Haziran 1970’ler
“Ona kötü bir şey olsun istedim. Bana âşık olsun istedim.”
Lale Müldür
“Ne iyi yaptık da geldik buraya,” dedi Nazlı, elindeki havluyla ıslak sarı saçlarını kurularken. Kemal göz ucuyla, Nazlı’nın saçlarından yanık tenli omzuna düşen damlalara ve güneş ışığıyla belirginleşen mavi gözlerine hayranlıkla bakıyordu. Nazlı’nın çekim alanından uzaklaşabilmek için önündeki Tekel birasından bir yudum alarak “Yazın Ankara’da tek sevdiğim yer burası olabilir,” dedi. Cümlesini tamamladı, Nazlı’ya kaçamak bir bakış daha attı. Nazlı bu bakışı kaçırdı çünkü sükûnetle gölü izliyordu. Onun karşısında oturan Funda’dan ise “Ben deniz çocuğuyum, manzaram denize bakmazsa olmaz. Zaten dört yıl buraya nasıl katlandım hâlâ aklım almıyor,” cümlesi geldi. Funda İzmirliydi, çok güzel gülüyordu, bozkıra zor alışmıştı. Funda’nın tam yanında oturan sevgilisi Ünal ise doğma büyüme Ankaralıydı. Bu tip meseleleri dert etmeyen bir mizaca sahipti. Ünal, bitirdiği sigarasını yenisiyle değiştirip, yükselen dumanların arasından “İstanbul’a gidince burayı çok ararsın Nazlı Hanım,” dedi, Nazlı gülerek “İstanbul’a gidince hepinizi mutlaka bekliyorum,” deyip gözlerine düşen güneşi kesmek için büyük çerçeveli beyaz güneş gözlüğünü taktı. Kemal, masadaki eğlenceye ortak olmadı. Ünal’ın cümlesi canını sıkmıştı. Evet, Nazlı gidiyordu. Sonra? Sonrası yoktu, büyük bir boşluktu kalan. Nazlı’ya çok âşıktı lakin kendisinin haberi yoktu bu durumdan. Hatta yakın arkadaşları Füsun ve Ünal dâhil olmak üzere hiç kimse bilmiyordu bu gerçeği. Üniversitede tanışmışlar, kısa sürede iyi bir arkadaş grubu oluşturmuşlardı. Füsun ve Ünal’ın ilişkileri kısa sürede başlamış ama Kemal ve Nazlı birbirlerine hep teğet geçmişlerdi. Şimdiyse en büyük yol ayrımı gelip çatmıştı.
Kemal, birasından bir yudum daha aldı, şişenin dibine gelmişti. Kafasında biriken çoklu duygu durumunu dağıtmak için garsona el etti. Garson gün boyu çalışmaktan ter içinde kalmış gömleğiyle masanın başına dikildi. Kemal garsona önce arabasının güvende olup olmadığını sordu. Park yeri nedense güvenli gelmemişti ona. Tunalı’dan buraya arabanın pencereleri açık, saçları savrularak adeta Büyük Sinema’da izledikleri havalı Amerikan filmleri tadında gelmişlerdi.
Kemal, dışarıda bekleyen Impala’yı babasından bir günlüğüne özel izinle almıştı; mezuniyet serbestliği, Nazlı’ya veda hatırası. Yoksa sert mizaçlı bir hakim olan babası, hayatta arabasını vermezdi. İntizam, disiplin, ciddiyet babasının hayatının merkeziydi. O, eve gelmeden yemeğe başlanmaz, o kalkmadan sofradan kalkılmazdı. Nadir olarak güler, karşısında bacak, bacak üstüne atılamazdı. Arabalara zaafı vardı, çok sık yenilerdi arabasını. Impala’yı da yeni almıştı. Gözü gibi baktığı arabasının anahtarını Kemal’e verirken uzun bir uyarı söylevi çekmişti. Radyoyla bile kurcalanmasından hoşlanmazdı. Arabanın alındığı gün mağrur bir şekilde önünde fotoğrafını çektirmişti. Şimdi aile albümümün en önemli kısmında yer alıyordu o fotoğraf.
