Leave your home
Change your name
Eat your cake [1]
Ankara’ya gelmeyeli bir hayli zaman olmuştu, çok özlemiştim burayı. Sanırım insanın en büyük laneti, ne olursa olsun doğup büyüdüğü yere olan bağlılığını koruması. Kökler bu yüzden kıymetlidir belki de. Eşim İpek’le beraber İstanbul’da yaşıyorduk. Bu şehirde yaklaşık 7 yılı devirmiştik. Bir süredir, sadece hayatımın genel akışından değil İstanbul’dan da çok sıkılmıştım. Durun, hemen öyle “Zaten Ankaralılar ne zaman sevmiş İstanbul’u” ifadesiyle bana bakmayın. Kendimi anlatma fırsatı verin, hem zaten yeni tanışıyoruz.Her kentin kendine ait bir zamanı var. Yaşadığımız kente göre de bu zaman dilimine uyum sağlamak durumunda kalıyoruz. Bazen zamana yetişmeye bazen de onu öldürmeye çalışıyoruz ama yaşadığımız yerle hep zorunlu bir uyum halindeyiz. Benim de İstanbul’da düştüğüm zaman dilimi, sürekli saatimi kontrol edip, bayram ziyaretlerine zorla getirilmiş bir çocuğun ifadesi olmuştu: “Tatlıları da yedik, artık kalksak mı?”. Sevmek için çok uğraştım burayı inanın bana. İstiklal Caddesi’nde dükkanlardan yükselen Farid Farjad müzikleriyle klip tadında yürüdüm. Boğazı seyrettim. Beşiktaş’tan Kadıköy’e vapurla geçtim. Martılara başarısız simit atma girişimlerinde bulundum; attığım lokmalar karavanaydı çünkü tüm simitler denize düşmüştü. Sonra, olta takımı alıp, balık tutmaya çalıştım. Attığım tüm oltalar hep başkalarının oltalarına karıştı. Usta olta sahipleriyle bu yüzden kısa gerginlikler yaşadım. Yetmedi, toplu yemek masalarında “Vallahi İstanbul güzel şehir, biz ne yaparsak yapalım bozamıyoruz güzelliğini” cümlesini bile kurdum. Gördüğünüz gibi tüm İstanbul klişelerini yedi yıla sığdırmaya çalıştım. Yeni bir yere taşındıysanız oraya mutlaka bir şans vermelisiniz. Ben de İstanbul’la aramızı iyileştirmek için gayret ettim. Sevgili eşim İpek de çok yardımcı oldu bana. Beraber sayısız şehir turu yaptık. Yeni insanlarla tanıştık ama olmuyordu, hep bir şeyler eksik geliyordu. Bir yeri mânalı kılan manzara, topoğrafya şu bu değil, bence yaşadığınız yerin kıymeti, sevdiğiniz kişinin yanında olmanızdır. İpek’i çok seviyordum, onunla kurduğum ilişki de böyleydi. Bir yer güzelleşecekse ancak İpek’le olabilirdi zaten.
Lakin İstanbul’la bir türlü bağ kuramıyordum. İnsanın yeni bir yere alışması kolay olmuyor, biliyorum. Üstelik, bazen, sevilen yerler bile bir süre sonra aşınabiliyor, kente bakışınız sevimsiz hale gelebiliyor. Her gün aynı zaman çizgisinde ilerlemek de sevdiğiniz şehirle aranızın bozulmasına neden olabiliyor. Metropol insanı bu yüzden mi sayfiye yerlerine gitmek istiyor acaba? Bilmem, akademisyenim dedim diye her şeye öyle tek seferde yanıt veremem. Araştırma yapmam lazım. Evet, sanırım ufak bir sessizlik oldu aniden. Sizden gelen “Ne istiyorsun kardeşim gitmek mi istiyorsun kalmak mı istiyorsun?” sorularını duyabiliyor, canım eşim İpek’in endişeli gözlerle “Neyi var bu adamın?” bakışını görebiliyorum. Canımın içi İpek’i ve sizleri daha fazla merakta bırakmamak için kısa bir yanıt vereyim: Sanırım insanlar ikiye ayrılıyor. Bir yere kök salıp, evinden yurdundan hiç çıkmayıp “mahallenin mutlu sakini” olmayı tercih edenlerle, yersiz köksüz olmayı seçip kendilerini hiçbir yere ait hissetmeyenler. “Mahallenin mutlu sakini” olanlar bu hayatta daha bir kalıcı olmanın peşindeyken, kendilerini hiçbir yere ait hissetmeyenler ise sürekli yeni bir başlangıcın peşindeler sanki. Ben kendimi her daim “mahallenin mutlu sakini” olarak gördüm. Ankara, benim için zamanın sürekli kendini tekrar ettiği ama geleceğin güzel bir şekilde ilerlediği bir yerdi. Her şeyi bıraktığım gibi bulmak iyi geliyordu bana. Şimdi, Ankara’ya dön deseler dönerdim ama bu kararım İpek’e haksızlık olurdu. Ondan istemediği bir yerde yaşamasını da isteyemezdim. Belki de tüm bu duygu durumunun İstanbul’la ilgisi yoktu da benim orta yaş bunalımına girmemle alakası vardı. Şimdi müsaadenizle biraz kendimden bahsetmek isterim.Eşimle birlikte bir üniversitede akademisyenlik yapıyorduk. Dünyanın en sıkıcı konferanslarından birinde, sunumların temposunun iyice düştüğü ve göz kapaklarımızın ağırlaştığı bir anda birbirimizin farkına varmış, tanışmış, yakınlaşmıştık. Çeşitli olaylar zinciri bizi evliliğe kadar götürmüştü. Evlendikten sonra nerede yaşayacağımıza dair uzun bir istişare yapmıştık. İpek’in ailesi İstanbul’da, benim ailem Ankara’da yaşıyordu. İki tarafın da dengelerini göz edecek bir karar vermemiz gerekiyordu. Evlilik böyle bir şeydir işte, asla sadece sevdiğiniz kişiyle birlikte olamazsınız. Mutlu etmeniz gereken koca bir aile vardır. Aldığınız kararlarda dengeyi tutturamazsınız, hanedanlık savaşlarının tam ortasında kalabilirsiniz kendinizi.
