Masumiyet Müzesi’ni okumam ile hayatıma iki yeni kavram girdi: Kaba oyalanmalar ve diplomatik küskünlük. Diplomatik küskünlüğün buruk tanımı bir yana dursun, kaba oyalanmalar kavramı birçok boşluğuma ilaçtı. Tabii benim kaba oyalanmalarım romandaki gibi hayatın amacını kaybettiğimden değil. Bazen bir haberin gelmesini, bazen sevdiğimin şehre dönmesini, bazen de bir seyahate çıkmayı beklerken… Sadece zaman geçip gitsin istediğimden. Ancak elimde Masumiyet Müzesi ile Çukurcuma’daki antikacıları turlayıp ardından Füsunlar’a gidişim oyalanmanın çok ötesindeydi. Hayatımda ilk kez bir romanın müzesini gezecektim.
Siz de okuduğunuz bir romanın dizi ya da film uyarlamasını izlediğinizde bir eksiklik, olmamışlık hisseder misiniz? Ekranda satır aralarında yakaladığınız detayları göremezsiniz, okurken gözünüzde canlandırdığınız gibi olmaz kahramanlar, sokaklar ve evler… Peki ya romanın müzesi? Füsunlar’ın Çukurcuma’daki evine sekiz yıl boyunca ben gitmişim gibi bir tanıdıklık duygusuydu müzeyi dolaşırken beni esir alan. Televizyon şu köşedeydi, caddeye bakan balkon burası, kuşları bu odada resmettiler, merdivenlerden çıkınca Füsun’un odası… Ve hikâyenin sonunu bilmenin getirdiği hüzün.
4213 izmarit ile müzeye girer girmez karşılaşıyorsunuz. Kemal’in Keskinler’e gittiği akşam yemeklerinde Füsun’un söndürüp attığı izmaritler, toplandığı gün ile ilgili küçük notlar düşülerek duvara sabitlenmiş. Müzenin ikinci katında zamanda yolculuk başlıyor. Kitaptaki 83 bölüm, küçük vitrinlerin içinde hayat bulmuş. Hikâyenin başlangıcı olan Şanzelize Butik’in vitrinindeki çanta, Kemal’in Merhamet Apartmanı’nda biriktirdiği tuzluk, ayva rendesi, Keskinler’in televizyonunun üstünde duran köpek bibloları, Füsun’un küpeleri… Her şey oradaydı. Okurken hayal ettiğim her şey gözlerimin önündeydi. Masumiyet Müzesi romanı yaşamak kadar, eski İstanbul’u da yaşamaktı.
Müzeye kitabın sayfaları arasına gizlenmiş bir biletle giriyorsunuz. Siz siz olun, Orhan Pamuk’un seslendirdiği rehberlerden alın. Koleksiyonun parçalarının hikâyelerini yazarın sesinden dinlemek, size romanı baştan yaşatacak. “Müzegezer zaman duygusunu unutacaktır, hayatta en büyük teselli budur,” diyor yazar satır aralarında. Ben müzeyi gezerken zaman duygusunu unutmak ile aşkın peşinde geçmiş zamanı derinden hissetmek arasında gidip geldim. En büyük teselli hangisidir, henüz bilmiyorum.
Masumiyet Müzesi çıkışında İstiklal Caddesi’nde yavaş yavaş yürüdüm. Mevsimlerden bahardı, İstanbul her zamanki gibi kalabalıktı. İnci Pastanesi’nde sokağa bakan masalardan birine oturdum, profiterol yiyip çay içerken gelen geçeni izledim. Yazarın da dediği gibi “Bu, evden çıkmanın, divan şiirindeki şarabın, sevgiliyle yan yana oturmanın mutluluğu kadar, sokaktaki kalabalıkla birlikte olmanın da mutluluğuydu.” Ve bana kalırsa şehre karışmak, kaba oyalanmaların en güzeliydi. Hatta oyalanmadan da fazlasıydı.