|
Getting your Trinity Audio player ready...
|
Etimesgut Belediye Başkanı Erdal Beşikçioğlu önderliğinde başlatılan -sadece ilçe özelinde değil tüm Ankara’ya kültür-sanat alanında alışılmışın dışında bir etkinlik sunan- 2. Uluslararası Kent Tiyatro Festivali’nin sanat yönetmelerinden Mustafa Avkıran ile kendi 40 yıllık tiyatro tarihinden başlayarak bugün bu kıymetli oluşumun mimarlarından biri olarak festival sürecine uzanan dolu dolu bir söyleşi gerçekleştirdik.
1963 Gaziantep doğumlusunuz ve 1983 Mimar Sinan Üniversitesi Devlet Konservatuvarı’ndan mezun oluyorsunuz; aradaki 20 yıllık yaşam öykünüzde doğup büyüdüğünüz, kendinizi ve dahi tiyatro tutkunuzu keşfettiğiniz şehirlerin sizdeki anlamlarını ve tiyatro yapma motivasyonunuza kattıklarını sorarak başlamak isterim.
Ne kadar kıymetli bir başlangıç sorusu… Son zamanlarda, yaşama alışkanlıklarımıza, ürettiğimiz işlere baktığımızda, seçimlerimizi belirleyen en önemli şeylerden birinin sizin de söylediğiniz gibi çocukluğum ve çocukluğumda yaşadıklarım olduğu üzerine çok konuşuyoruz. Ben bir asker çocuğuyum, babam astsubay, o sebeple çocukluğum da çok farklı şehirlerde geçti. Çocukluğumla ilgili en güçlü resim, en çok hatırladığım şey, bir kamyonla bir şehirden bir başka şehre göçmek. Memurun kaderi ya da kadersizliği… Bir kamyona sığacak kadar eşyayı alıp -ki bu genel olarak beyaz eşyalar- şoför mahallinde biz, arkamızda evcil hayvanlarımızı, eşyalarımızı bırakıp yeni bir şehre, yeni bir eve, yeni arkadaş topluluğuna gitmek. Çok fazla şehir var çocukluğumda, dört kardeşiz biz dört ayrı şehirde doğmuş. Gaziantep’te doğdum ben ama şimdi düşünüyorum; benim çocukluğumu belirleyen en önemli duraklar Konya, Hakkari-Şemdinli, Zonguldak-Kozlu. Bu arada tabii ki Diyarbakır, Trabzon ve sonunda Antalya. Göçen bir çocukluk yani… Çocukluğumdan konservatuvara kadar neredeyse hiç arkadaşım olmadı mesela, en eski arkadaşlarım meslektaşlarım. Çocukluk yok, çünkü gittiğimiz yerlerde en fazla 2 ya da 3 sene kalıp başka bir şehre götürüyordu bizi devlet.
Yaşadığım, çocukluğumun geçtiği iki durak çok önemli, bir tanesi Zonguldak Kozlu. Kıbrıs Barış Harekatı, olağanüstü hal, büyük grizu patlaması, maden ocağının başında bekleyişler, işçilerin çıkarılışı, sabah vedalaşmaları, çok küçük olmama rağmen işçi hareketi tanımı!
Bir tanesi de Şemdinli, dünyanın en güzel coğrafyalarından birinde 2 yıl boyunca boyumuzu aşan karın altından tüneller kazarak okula gittiğim günler, yasaklı Mustafa Barzani’nin gizli gizli elden ele dolaşan fotoğrafları, evimizin karşısındaki hapishane, hiç bitmeyen semaverde kaynayan çay sohbetleri, tuhaf biçimli çay şekerleri ve Pesen çayı. Dünyanın en güzel piknik yerleri, atlar, eşekler… Bir cennet.
Bu şehirlerin birbirinden farklı dokusu ve birbirinden farklı insanlarının beni ne kadar zenginleştirdiğini, ben olmama katkısını şimdi daha iyi görüyorum.