Maddi kaygılar sebebiyle ve İpek’in İstanbul’da kurulu olan hazır bir düzeni olduğu için kararımızı İstanbul’dan yana vermiştik. Bizimkiler bu karardan pek hoşlanmamışlardı: “İleride torunları olursa onu nasıl göreceklermiş. Araya bu kadar mesafe girmemeliymiş, insan evladını özleyebiliyormuş”. Ailemin gönlünü hoş tutabilmek için yılın belirli dönemlerinde yolumuz mutlaka Ankara’ya düşüyordu. Hayatım kötü bir belgesele konu olsa ve belgesel yönetmeni bana şöyle bir soru sorsa nasıl yanıt verirdim: “Peki sen? Bu kararı alırken Ankara’dan kopmak nasıl hissettirmişti?” Sanırım benim yanıtım, “Bütün pusulam İpek’e doğru” şeklinde olurdu. Ama büyük yol ayrımında ise yarım kalmışlık hissi de beraberimde gelirdi.
Yine o yollardan birindeydik. Arabayı İpek kullanıyordu, benim ise kafamda birikmiş kelime bulutları geçiyordu. Bolu’dan geçerken arabanın camlarına düşen yağmur damlacıklarına ve damlacıkları temizleyen silecekleri izliyordum. Bir süredir hayatımdan pek memnun değildim. 40 yaşına doğru yaklaşırken evde sürekli depresyon hırkasıyla gezmeye ve hayatımın muhasebesini daha çok yapmaya başlamıştım. İnternette “Dünyaya çarpması olası olan meteor taşı” haberlerini mutlulukla eşime iletiyordum. İpek’e sürekli hayatın ne kadar boş ve anlamsız olduğunu söylüyordum. Evet, kuantum fiziğine göre de her şey hiçlikten oluşmuştu ve benim hayatım da mı öyleydi acaba? Boğaz trafiğinde saatlerce beklemek, döviz kurunu hesaplamak, kimsenin okumadığı bomboş akademik metinler yazmaktan başka bugüne kadar anlamlı ne yapmıştım ki? Hayatım bir film şeridi gibi önümden geçse gözümün önüne bunlar mı gelecekti yani? 50 yaşına geldiğimde kaybolan yıllarımı geri alabilmek için kırlaşmış saçlarımı mı boyayacaktım? Yoksa mutsuz bir şekilde Halk TV’nin karşısına geçip sürmene bıçak seti reklamını mı izleyecektim? Eşim benim bu halimi fark edip terapi desteği almamı istemişti. Bu fikre ilk başta alışamadıysam da onu kırmamak için terapiste gitmiş, Gençlerbirliği’nin kötü performansından, evde rakı yapımından ve Nuri Bilge Ceylan sinemasındaki buhranlı karakterler üzerinden konuşmuştuk. Yani sonuç pek olumlu gelmemişti. Bunun üzerine İpek, yine ipleri eline alarak üniversiteden izin alıp hafta sonunu Ankara’da geçirmeyi önermişti. Güzel fikirdi, hem bu sefer sadece aileyle değil, birlikte de zaman geçirilebilirdik.
