21 Kasım 2001’de yazmışım bu yazıyı, Gazete Ankara için. Gazete o yıllarda 99 ekonomik krizinden sonra artık yayınlanmayan Ankara eklerinin yerini doldurma iddiasıyla çıkıyordu. Muhtemeldir ki maliyet hesabı yüzünden kalitesiz bir kağıda kalitesiz baskıyla. Kocaman bir sayfaya biri kısa biri uzun iki yazı yazardım her hafta, meccanen. Kısalardan biri bu. İki yerden bahsediyorum. O yıllar için Ankara haritamda ikisi de koyu bir kalemle işaretlenmişti, o kadar sık giderdim. Kimse aramasın. Çünkü artık yerlerinde yoklar. Biri kapandı diğeri taşınıp bara dönüştü.
Daha önce söylemiştim, tekrarlayalım: ben gurme değilim. Ama özellikle yazları, zamanının çoğunu dışarıda geçiren bir şehirli olarak, Ankara ’nın yeme-içme mekanlarını çok iddialı olmasam da bilirim. Bilirim ancak bu konuda da muhafazakar sayılırız. Gittiğimiz, geldiğimiz yerler bellidir. Hani neyse boyumuzun ölçüsü altından geçtiğimiz kapı da ona göredir: işte iki mekan. Birinde bir şeyler yemeli, çayı diğerinde içmeli.
Yarım Asırlık İstanbul Piyazcısı
Kuru fasulye bu, kıvamı tutacak, taneler çok sert olmayacak ama öyle pelte gibi çatalın ucunda da dağılmayacak hemen. İstanbul Piyazcısı tutturur. Şimdi Mehmet, nereden biliyorsun sen bir haşlama yersin burada bir de güveç diyecek ama vardır kuru fasulyenin de tadına bakmışlığımız. Bizimkisi etoburluk! İstanbul Piyazcısı beyler bayanlar, Karanfil Sokağın en eski dükkanlarından biridir. Sorunca Cemal Bey (kasada durur) anlatır: Engürü Pasajı’nın yerinde üç katlı şirin bir apartman vardır, dükkanın karşısındaki iki katlı evler. Ee zaman hızla geçiyor, İstanbul Piyazcısı ellilerin başlangıcından beri Ankara’da. İlkin Posta Caddesi’nde açılıyor. Ulus’ta Postanenin önünden başlayıp Sebze Hali’nde biten sokaktan bahsediyoruz, elbette tarifimiz bilmeyenler için, kızmayın. Bu sokak bir zamanların Sakarya’sıdır. Yani meyhanelerin bir araya toplandığı, meyhane deyip de geçmeyelim: ağır mekanlardır ki Orhan Veli ve arkadaşları buralara takılır. Bir de Mehmed Kemal var. Biz de bunları ondan öğrendik. İstanbul Piyazcısı’nın bu meyhanelerle bir ilgisi yok, o zaman da piyazcı. Lakin menü tam akşamcıların ağzına layık hani: piyaz, kuru fasulye, beyin salata. 1973-4’te Karanfil Sokaktaki yerine geliyor İstanbul Piyazcısı. Cemal Bey, o dükkanda piyazcıdan üç yıl daha eski, neredeyse otuz yıldır orada yani. Hani işin sahibine soralım dedik daha fazlasını ama Cemalettin Koyunsağan bütün görmüş geçirmiş ihtiyarlar gibi, biraz da oruç olmasının kaprisiyle yüz vermedi bize.
Gelelim ne yiyeceğinize. Adı üzerinde piyazcı burası. Öğlenleri ciğer çıkar, sıcakken yetişmek lazım. Kışları hamsi tava da olur, onun için de öğle saatleri geleceksiniz. Kızılay gibi iyi yemeğin bulunmadığı bir semtte, ıspanak herhalde sadece orada yenilebilir. Ben kışın haşlama yerim, yazın güveç. İkisi de güzeldir. Pilav her zaman tane tane, kıvamındadır. Öğlenleri piyazcıya gidip hep dolma biber yiyen ve çok seven bir arkadaşım da var. Tatlı iki tanedir: sütlaç ve aşure. Aşuresi hafiftir, tatlı diye korkmayın. Rezervasyon yok, öyle saatlerce oturmak da yok, çay filan da istemeyin. Orası esnaf lokantasıdır, yemeğini yiyip kalkacaksın. Hem televizyon da var, pilavı kaşıklarken Türk filmlerine göz atarsınız.
Farklı ve sıcak: Sakal Cafe
Çayı nerede içeceksiniz? Karanfil sokaktan, yukarı doğru yürümeye devam edin. Olgunlar sokağa gelince, sanıyorum sağdan üçüncü apartmanın bodrumuna ineceksiniz. Oralarda bir yerde tabelası da olmalı: Sakal Cafe. Buraya ben üç yıldır giderim. Arka bahçesi yazın çok güzeldir. Saklı bir nefes alma yeri orası: yazın serin kışın sıcak olur. Çay her dem tazedir. İstersen ince belli bardakta gelir. İçerideki odalarda raflar eski kitaplarla doludur. Hiç yanaşmayın. Sakallı sahipleri kitaplarını satmak istemez; onun için yüksekten açar ağızlarını. Orada çayını içerken okşayıp seveceksin. Müzik de iyidir. Ne mekan ne de mekana gelenler ezer sizi: herkese aittir. Çoğunluk gençler gelir. Çayın yanına güzel kek de var; kendileri yaparlar: çikolatalı ve tarçınlı, ben birincisini tercih ederim. Adisyon tutulmaz, hesabını bileceksin. Hesabı ödemek için garip törenler de düzenlenmez orada. Havalar soğuduğunda, özellikle de hafta sonu yer bulamazsın. Sabretmeli, çünkü civardaki bütün cafelerin sahipleri Karadenizli uyanıklardır, hadi Karadenizli değilse bile tüccar kılıklı adamlardır. Sakal’daki sıcaklığı bulamazsın. Öyle aptal dekoratörlerin elinden çıkmamıştır en azından. Taş ve ahşap, mekanın sahiplerinin katkısını unutmayalım ama, sanki orada kendiliğinden yan yana gelmiştir. Kedileri de vardı geçen sene, kucağınıza davetsiz atlar kendisini sevdirirdi: şimdi göremiyorum ama kış belli ki soğuk geçecek, eskisi olmasa bile bir başkası gelir. Sakal’ı severim; çünkü kimliği vardır.
Ankara’nın ortasında, parfümüyle yemeğin kokusunu bastıran kokanalardan da, çay fincanının yanına araba anahtarlığını koyan görmemiş züppelerden de, her dem nişanlanacak birilerini arayan lümpen taşralılardan arınmış çok az yer vardır. Bunların ikisi onlardandır. Yukarıda adı geçenlerden değilseniz, gidebilirsiniz! Yoksa bu yazıyı yazdım diye hicap duyarım.
Yazar: Hakan Kaynar
Kapak fotosu için Yiğit Ekici’ye teşekkürlerimizle..