Devlet Tiyatroları’nda iş üretmek, proje yapmak, yönetici olmak dünyanın en kolay işi değil
Konservatuvarın ardından İstanbul Devlet Tiyatrosu bünyesinde çalışmaya başlıyorsunuz ve 40 yıldır farklı oluşumlar içinde gerek sahne önünde gerek sahne arkasında tiyatro uğruna üretiyorsunuz. Ödenekli bir tiyatro bünyesinde çalışırken hayal ettiklerinizin ne kadarını gerçekleştirebiliyordunuz? O ihtiyaç ve/veya arayış mıydı sizi özel tiyatro yapmaya iten güç?
1983 yılında girdiğim Devlet Tiyatroları’nda ilk kez 20 yaşında beyaz sakal takarak 60 yaşında bir esnaf oynamıştım. Komik değil mi? Ama gerçek. Öyleydi, hala da öyle. Rejisör Reşit Gürzap, ünlü bir yönetmendir kendisi. Ardından Alev Sezer yönetiminde bir başka oyun, gene yaşlı bir karakter, Mahir Canova yönetmen, takma saçlar sakallar, gene yaşlı… Bunun bir kader olma ihtimali beni çok sıkmaya başlamıştı. Ben konservatuvar ikinci sınıftan beri, sınıf arkadaşlarımın sınav parçalarını çalıştırırdım ve hep yönetmen olma hayalim vardı. Takma saçlar ve sakallar bana hem para hem de tecrübe kazandırıyorken hep olmak istediğim rejisörlük için çalışmaya, araştırmaya ve koşturmaya başladım.

İlk yolculuğum Viyana, iki tane gastarbeiter-misafir işçi yani, göçmen işçilerin yaşadığı bir evde bir ay yaşadım, Sığıntılar fikri tam da o günlere aittir. Anlamaya çalıştım göçmen olmak ne demek, bir tarafım göçmendi zaten, çocukluğumdan bugüne göçerek gelmiştim zaten. Yepyeni şeyler yapmak istiyordum tiyatroda, oyunculuk bana yetmiyordu. 1987 yılında, henüz 24 yaşındayken Fransız Kültür Merkezi Sahnesi’nde Küçük Prens yapmaya karar verdim. Naz Erayda ile ilk ortaklığımızdır bu oyun. Bildiğim kadarıyla öyküyü oyunlaştırdım ve iki kişilik bir oyun haline getirdim. Biri Erdal Tosun biri Bensu Orhunözü. O dönem Fransız Kültür Merkezi’nin İstiklal Caddesi’nin girişindeki küçük sahnesi, kendimizi gösterebileceğimiz bir atölye sahne gibiydi. Viyana yolculuğumun sonrasında bu kez de Atilla Şendil ve Erkan Taşdöğen ile Viyana’da hayalini kurduğum Sığıntılar’ı yaptım.
Bu iki iş, benim Devlet Tiyatroları’nda rüştümü kanıtlamadan çok önce yaptığım ve aslında rejisör ayak izlerimin belirgin olduğu işlerdir. Gül Gürses’in sanat yönetmeni olduğu Theater des Augenblick davetiyle bir kez daha Viyana’ya gittim ve neredeyse iki yıl boyunca Viyana’da oyuncu ve yönetmen olarak çalıştım. Büyük ustalarla atölye çalışmalarına katıldım. Wiener Fest Wochen sayesinde dünyanın en önemli rejisörlerinin işlerini seyretmek şansını yakaladım. Avignon Off programında sahneye çıktım. Bu sebeple Gül Gürses’e minnettarım bana bu kapıyı açtığı, hamilik ettiği için. Türkiye’ye döndüğümde artık İtalyan sahnelerin tiyatro yapmak için bana yetmeyeceğini, oralarda tiyatro yapmak istemediğimi anlamıştım. Onun için de tiyatro olmayan boş alanlar aramaya başlamıştım. Eski haliyle Atatürk Kültür Merkezi, bizim hem çalıştığımız hem yaşadığımız hem zaman geçirdiğimiz hem prova yaptığımız bir yerdi ve çok büyük alanları vardı. Bir gün kafamdaki bir projeyi gerçekleştirmek için depolarında gezerken yangın çıkışı olan, seyircinin ana kapısından girebileceği, acil bir durumda dışarı kaçabileceği bir alan keşfettim. Bu mekan üzerine düşünmeye, gidip gelmeye, bakmaya, hayal kurmaya başladım ve bu alanı 1992 yılında o dönemin Devlet Tiyatroları Genel Müdürü Yücel Erten ve Kültür Bakanlığı Müsteşarı olan Emre Kongar’a gösterdim.
