başka bir boyutu da var, BBC haberiyle gündeme gelen Dubai’deki kadın istismarı çetelerine işaret etmesi. Nereden baksanız, insanı güldüremeyecek, eğlendirmeyecek bir içerik. Bu şarkı “hit” oluyor, onunla bir sürü video çekiliyor yine.
Bir eseri bir diğer eserle savunmak zorunda kalmayı son derece üzücü buluyorum. Hep örnek olarak Huysuz Virjin’in fonunda olduğu 90’lar örnek gösteriliyor ama o zaman televizyonda sadece o yoktu. Hayat o zaman da daraltıcı siyasal iklimle “her şeyi” bir anda keşfetmenin şehvetine kapılmış programlar arasına sıkışmıştı. Sanatçıları gafil avlayan magazin flaşları, ağır ayrımcı bir dil ve kadınların figüran olarak kendine yer bulabildiği bir hayat. Bugüne gelen yolun taşları örülmüştü ama bugün ne olacağını o günden tahmin etmek de zordu. Nihayetinde, henüz ne herkesin birbirini aldattığı gündüz kuşağı programlarına hakimdik ne de herkesin gözü önünde işlenen cinayetlere yine televizyonda çare arayan sunuculara. Palu ailesi yoktu meydanda.
Sonra sinsi bir sansür işlemeye başladı. Mesela yine Huysuz Virjin, televizyondan aforoz edildi. Seyfi Dursun’un bir programa Huysuz Virjin personasıyla katılması, o kanalın kapatılması için yeter gerekçe sayıldı. Pek çok şey giderek seyreldi böylece. Yerlerine daha çok mafyanın, daha çok silahın, daha çok erkeğin ve şiddetin içine serpiştirilmiş aşklar ve kadınlardan ibaret diziler ve programlar geldi. Uyuşturucu satmadığı için “delikanlı” sayılanlar, devletin işlerini halleden “mafya”lar normalken Süper Baba, Şehnaz Tango gibi konusu kendine özgü diziler hiç görünmez oldu. Seküler/dindar kesim tartışması içeriyor diye yıllardır milyonları ekrana kilitleyen Kızılcık Şerbeti bile “kamuoyu takdiri” denilen o ucu bucağı belirsiz asit yağmurundan nasibini aldı.
Her an her yerde suçlu olma potansiyeli
Bugüne geldik. Şimdi bütün bunların hepsi normalleşmişken nereden başladığı bilinmez sosyal medya kampanyaları bir anda gündemi işgal ediyor. Son bir haftaya bakalım:
– Mabel Matiz’in “Perperişan” adlı şarkısı için Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı, 5651 sayılı Kanun kapsamında “kamu düzeni ve genel sağlığa aykırılık” gibi gerekçelerle şarkının sosyal medya ve dijital platformlarda erişiminin engellenmesini talep etti. Ardından İçişleri Bakanlığı, Matiz hakkında İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’na TCK’nın 226’ncı maddesi çerçevesinde yer alan “müstehcenlik” maddesiyle suç duyurusunda bulundu. Matiz, iddiaları kabul etmedi, ifadelerin yanlış anlaşıldığını söyledi.
– Bu gündem soğumadan yeni bir gelişme yaşandı. Soğuk Savaş adlı YouTube / sosyal medya programının sunucusu Boğaç Soydemir ve konuğu Enes Akgündüz hakkında, “İçki tüm kötülüklerin anasıdır” hadisi üzerinden yapılan espri nedeniyle “halkı kin ve düşmanlığa alenen tahrik veya aşağılama” suçlamasıyla iddianame hazırlandı. Espriyi yapan Soydemir ve ona gülen Akgündüz tutuklandı.
Bu baskı döneminin en çok kullanılan argümanları; “terör”, “halkı kin ve nefrete teşvik etmek”, “kamusal düzen,” ve “gençlerin zihinsel gelişimi”. Medya ve Hukuk Çalışmaları Derneği’nin raporuna göre, Türkiye’de ifade özgürlüğü davalarının yüzde 60’ı doğrudan terörle ilişkilendiriliyor. Yani her an bir senaryo ya da şarkı sözü ya da espri “suç” kategorisine girebilir.
Beni yak kendini yak her şeyi yak
Madem Sezen Aksu şarkısına atıfla başladık, onunla devam edelim. Yine geçen haftanın gündemiyle devam edersek, yaşanan bir olay Demokles’in tepemizde salınan kılıcının yalnızca modern üretimleri hedef almadığını da ortaya koydu.
UNESCO tarafından 2011 yılında Dünya Mirası Listesi’ne alınan Selimiye Camii’nde 2021 yılında başlayan ve aslında bitirilen restorasyona yapılan bir itiraz gündeme geldi. Biten projedeki kalem işlerine ve hatlara itiraz eden ve kendine “Selimiye Camii Tetkik ve Tahkik Heyeti” diyen grubun projesi mevcut kubbe deseninin tamamen yanlış olduğu iddiasındaydı. İşin uzmanlarını ayağa kaldıran proje şimdilik durduruldu.
Fakat Selimiye Camii ile gördüğümüz tarihi eserlerin restorasyonu meselesinin ortaya koyduğu bir gerçek var: Anadolu’nun pek çok yerine yayılmış tarihi cami, köprü, kervansaray ve kapalı çarşı çoktan “beyaz sıva” ile tanışmış.
Modern dünyanın sanatına savaş açan aklın geleneksel dünyayla uyumlu olduğunu düşüneceğimiz bir argümanımız da yok artık elimizde. Yani hem sesimizi hem neşemizi hem de hafızamızı aynı anda kaybetme riskiyle karşı karşıyayız. Otosansür mekanizmalarının daha güçlü işlemesi de cabası.
Yine 80’lere döneceğim. Kitapların yakıldığı, şarkıların yasaklandığı günlere. O günlerde bir şarkı çıkmıştı. Sözlerinde örgüt geçmesi bile cesurdu zamanına göre:
“Gömdüğümüz kitaplar çiçeklenmiş
Örgütlemişler baharı
Karakolların önü lacivert, yeşil, sarı
Örgütlemişler baharı”
Her şeye rağmen, şarkıların, şiirlerin ve sanatın gücüne ikna olduğumuza göre, söyleyeceğimiz tek bir şey var: Bu abluka dağılacak.