Ankara’yı her ziyaret ettiğimizde aile öncelikli davrandığımızdan kentte ikimiz baş başa vakit geçirmemiştik bir türlü. Ankara’daki ilk gecemizde televizyonda son ses Halk Tv’nin açık olduğu bir aile yemeği yemiş, memleket halleri üzerine konuşmuş, her gelişimizde inatla karşımıza dikilen aile albümlerini kurcalamış son olarak da teyzemlerle görüntülü sohbet ederek geceyi bitirmiştik. Gecenin sonunda suratımda anlamsız bir gülümse kalmıştı. Babamın her yıl yaptığı kötü kelime oyunlu şakalara bile kahkahalarla gülmüştüm. İpek, benim kötü şakalarla hayata dönüşüme şaşırmıştı ancak bana doğrulttuğu gülümsemesinden bu halimden oldukça memnun olduğunu görebiliyordum.Ertesi gün İpek’le kısa bir şehir turu yapmak, daha doğrusu ona doğup büyüdüğüm kenti tam zamanlı olarak göstermek istemiştim. Önce yürüyerek Meclis Parkı’na gelmiş, İpek’in büyük ağaçların altında fotoğraflarını çekmiştim. Sonra da Kızılay Dost’a uğramış, içeride kısa bir gezinti yapmıştık ve günü bitirmek için Kıtır’a doğru yola çıkmıştık. Nisan ayındaydık, havalar ısınmış günler uzamış, uzun yürüyüşlerin zamanı gelmişti. Güneş yeni batmış, gökyüzü parlament mavisine bürünmüştü. Cadde kalabalıktı, arabalar ağır aksak ilerleyebiliyordu. Pastaneler, kafeler kalabalıktı. Tunalı’da yürürken, Shades Süleyman’ın dükkânına uğramış, onun eşi benzeri olmayan plak koleksiyonunu gezmiştik. Esbjörn Svensson Trio’nun imzalı plağı ise aklımda kalmıştı. Shades Süleyman’ın nadide koleksiyonlarından biriydi, onu satmaya gönlü razı değildi. Bu sebepten aramızda ufak bir inatlaşma yaşanmıştı. Sonra da İpek, beni 5 yaşındaki bir çocukmuşumcasına kolumdan tuttuğu gibi dışarı çıkarmıştı. Yürürken İpek’e çocukluğumu, üniversite hayatımda gezdiğim yerleri göstermiştim heyecanla. Meraklı gözlerle ve bakışlarla dinlemişti beni. Eski dostlarla da karşılaşmış, kısa sohbetler etmiş, İpek’i onlarla tanıştırmıştım.
En sonunda Tunalı’da kalabalığın içerisinden süzülüp Kıtır‘a ulaşmayı başarmıştık. Müziğin sesi harika kokular eşliğinde geliyordu. Şansımıza içeride yer vardı. Büyük sarı avizelerin altında bir masaya oturmuştuk. Fonda Guns N’Roses’dan Estranged çalıyordu. 90’lı yıllar mekânın içine doluşmuştu. Self servisten kalamar, midye dolma ve iki fıçı bira almıştık. “Sağlığa” demiş, bardakları tokuşturmuştuk. Hararetli muhabbetler içinde olan yan masaları dinlemiş, romanlarını hep Kıtır’da yazan Atilla Şenkon’un önünde bir defter, ciddiyetle çalışmasını izlemiş, sıradaki çalınacak parçayı tahmin etme oyunu oynamıştık. Kafamın içini dolduran soru kümeleri ve her şeyin boş, anlamsız ve dünyanın sonunun yakın olması fikri bir anda uzaklaşmıştı. Kıtır’da zaman durmuştu ve durağan zamana kendimizi bırakabilmiştik en sonunda. Hayatın içinde olduğumuzu hissettiğimiz anlardan biriydi. Kıtır’ın insana iyi gelen bir tarafı vardır. Herkesin herkesle bir yerden tanışık olduğu hissi ya da mekânın şimdiki zamanı kıran o zamansız atmosferi bana bir anda iyi gelmişti. Bu hissi çok uzun zamandır kaybetmiştim ya da belki hayatımın yönüydü kaybolan. Hayatın tam ortasında bazen her şey aşınmaz mı? Size de hiç öyle olmadı mı yani? Biz bizeyiz şurada kandırmayalım birbirimizi.Yaşlanmanın en kötü tarafı geleceğin uzaklaşması, geçmişin yakınlaşması oluyor galiba. Zamanla barışmak için geçmiş ve gelecek arasında bir anlaşma gerekebiliyor bazen. Bayat nostalji yapmak değil amacım, ilk defa burada tepemde sarı avizeler ve tahta masalarda otururken, bir tarafım geçmişte bir tarafım da güçlü bir şekilde geleceğe bakabilir diye düşünmüştüm. Sonra İpek’e dönerek “Tek başıma olsam bu kadar kolay baş edemezdim bu süreçle. İyi ki varsın,” demiştim. Bana sıcak bir gülüşle bakıp “Burası sana iyi geliyor, aslında Ankara’ya bir şans mı versek?” diye sormuştu. Şehir, kendi zamanını yaratıyordu, biz de burada kendi zamanımızı yaratıp, o yavaşlığa kendimizi bırakabilirdik.
[1] The National –Vanderlyle Crybaby Geeks
Kapak görseli: Kıtır, 2000’lerin ortası
Kaynak: Ankara Apartmanları
“Mekanlar ve Hikayeler” serisinin ikinci yazısı: Mekanlar ve Hikayeler | Sekans ve Tunalı Dost: Tesadüfler