Devlet Tiyatroları içinde, yerinden yönetim, özerklik tartışmalarının en yoğun olduğu zamanlardı. Emre Bey’in onayıyla Yücel Bey’in de vizyonuyla orasının bir blackbox-kara kutu olmasına karar verildi ve “Birim Tiyatro” adını alması kararlaştırıldı.
Konudan konuya atlıyor gibi olsa da Muhsin Ertuğrul’un bölge tiyatroları projesi çok eski bir projeydi. Her şehrin bir tiyatrosu olacaktı, her tiyatronun kendi bütçesi, kendi sanat yönetiminin olduğu, kendi seyircisini geliştirdiği tiyatrolardan söz ediyordu ve bu düşünce Ergin Orbey’in Devlet Tiyatroları Genel Müdürlüğü döneminde yani 1978-79 yıllarında -80 ihtilalinden önce- bir proje olarak hayata geçirilmişti. Devlet Tiyatroları için devlet konservatuvarlarına öğrenciler seçilecekti. Pilot şehir de Antalya’ydı. Biz, İstanbul Devlet Konservatuvarı hocaları tarafından Antalya’dan seçilmiş öğrencilerdik ve seçilme amacımız da şuydu: Eğitimimizi tamamlayıp Antalya’ya dönecek ve Antalya Devlet Tiyatrosu’nun kurucuları olacaktık. İşte Yücel Bey, neredeyse, tam da bu fikri hayata geçirmek için 1993 yılında bana Antalya Devlet Tiyatrosu müdürlüğünü teklif etti.
Ya Birim Tiyatro yapısında özerklik tartışmalarının içinde yer alacaktım ya da Antalya’daki tiyatronun kuruluşuna katkıda bulunacaktım. Diyarbakır Devlet Tiyatrosu’ndan geçici olarak gelmiş kadronun yerine yepyeni bir kadro kurmak üzere Antalya’ya gitmeyi seçtim.
Orada sanatçı, teknik kadro ve memur olmak üzere yaklaşık 90 kişilik büyük bir kadro oluşturduk, bu benim tiyatro yolculuğumun ikinci dönemi. Viyana bir ise Antalya Devlet Tiyatrosu iki.
Devlet Tiyatroları’nda iş üretmek, Devlet Tiyatroları’nda proje yapmak, Devlet Tiyatroları’nda yönetici olmak dünyanın en kolay işi değil tabii. Yüzde 100 yerli sloganıyla oluşturduğum ilk yıl repertuvarı, yeni kurulan bir tiyatroda yüzde 90 civarında bir seyirci ortalaması yakaladı ve yaptığımız işler uluslararası tiyatro festivallerine davet edildi. En önemli işimiz Murathan Mungan’ın Mezopotamya Üçlemesi oldu.
12 saat boyunca kesintisiz oynamayı başardık, benim yönettiğim bir oyundu ve neredeyse tiyatronun tamamı görev alıyordu oyunda. Yerinden yönetim, özerklik tartışmaları Bozkurt Kuruç Genel Müdür olup da çöpe atılınca, 1995 yılında sanatçılık uhdemde kalmak üzere, Antalya Devlet Tiyatrosu müdürlük görevimden istifa ettim.
Övül Avkıran ile birlikte yolculuğumuz tam da bu noktada başladı. Antalya’da kullanılmayan, içine girilemeyecek kadar harap durumda olan, beşinci sokakta bulunan bir garajı alıp 5. Sokak Tiyatrosu’nu kurduk.