Garson, Kemal’e hiç merak etmemesini, arabayı sürekli kontrol ettiklerini söyledi. Kemal’in içi biraz rahatladı. Kendisine bir şişe daha bira söyledi. Masanın diğer sakinleri yeni bir şey istemediler. Garson kısa sürede elinde tepsi ve beyaz bir peçeteyle şişeyi getirdi, masaya bıraktı. Tam bu sırada gölden kuvvetli bir rüzgâr esti, renkli şemsiyeyi yerinden oynattı. Garson çevik bir hamleyle şemsiyeyi tuttu, yerini sağlamlaştırdı. Rüzgâr geldiği gibi gitti, hava eski sıcaklığına kavuştu ama Kemal’in iç dünyası şemsiye gibi sallanmaya devam ediyordu. Ne kadar güzel geçiyordu gün hâlbuki, biraz önce hep birlikte gölde yüzmüşlerdi. “Acaba o da beni seviyor mudur” diye düşünmüştü Kemal. Suyun içinde Nazlı’yla elleri kısa süre de olsa birbirine değmiş, birbirlerine gülümsemişlerdi, sanki bir şeyler olacak gibi hissetmişti Kemal. O an bile hızla miş’li geçmiş zaman dilimine dâhil olmuştu. Şimdi ise bu gitme muhabbeti yüzünden her şey değişmişti. Nazlı yoksa Ankara’dan da geriye bir şey kalmayacaktı, belki de gitmenin zamanı gelmişti, zihne kazınan mekânları bellekten silmenin de… Ama bu sefer geç kalmayacaktı, bugün Nazlı’ya açılacaktı.
Kemal’in zihninde kalabalık bir koro söylenip duruyordu. Masadaki sohbete dahil olmakta zorlanıyordu. Tam bu sırada lokantanın hoparlöründen Nükhet Duru’dan Melankoli çalmaya başladı: “Beni en güzel günümde, sebepsiz bir keder alır, bütün ömrünün beynimde acı bir tortusu kalır.” Kemal, önce şarkıyı dinledi, sonra da birasından bir yudum aldı. Güneş ışınının göle düşmesini izledi bir süre. Funda, Kemal’in sessizce ufka dalışını hemen fark etmişti “Ne oldu Kemal, daldın?” dedi. Kemal, zihninden geçenlerin anlaşılacağı korkusuyla ilgi odağını kendinden uzaklaştırmak için komik üniversite hatıralarını masaya serdi. Herkesi de bu eğlenceli hafıza oyununa davet etti. Anılar anıları hatırlattı, bol bol güldüler. Kemal’in keyfi azıcık da olsa yerine gelmişti. Güneşin rengi sarıdan turuncuya döndü. Garson şemsiyeyi kapattı, Eymir şimdi daha net bir şekilde önlerindeydi. Güzel bir gün daha bitiyordu. Nazlı çantasından saatine baktı, gitme teklifinde bulundu. Masanın geri kalanı da bu teklife onay verdi. Hesabı istediler, bahşiş bırakarak arabanın yanına doğru gittiler. Ünal kaşla göz arasında bir sigara daha yakmıştı, arabanın yanına gelince el çabukluğuyla sigarasını söndürmüştü. Kemal, arabanın yanına gelince bir süre etrafında dolandı, çizik olup olmadığını kontrol etti. Direksiyonun başına geçti, arabayı çalıştırdı ve dönüş yoluna çıktılar. Ünal’ın biraz önce içtiği sigara kokusu arabanın her yerine sinmişti. Ünal da nikotin kokusunun kendisinden geldiğini anlayıp pencereyi açmaya kalktı. Pencerenin kolunu çevirirken “Tak!” diye bir ses geldi, küçük plastik bir obje arabanın içerisine süzüldü. Ünal panikle “Bu kırıldı galiba Kemal,” dedi. Kemal, Ünal’ın paniğine daha büyük bir panikle karşılık verdi: “Ne kırıldı?!” Ünal paniğin seviyesini yükselterek “Vallahi