Pandeminin etkisiyle evden çalışma düzenine geçtik ve bir buçuk senedir bilgisayarımın ve internetimin olduğu her yer ofisim oldu. Fırsat bu fırsat, İstanbul’da kalabalığın, gürültünün ve trafiğin eksik olmadığı semtteki evimi bırakıp soluğu güneyde aldım. Büyük şehirden sahil kasabasına kaçış, başlangıçta heyecanlı ve huzur vericiydi. İhtiyacım olan şeyin bu olduğuna emindim. İlerleyen günlerde ise fark ettim ki hep şikayet ettiğim o büyük şehir yaşantısına dahi alışmışım ve yirmi altı yıllık alışkanlıktan kopmak o kadar kolay değilmiş.
Güneye indim deyince akıllara sabah hasır şapkamı takıp tarlaya domates toplamaya gittiğim gelmesin. Beyaz yakalı olarak tam zamanlı çalışıyorum, hatta dünyayı kurtarmıyor olmamıza rağmen zaman ve mekan kavramımı yitirip çalışıyorum gün boyu. Mesai öncesi erken sabahlar ve gün batımları ise hala benim. Üstelik doğa ile baş başa. Sabahları sahilde uzunca bir yürüyüş yapıyorum, ayağım kuma değiyor, palmiye ağaçlarını görüyorum, dalgaların sesi arka planda. Yürüyüşlerimde tek tük insana rastlıyorum, yoldan geçen araba sayılı, Akbil sesleri duymuyorum. Buralarda kimsenin ofise yetişme telaşı yok, pandemi olmasa da yok. Fırından taze hamur kokuları yükselirken, mahallenin tek kahvecisine giriyorum ve kahve makinesi o gün ilk kez benim için çalışıyor. Kendimi şarj ettikten sonra eve, bilgisayarımın başına dünyevi dertlerle uğraşmaya dönüyorum. En çok gün batımlarını seviyorum. Şehirde yüksek binalar arasında zar zor gördüğüm güneşi, burada her akşam sahilden uğurluyorum. Ayakkabılarıma dolacak kumu, ıslanacak paçalarımı, dönüşte havanın serinleyeceğini düşünmeden anın tadını çıkarmayı öğreniyorum. Limonu dalından koparıyor, salatama has zeytinyağı ekliyor ve suyu hep buzdolabında tutuyorum. Teoman’ın şarkısında dediği “Akdeniz meltemi altında kitabım kucağımda ne güzel şey uyuklamak” buradaki günlerimin özeti.
Geride bıraktığım alışkanlıklarım ve düzenim var bir de. Güneye, bir valize ne sığıyorsa onunla geldim; ama bu bir seyahat değildi ve zamanla buradaki minimalist ve yalnız yaşantım bana zor gelmeye başladı. Ben masadaki tuzlukla bile duygusal bağ kuran bir insanım. İstanbul’da küçücük evime yığdığım, kölesi olduğum eşyalarımı, “her ihtimale karşı” diye eve depoladığım her şeyi çok özledim. Güneydeki yaşantımda sürekli giydiğim eşofman takımım bir üniforma olmaya başlayana kadar güzeldi, müdavimlikten değil seçeneksizliktendi her gün gittiğim o kahveci. Şehirde güzel bir yemek yemek için kıta değiştirmeyi, hızına yetişmesi zor olan yeni kahvecileri keşfetmeyi, yeri geldiğinde evime internetten yemek siparişi verebilmeyi özledim. Sokakta tanıdık görmeyi, güzel güzel giyinip dolaşmaya çıkmayı ve dostlarıma sofralar kurmayı özledim. Şehri yaşanabilir kılan da bunlardı zaten.
Cemreler düştü, yaz geldi, tatil sezonu başladı; güneydeki sahil kasabası bahardaki sakinliğini geçici olarak rafa kaldırdı. Ben de şimdilerde yeniden, kaosun göbeğindeki evime döndüm. Zaten şehirde yazı hep sevmişimdir; azalan nüfus ile şehrin bana kalmasını, kışın telaşla koşturduğum sokakları sakince adımlamayı, kot pantolonumun altına parmak arası terlik giymeyi, hafta sonu Adalar’a geçip “su yine buz gibi” diye sadece güneşlenmeyi… Ancak gelin görün ki şehir yaşanabilirlikten gün geçtikçe uzaklaşıyor. Katlanılmaz hale gelen trafik, denizdeki müsilaj, tüm kış yağmayan yağmurun haziranda yağması, fiyatların pahalılığı… Eskiden park olan bir yerde artık inşaat olmasına, hiçbir yere yürüyerek gidememeye, toplu taşımada sığacak bir delik bulamayıp asla taksi yakalayamamaya dayanamıyorum. Doğanın tükenişinde, şehirlerin yaşanmaz hale gelişinde tek sorumlu biz değiliz ama payımız da yok değil. Hem eskiyi özlemek hem de eskiyi eski yapan alışkanlıklarımızdan vazgeçememek arasında gidip geliyoruz.
Uzun lafın kısası, sahil kasabasına kaçış da dertlerime derman olmadı. Bir şehri daha tükettim ama bu koca dünyada yine bir ev bulamadım kendime. Aradığım ‘ev’ şehirler ya da mekanlar olmamalı belki. O yüzden bu sonbaharda yeni bir başlangıç yapıyorum, konfor alanından çıkış kararı geceleri kabusum olsa bile.
Şehirden gidenler için bir başka yazı Gittin Gideli II | Terk Edilmiş Şehir