Meslek hayatınızın neredeyse ilk yıllarından itibaren rejiye olan ilginiz aşikar; tek bir karakteri yaratmaktan öte oyunun tüm dünyasını kurma isteğiniz sahnede oyunculuğunuzun yanında yönetmenlik meziyetlerinizi de görmemizi sağladı ve “oyuncunun nihai hedefi yönetmenliktir” genel söyleminin aksine yönetmenlikle de başlanabileceğini gösteren somut bir örnek sundu diyebiliriz. Siz bu yolculuklarda zihninizdeki o dünyayı yaratıcı ve de uygulayıcı ekiplere nasıl inandırırsınız diye sorarak biraz masa başı çalışma sürecinizi konuşmak isterim.
Mimar Sinan Üniversitesi Devlet Konservatuvarı mezunuyum, şanslı bir öğrenciyim. Bizim öğretmenlerimiz çok farklı tiyatro geçmişinden gelen çok farklı tiyatrolara inanan insanlardı, zengindik yani. Ahmet Leventoğlu da vardı Can Gürzap ile Arsen Gürzap da. Zeliha Berksoy da. Yıldız Kenter ve Raik Alnıaçık da vardı. Afşar Timuçin, İsmet Özel dahi vardı. Dördüncü sınıfta, yani mezuniyet yılında ben Raik Alnıaçık’a “hocam ben yönetmen olmak istiyorum,” dedim. Verdiği cevap çok netti, önce iyi bir oyuncu olacaksın sonra yönetmen, bak hocalarına, hepsi öyle. Ben iyi bir oyuncu olup arkasından yönetmen olmak istemiyorum, yaşlandıktan sonra değil şimdi yönetmen olmak istiyorum. Sabret oğlum sabret…
Önce iyi bir oyuncu olmayacağım ben iyi bir rejisör olacağım, siz de göreceksiniz dedim. Delikanlıymışım bayağı…
Hem Küçük Prens hem Sığıntılar ama daha da önemlisi Oresteia Üçlemesi. Oresteia’dan bahsedeyim, yukarıda anlattığım gibi Viyana’dan döndüğümde İstanbul Devlet Tiyatrosu müdürüne ben bir oyun sahnelemek istiyorum dedim. Bu oyun da daha önce hiç çevrilmemiş Aiskhylos’un Oresteia Üçlemesi. Oyunu benim ricamla arkadaşım Ebru Sonuç çevirdi, ben de bir tiyatrocu olarak çeviriyi sesli okuyarak dile uygunluğunu test ettim, yani bütün çeviri sürecinin hem şahidi hem de ortağıyım. İstanbul Devlet Tiyatrosu’nun o dönem müdürü Tomris Oğuzalp’e gidip “bu oyunu yapmak istiyorum, tiyatro tarihi için çok kıymetli bir oyun bu,” dedim, çeviriyi verdim. Bana “kiminle yapacaksın, nerede yapacaksın?” dedi. Ben de “arkadaşlarımla konuşacağım,” dedim. “Arkadaşlarını ikna edersen, onlar evet derse sana Yıldız Saray Tiyatrosu’nu veririm,” dedi. Çünkü Yıldız Saray Tiyatrosu yeni açılmış, seyirci sorunu var, bir de riski daha az en fazla 100 kişi seyredebilir. Acemi bir rejisöre büyük sahne veremiyor tabii, AKM olmaz, Taksim sahnesinde yapamaz ama bunu Yıldız’da deneyebilirsin dedi. Ben de dönem arkadaşlarımı tek tek arayıp, 15 kişilik bir kadro kurdum ve onlarla yapacağımı söyledim. Yaptık ve de şahane oldu.
Yıl 1991, yani daha 28 yaşındayım. Galiba o süreçte yaşadıklarım benim rejisörlük yolculuğumun mihenk taşlarından biridir. Yıldız Saray Tiyatrosu’nun o barok yapısını tamamen bozup, seyirci yerinde oyun oynayıp, seyirci koltuklarını kaldırıp tamamen hasırlarla kaplayıp bütün tiyatroya yeni oturma birimleri oluşturduk. Seyircinin burnunun dibinde oynanan bir antik Yunan tragedyası yaptık. Oresteia çok başarılı oldu ve benim daha büyük oyunlar yapmamın yolunu açtı. Bana baktığınızda arkamı görebilirsiniz, geçirgen bir kişiliğim var, çalışırken yalan söylemek yerine ne hissediyorsam ne görüyorsam onu söylerim, insanları kırmaktan korkarım, nezaketten yanayım hep. Önce arkadaşlarım bana güç verdi, sonra da Türk tiyatrosunda aklınıza gelebilecek neredeyse hemen hemen bütün oyuncularla çalıştım. Oyuncuları kendi yolculuğuma ortak ediyorum çünkü.