bilmiyorum baksana kapanmıyor.” Kemal’in alnından terler boşalmaya başladı. “Tamam dokunma daha fazla, park ettiğimizde bakarız. Umarım büyük bir şey olmamıştır,” dedi sesi titreyerek. Nazlı ve Funda da gerilmişlerdi. Hem akşamın hem de otoyolun serinliği arabanın içerisini doldurmuştu. Herkes üşümüştü. Kemal yol boyu tek kelime etmeden yan gözle pencerenin koluna bakmayı sürdürdü. Hem üşüyordu hem de ter içinde kalmıştı. Babasına söyleyeceği yalanları düşünmeye başlamıştı. Önce Ünal’ı sonra da Funda’yı bıraktı. Nazlı, arka koltuktan Kemal’in yanına geldi. Funda’nın oturduğu sokak çok dardı, park edenler özensizdi. Kemal dikkatle başka arabaların yanından geçerken dışarıdan kulak tırmalayan bir ses gelmişti. Yine olanlar olmuştu. Kemal, sokaktan çıkarken arabayı başka bir araca sürtmüştü bu sefer. Yanında oturan Nazlı’ya aldırış etmeden okkalı bir küfür etti. Sonra bu yaptığından çok utandı, mahcup bir bakışla Nazlı’ya baktı. Nazlı sessizdi. Çizilen yere bakmak için telaşla arabadan indi. Çizik gözle görülür bir haldeydi. Önce pencere, şimdi de bu çizik… Babasına artık inandırıcı bir bahane bulamayacağını kabullendi. Uzun soluklu, söylevi andıran fırçayı yiyecekti. Tekrar arabaya bindi, suratı kireç gibi olmuştu, gömleği ise ter içindeydi. Nazlı iyi olup olmadığını sordu, yanıt vermedi Kemal. Nazlı’yı bırakmak için evinin önüne geldiler hiç konuşmadan. Bu gecenin sonunda ona açılacaktı, her şeyi söyleyecekti ama işler bir kere ters gidince sonrası da öyle devam ediyordu. Arabadan indiler, Nazlı çiziğe baktı. Aklına bir fikir gelmişti. Çizilen yere oje süreceklerdi, ojesinin rengiyle arabanın rengi hemen hemen aynıydı. Öyle hemen de gözükmezdi, böylelikle bir süreliğine sorunlu kısım görülmez olacaktı. Kemal’in babası kolay kolay anlayamazdı farkı. Kemal tereddütte kaldı. Sonra da “Neden olmasın?” diyerek Nazlı’nın önerisini kabul etti. Nazlı, bir cerrah titizliğiyle ojeyi arabanın çizik kısmına sürdü. Dediği çıkmıştı, çizik anlaşılmıyordu En azından sorunlardan biri hallolmuş gibiydi.
Kemal, sorunun çözülmesine çok sevinmişti. İyi ki Nazlı vardı zaten bu hayatta. Veda zamanı gelmişti. “Bu gecenin böyle bitmesini istemezdim Nazlı,” dedi mahcup bir ifadeyle. Nazlı bir şey demeden ona sarıldı, yanağına bir öpücük kondurdu. “Mutlaka gel İstanbul’a. Moda’yı gezeriz birlikte, en çok sen seversin bence,” deyip seri adımlarla evine döndü. Kemal öpücüğün bıraktığı şok dalgasıyla Nazlı’nın apartmana girişini izledi. Yanağında bir öpücük, arabada Nazlı’nın ojesiyle kalmıştı. Araba camından kendi görüntüsüne baktı, çok mutlu gözüküyordu. Babasının öfkesi bile bozamazdı bu hissiyatı. Arabasına tekrardan bindi. Nazlı’yı çok seviyordu, Nazlı onu öpmüştü, İstanbul’a davet etmişti ya, o yeterdi Kemal’e. İçinde büyük bir umut ışığı oluşmuştu, ihtimaller denizindeydi artık.
Kapak Görseli: Eymir Gölü, 1970’ler
Kaynak: Ankara Cımbızcısı
“Mekanlar ve Hikayeler” serisinin ilk yazısı: “Kıtır: Yeni Bir Başlangıç”