Sahnede istemediğim bir şey olduğunda, seyretmeye katlanamıyorum
Sahnelendiği dönem adından çokça söz ettiren; pek çok ödülle de taçlanan Ayaktakımı Arasında oyununuz özelinde de bir parantez açmak isterim. Sanırım prömiyerini izlerken tansiyonunuz çıkmış ve sonrasında bir daha oyunlarınızı izlememe kararı almışsınız. Bu doğrultuda prova süreçlerinden ve adeta o doğum sancısından sonra eseri ekibe ve de seyirciye emanet ediyorsunuz diyebilir miyiz? Bu, pek çok eserin yaratıcısı için kaygı yaratabilirken sizde ne hissettiriyor o bırakabilme anı?
Ne güzel soru, evet iyi çalışmışsınız dersinize… Ayaktakımı Arasında bütün prova sürecinde oldukça fırtınalı bir oyundu. Ali Cem Köroğlu’nun olağanüstü sahne tasarımı, oyuncuların pek de alışmadıkları canhıraş bir enerjiyle çalışması, Engin Cezzar gibi bir ustanın aramızda oluşu güç verirken… Bir yandan da Devlet Tiyatroları alışkanlıkları olan oyuncuların ayak direyişleri, kavgaları, saygısızlıklarıyla; yeniyi kabul etmeyen, bildikleri kodların dışına çıkmayan o oyuncularla didişmekten çok yorulduğumu itiraf ederim.
Oyuncuları bütün konfor alanlarından çıkaran hatta onları bıktıran bir sahneleme üzerinde çalışıyorduk ve sahne neredeyse bir lağım çukuru gibiydi. 40 ton suyun içinde yaşıyorlardı ve o suya basmaları yasaktı çünkü lağımdı orası. Havuzlar arasına atılan tahta latalar üzerinde yürümeleri gerekiyordu, boka batmamak için, bu tabii çok zorlaştırıyordu işleri. Sadece oyunculuk taklidi kurtarmıyordu durumu. Bu sahne, bu yapı, içinde yeni bir tiyatroya ait güncel olana ait kodlar barındırıyordu; oyuncunun ışık alması için ışık yapılmıyordu, o dünyanın bir ışığı vardı ve oyuncunun kendi ışığını bulması gerekiyordu.
Bütün bu fırtınalı süreçte hatta genel provada, bugün çok meşhur, çok popüler oyuncuların sahnede nasıl zorlandığını, küçüldüğünü gördüm. Sonunda iyi oynadılar, ödüller aldılar, hepimiz aldık ama benim sağlığımın kalıcı olarak bozulduğu zamanlar oldu. Engin abi ilk oyundan sonra “Mustafa sen hiç iyi görünmüyorsun, gel bi’ Taksim İlkyardım’a gidelim,” dedi ve gerçekten tansiyonum 190-110 olmuştu. O gün bugün, sahnelediğim oyunları seyredemiyorum, çok zorda kalmadıkça sahnelediğim oyunları seyretmek istemiyorum. Benim oyunla hakiki ilişkim ilk temsil gününe kadar, sonrasında oyuna müdahale edemiyorum, sorun bu. Sahnede istemediğim bir şey olduğunda, seyretmeye katlanamıyorum.
Devlet Tiyatroları’ndan emekli olma kararımı vermem de böyle oldu, çok uzunca bir zaman yönetmenlik yapmamıştım ve müdür olan arkadaşlarımdan birinin ricasıyla Ay Ecesi diye bir oyun yaptım. Benim Devlet Tiyatroları’nda yaptığım son iş, oyunda bir tek kadrolu oyuncu var gerisi çok genç, onların da çoğu şu anda meşhur ve televizyon yıldızı. Her neyse, bu oyunun hem İstanbul gösterimlerinde hem turnelerde benim kurduğum dünyaya benim iradem dışında müdahale edildiğini gördüm. Bana sorulmadan dekorun, oyuncuların değişmesi, oyuncuların azaltılması, bunların hepsinin fikrim sorulmadan, onayım olmadan yapılması ödenekli tiyatrolarla hesaplaşmamın sonu oldu ve hesabı kestim, emekliliğimi istedim.

Murathan Mungan’ın Mezopotomya Üçlemesi (Mahmud ile Yezida–Taziye–Geyikler Lanetler) başta olmak üzere metin seçimlerinizdeki genel kıstaslarınız nelerdir?
Benim tiyatroyla ilişkili tek düşüncem var; tiyatro, zamanın ruhunu yakalamak zorunda. Ancak zamanın ruhu yakalandığında tiyatro yapmanın bir manası var. Tiyatro her ne kadar bir şov olsa da benim için bir şov yapma yeri değil, bir eylem alanı. Takas yapılan bir üretim alanı. Çok uzunca bir zamandır tercüme metinleri sahneleyemiyorum ancak klasikler her zaman ilgimi çekiyor. Biz kendi metinlerimizi oluşturuyoruz uzunca bir zamandır. Sosyal bir olay ya da bir durum üzerine metinler ama bunları yaparken en büyük itkim; yaşadığım ülkede, yaşadığım coğrafyada, yaşadığım dünyada hayata katkı sunabilmek. Yapacağımız işleri seçerken de iş yaparken de ince eleyip sık dokuyoruz, yaptığımız bütün işler, festivaller, oyunlar, mekanlar bunların hepsi bir amaca hizmet ediyor: daha kaliteli sanat ürünleri ile karşılaşmak, seyirciyle buluşturmak. Onlara daha iyi bir dünya tahayyülü sunmak, o dünyadan çok fazla beslenebileceklerini göstermek ve o seyirciden de beslenebilmek… Dediğim gibi bu bir takas, tek taraflı bir şey değil. İstisnalar var tabii; Murathan Mungan’ın Geyikler Lanetler oyununu mesela 3 defa sahneledim. Antalya Devlet Tiyatrosu, Ankara Devlet Tiyatrosu sonra da Selanik Devlet Tiyatrosu… Üçü de farklıydı hem sahnelenişi hem seyirciyle olan ilişkisi bakımından, zamanı yakalamaya çalışıyorum. Bir taraftan, eğer bir masal anlatıyorsanız, bir mitosla ilgileniyorsanız, o mitosun yüzyıllardır temsil ettiği şeyle bir hesabınız var demektir. Adalet olabilir, kadın hakları olabilir, dünyanın daha iyi yönetilmesi için yeni bir öneri olabilir, kardeş kavgası olabilir ama -parantez içinde- evrensel olmasını tercih ediyorum.
Böylesi zamansız eserlerin bugün ne söylediğine bakarak dönemin gereksinimlerine göre tekrar bir karşılık bulmasını ister misiniz diye de merak ediyorum doğrusu. Kent Oyuncuları’ndan böylesi bir proje izlemek oldukça keyifli olabilir mi diye düşünüyorum.
Kent Oyuncuları mı?.. Seçiminden itibaren takip ettiğim bu oyuncularla ve Kent Tiyatrosu ile çalışmak tabii ki isterim ama zaman… Onun da zamanı gelecektir diye düşünüyorum.
Bu sene ikincisi düzenlenen ve şahsi tespitim Ankara seyircisine adeta İstanbul’da yaşıyormuş hissi veren Uluslararası Kent Tiyatro Festivali -KentFest- bünyesindeki eser seçkiniz için sanat yönetmenleri olarak Övül Avkıran ve siz nasıl bir zihinsel ön hazırlık yaptınız? Çeşitlilik dışında nelere odaklandınız?
Gelelim fasulyenin faydalarına… Biz, yaşadığımız yerin, yaptığımız işin coğrafi konumuyla tabii ki ilgileniyoruz ancak yaptığımız işi sadece o coğrafyaya konumlandıramayız. Tabiatımıza aykırı bu. Paris’te, Londra’da, Berlin’deki seyirci ne seyrediyorsa biz de onu izleyelim istiyoruz; burada ürettiklerimizin, Eryaman’da sunduğumuz işlerin New York’tan takip edilmesini önemli buluyoruz. Sorunuzdan sizin kıstasınızın İstanbul olduğunu anlıyorum ama bizimki sadece orası değil. Evet, programımızda İstanbul’da üretilen oyunlar var haklısınız, çünkü Türkiye’de tiyatro üretiminin çok önemli bir bölümü İstanbul’da…
Geçen yıldan bu yıla önemli bir farklılık var programımızda: Geçen yıl hiç bilmediğimiz bir seyirciye hitap ediyorduk. Deneyimimiz, tanıştığımız seyirci, ikinci yıl bizim böyle bir program yapmamıza sebep oldu. Şöyle ki, seyirci söyleşileri yaptık her gösteriden sonra ve salonun yarısından fazlasının kalıp sanatçılarla söyleşi talep ettiği, geri dönüşte bulunduğu akşamlar yaşadık. “Acaba” dediğimiz işlerin, çok fazla ilgi çektiğine şahit olduk. İlk festival gerçekten bir tecrübe alanıydı ama bu yıl yere daha sağlam basıyoruz. Bunu da bilet satışlarından, seyircinin reaksiyonundan görüyoruz. Eksiklerimizi gördük, tamamlamaya çalışıyoruz ama şunun altını kırmızı çizgilerle çizmeliyiz, burası önemli: Erdal Beşikçioğlu.
Beşikçioğlu, sıradan bir belediye başkanı değil. Sadece bizim için değil, Türkiye için bir şans, belki de dünya için bir şans. Çok büyük bir laf ediyorum, bunu da biliyorum ama bu konuda çok ciddiyim. Çünkü Erdal Beşikçioğlu hakiki bir sanatçı; estetik kaygısı olan, yaşadığı yeri seven, dürüst, çoklu düşün ve öngörü sahibi olan, çalışmaktan yılmayan, insanüstü bir gayretle çevresine, başkanı olduğu ilçeye, yaşadığı şehre katkı sunmak isteyen biri. Bir tır parkı yaparken de bir kreş açarken de bir festivali birilerine emanet ederken de aynı ciddiyetle yapıyor. Bu sebeple Etimesgut’tan başlayarak şimdi sizin söylediğiniz gibi sıra dışı olan, yeni olan bu festival tek başına bir tiyatro festivali değil, tek başına bir sanat ürünü de değil; bu, aslında bir kentsel dönüşüm projesi, popüler adıyla. Yani kendi vatandaşını, Atatürk’ün dediği gibi -çok kullanıyorum bu ara bu lafı- muasır medeniyetler seviyesine ulaştırmak için çalışan bir nefer ve biz onun yol arkadaşıyız. Bugüne kadar yaptıklarımızın, bütün geçmişimizi bilen biri tarafından görülüyor olması bunun bir göstergesi. Bize diyor ki oturup anlatıp beni ikna etmenize gerek yok, ben sizi ve yaptıklarınızı biliyorum, sizden bir tiyatro festivali yapmanızı istiyorum.
Övül Avkıran ve Mustafa Avkıran’ın 30 yıllık bir yolculuğu var o yolculuk sadece tiyatro üretmek değil; mekanlar açmak, kültür kurumları yaratmak, uluslararası anlamda ilişkiler kurmak, ilişkileri sürdürmek, büyütmek. Bütün bunları görüyor, o yüzden bizim için kıymeti daha da büyüyor. Onun bize emanet ettiği festivalle ilgiliyse, bu festival lokalde Eryaman, Etimesgut’a, globalde yani dünya üzerindeki herkese yapılıyor.

Bütüncül bir sanat yapıtının peşinde koşuyoruz hala
Başarılı İstanbul merkezli tiyatro oyunlarının beraberinde Avrupa’dan da çoğunlukla dans ağırlıklı performanslar izleyecek seyirci bu yıl. Bu noktada disiplinlerarasıcılıktan da biraz konuşalım isterim ki sizin yıllardır hedeflediğiniz tiyatro anlayışını da özetleyebiliriz belki böylelikle?
Neredeyse bütün röportajlarımda söylediğim bir şey “gesammtkunstwerk”, bütüncül sanat yapıtı.
Ürettiğimiz işlerde de davet ettiklerimizde de disiplinler arası işleri tercih ettiğimiz doğru çünkü tiyatro sanatı bütün disiplinleri içerebilir bir sanat, yani siz edebiyatı, heykeli, resmi, dansı, müziği tiyatronun içinde bulabilirsiniz, belki de bulmalısınız. Çünkü böyle çoklu bir estetik anlayışına inanıyoruz. Bizim için Pina Bausch önemli bir karakter çünkü dans tiyatrosu demek. Heiner Goebbels önemli, bizim için müzik, tiyatro demek. Bütün bu tanımlar varken bunları bilmemek, öğrenmemek, duymamak, görmemek, bunları kabul etmemek gene bizim için mümkün değil. Övül Avkıran ile oluşturduğumuz tiyatro dili üzerine çok yazıldı çizildi ama bir kez de size söylemek istiyorum, benim daha çok metin düzleminden dramaturgi sürecinden sorumlu olduğum, neredeyse bir müzik direktörü gibi çalıştığım, Övül’ün ise sahne estetiği, sahne plastiği, sahne tasarımı en sonunda da sahnenin bütüncül resmini oluşturmaktaki inceliği ile oluştu bu dil. Zaman zaman rollerin birbirine girdiği, Övül’ün dramaturg olduğu benim koreografi yaptığım anları da yaşadık, gittikçe eğlenceli, sürprizli ve yaratıcı bir süreç oldu. Bütüncül bir sanat yapıtının peşinde koşuyoruz hala…
Geçen yılki ilk festivalde gerek Ankara’nın mevcut müdavim tiyatro izleyicileri gerek görece çağdaş ve yenilik arayan izleyici grubu sizce nasıl hislerle ayrıldı salondan? Sizin bu doğrultudaki gözleminiz nasıl ve sizin seyircilerden beklentileriniz neler?
Geçen sene, festival boyunca seyirciye her an dokunduk, seyirciyle birlikte yaptık bütün festivali ve neredeyse bir yıl boyunca geri dönüşleri takip ettik, dinledik. Tabii ki Erdal Beşikçioğlu ile ve ekibiyle de festival sonrasında konuştuk tartıştık. Geçen yıl yapılanları ve bu yıl yapmak istediklerimizi paylaştık. Bu yıl daha heyecan verici bir programımız var. Daha geçirgen… Geleneksel olanla güncel olan, popüler olanla avangard olan, tiyatroyla müzik, dansla heykel gene aynı kapta, festival kabında birlikte kaynıyorlar, tıpkı aşure gibi, ki oyunlarımızdan birinin adı Aşure…
2004 yılında kaynatmıştık ilk aşureyi, adına da “Ashura” dedik yani birebir aşure ayına, aşureye gönderme olmasın diye. Orada inandığımız şeyi tekrar etmek isterim: Biz ne Türkiye Cumhuriyeti’nde ne de başkalarının cumhuriyetinde ya da coğrafyalarda taştan bir mozaik olmasını değil bir aşure olmasını tercih eden bir çiftiz. Yani hepimiz bir kabın içinde olalım. Evet olalım ama biz, herkesin kendi rengiyle, kendi kokusuyla kendi dokusuyla capcanlı, kimsenin birbirinin üstüne basmadığı, kimsenin birbirini ezmeye çalışmadığı, hiç kimsenin bir diğerine öteki gibi davranmadığı bir dünya arzu ediyoruz. Bu bir ütopya, bunu da biliyoruz ama sonunda sanatın bence görevlerinden biri de bu, ütopik olanın peşinde koşmak.
Bakarsınız bir gün bir ülke kurulur, bir dünya kurulur ve biz de o dünyanın içinde kendi halimizle, halimizden utanmadan var olabiliriz.
Ayrıca Lavarla ekibine çok teşekkür ederim. Şahane sorular hazırladıkları ve beni ta çocukluğuma kadar geri götürdüğü için.
Kapak fotoğrafı: Dilay Aslan


















